Yazmadığım şu günlerde:
Radikal Blog başladı. Ben de temmuz ayında yazı göndermiştim iki tane, onlar da yerini aldı. Bundan sonra da umarım, yeni yazılarla devamını getiririm. Blogdan derleyip yazmak bir seçenek (ki kolaycı ve aklıma yatan bir seçenek); ama şimdilik oraya başka yazılar yazmayı tercih ederim. Edeceğimdir, bakacağızdır. Radikal bence önemli bir işe girişti. Sorumluluğu büyük, fazla yazar olduğu için her an dağılıvermeye müsahit; ama düzgün gittiği sürece güzel sesler verecek bir iş. Ben özellikle twitter'da olup da blog yazmayan kişilerin yazıları için takip ediyorum.
Ayça ki kendisi herkes uyandığında müzik açar, büyük bir işe girişti. hikayesi burada, bu hikayenin devamı olan blogu burada. Bence okuyun, atlamayın.
İş başvurularımın monolog halini alması sonucunda, staj & gönüllü çalışma başvurularına da başlamıştım. Nihayet bir staj için görüşmeye de gittim, çok istediğim bir yer. Olacak gibi, tahtalara vurunuz. Görüşmeye gitmiş olmak bile iyi geldi; hatta mailime cevap almak bile iyi geldi. Karşımdaki insanın beni anlaması iyi geldi. Türkiye'de olsa "hmm.. niye ama? mmm!" filan diyeceklerini düşündüğüm şeylere (sektör değiştirme, 6 ay ara verme vb), "tabii doğal" demesi de iyi geldi. "Staja fazlasın" demesi en iyi gelen şeydi tabii; ama çekirgelikten zarar gelmez. Ben yeniden öğrencimsiyim. İyi haberler bekliyorum işte. Şu başvuruları yaparken "olsun da n'olursa olsun" demeden, sadece içime sinen, sahiden çok istediğim yerlere başvurdum. "bulunsun" diye el attığım başvuruları da ya tamamlamadım ya da yollamadım. Filtreledim. Evet, 28 yaşımdayım ve hem filtreleme hem de stajyer olma lüksüm var. Ben de kullanıyorum bu lüksü; çünkü bir yerden başlamak duvar saymaktan iyi.
Bunlardan başka, geçen hafta Tate Britain'daki Pre-Raphaelites sergisine gittim (linkte video da var). Hafta içi öğle saatlerinde boş olmasını beklerken yaş ortalaması 70 olan bir kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Sergi güzeldi, müze zaten çok güzel. Sabit sergiye henüz sıra gelemediyse, büyük olduğu içindir.
Cumartesi günü Camden Town'dan başlayıp Little Venice'e kadar, Regent's Canal boyunca yürüdüm. Kanal kenarı Amsterdam gibi, bisikletliler dahil. Pek güzel bir sonbahar yürüyüş güzergahı, 3 km filan. Aksi yöne yürüyünce Victoria Park'a bağlanan bir güzel kanal kendisi, pek uzun. Bir dahakine de rota o olacak heralde. Regent's Park'a hâlâ gitmedim. Yuh bana; ama hep başka bir şeyler çıkıyor, erteleniyor.
Pazar günü önce Waterlow Park'a, oradan da kapı komşusu Highgate mezarlığı'na gittim. Mezarlık doğu ve batı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Batı bölüm mimari açıdan daha zenginmiş, süslü kemerler, geçitler filan. Oranın turu 7 pound. Biz Marx'ı ziyarete geldiğimiz için Doğu bölümüne girdik; mezarların olduğu esas taraf. burası da 3 pound. Girişte ayrıca 1 pound verip mezarlık haritası da alıyorsunuz. Başta almadık, avare avare dolandık; ama işe yarıyor, biz de geri gidip aldık haritamızı.
En eski mezar 1860 yılına ait. Bir fırıncının 16 yaşındaki kızı gömülmüş ilk olarak. Mezar taşı yenilenmiş, harita üzerinde özel olarak işaretlenmiş. 152 yıl sonra bile ziyaretçileri var. Marx en çok ziyaret edilen mezar; ama bunun dışında Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin yazarı Douglas Adams, Viktorya İngiltere'sinin meşhur kadın yazarı George Eliot, kimya ve fiziğin babalarından, elektrolizci Michael Faraday, "survival of the fittest" lafının sahibi Herbert Spencer da buradalar. Ayrıca Irak komünist hareketinin lideri olan beyfendi, ilk seri üretilmiş somun ekmek yapan bir diğer beyfendi de Highgate'te (diğerleri).
İsimsiz, eski mezarların hepsinin üstünü yemyeşil bir sarmaşık ağı sarmış. Ağaçlar kat kat büyümüş, mezarlığı örtmüş. Tamam, tabii ki mezarlık; ama capcanlıydı. Özellikle sarmaşıklar çok huzurlu bir hava veriyordu o yan yana mezarlara; sanki kocaman bi battaniyenin altında birlikte uyuyan kardeşler gibi. Heykeller, enteresan mezar taşları arasında en zarifi şuydu: eşi erken yaşta ölen bir kadın, düzenli olarak eşinin mezarını ziyarete gelmiş. O da vefat edince eşinin yanına gömülmüş. İşte o mezarın yanına bir bank yaptırmış çocukları. Ayrı geçirdikleri; ama mezar başında buluştukları yılların anısına.
Bunun dışında günler genelde evde, bol yemekli, bol kitaplı, biraz miskin geçiyor. Ekim 15'i de geçtiğimize göre buna kısaca sonbahar diyebiliriz. Her gün bir gün geçiyor, ertesi günü bekliyoruz. Ev halkı olarak bir haberler bekliyoruz hep bir yerlerden, onun verdiği hal bloga da çöktü sanırım. Yazmak istiyorum, düşünüyorum; ama yazmıyorum. Kuluçka. Yine de şu iyi: twitter'a da yazmıyorum bak, bloga saklıyorum (bu not sakinn hanıma).
2 yorum:
Sen beni iyice şaşkına çevireceksin. Bloga bakıyorum günde bin kez, beeeh, işte arada bişi düşüyo. Hadi twitter'a bakıyım diyorum, orda da yoksun. Feysbuktaki aktiviten de sınırlı. Böyle de sosyal medyadan takipteyim.
O sırada aklıma geldi:
Deryik eskiden günde iki üç post yazardık, teytey ne günlerdi onlar dimi? Kuluçkaya yatmak değil de tersine sıçar gibi yazmak. Ups, çok kaba oldu. İshal olmuş gibi yazmak. Bu da olmadı. Su gibi duru ve akıcı suya yansıyan gün ışığı gibi renkli ve hayallere sürükleyen... Ay bu hiç olmadı. Ama sen anladın.
sakinn: Hahaha :D sıçar gibi yazmak, evet doğrusu bu :)
Ya hadi ben evlendim (ve duruldum. hahaha), "çılgın öğrencinin Avrupa günlüğü"nü tutacak kişi sensin. bu halk macera ister.
Yorum Gönder