Her kış öncesi yaşadığım sorun olan "benim niye siyah bi ayakkabım yok?" geri geldi. Ben siyah ayakkabı / bot / çizme ihtiyacı olan, bunu bile bile gidip kahverengi çizmeyle haki bot alan bi garip insanım. Arada bir cem yılmazlaşıp "tüm dolabı siyah yapayım, renk olarak araya gri ve beyaz atarım, aklım rahat olur" diyorum; ama işte, olmuyor. Neyse, bu krizi bu sene çözüp kendimi Doğu Londra'nın trademark'ı olan chelsea boots'a adayacağım. Doğu Londra demişken, botları Alexa Chung göstersin:
Evet biraz kaba, biraz da öğretmen botu; ama bunları Kızılhaç dağıtıyor olmalı, giymeyeni organik baget ekmekle kovalıyolar. Burda böyle.
Bu vesileyle, hani her denediği ayakkabı tam ayağına oluveren cinderellalar var ya, hepsini kıskanıyorum. benim ayağım boydan 38, enden 37. vurmayan, yara yapmayan ayakkabım olunca bi ömür giyiyorum, bakınız 15 yıl sonra emekliye ayrılan siyah botlarım (eski bir dost gibi gözümün önünde beliriyor). neyse yani, hele öyle "hadi zara'dan ayakkabı alalım" filan, bence çok büyük çılgınlık. benim bu çılgınlığı yapabilmem için birkenstock tarafından stiletto üretilmesi lazım ki fikri bile absürd. ayakkabı alışverişinden nefret edişim de bundan: ayağıma olmuyolar.
bu çok anlamlı paragraflarıma burda son veriyorum.
*
bu aralar iki tercihim var: 1) gazete okumak. 2) instagramın kraliçesi olan iskandinav kadınlarının evlerinin fotoğraflarına bakmak. ben önce 2, sonra 1 yapıyorum. evler sade ve huzurlu, evler güzel. hepsi biraz birbirine benziyor, bir şekilde. ortaokulda aynı çoraplardan giymek gibi belki. neyse, sonra haberleri okuyup delirmemek için iyiler.
yurtdışında yaşarken sürekli haber takip etmek zor. bir kere, bulunduğunuz ülkeyi de takip etmeniz gerekiyor ve sahiden, çok fark var. iki ayrı alem. bir ingilize "taksim meydanı elden gidiyor"u anlatmak için anca "hyde park'ı inşaata açtık, otoban kenarı dubleks süperlüks apartman daireleri olacak, sitenin adını da öz londra koyduk" filan deyince, beeelki anlıyor. bilmediğinden değil de, hiçbir "dokunulmaz alan" olmayışını anlamadığından. yoksa londra dediğin, mutenalaşmanın gözbebeği bir kent. süper lüks daire lafına da pek gülerim. ultra mega ışıldaklı daire! yıldızlı pekiyi! neyse.
sonra mesela, "aa tezkere filan, savaş?" diyor insan. oysa muharrem ince'nin hatırlattığı gibi, bu 9. tezkere. 1 mart dışındakileri hatırlamıyor olabiliriz; ama 8 tane daha tezkere geçti. yani benzer bir yetki zaten verildi; mesela kuzey ırak için. evet tezkere çatışma demek, silah demek, birilerinin illa ki bok yoluna ölmesi demek. bak roboski de bu tezkerelerin sonucu. düşük yoğunluklu operasyonlar ve bir takım terimler; ama aslında "savaş" demek değil-miş. yani sahiden, "savaş öncesi" olabilir; ama tam savaş değil-miş. belki iyi ki de değil. savaşa dönüşebilir, o başka; ama henüz, daha orada değiliz. "kahrol düşman al sana bomba!" halinin ölümler getirme ihtimali yüksek, evet. her ölüm kötüdür, evet; ama savaşta değiliz. henüz. demek ki bir şey yapılabilir.
savaş dediğimiz şey, 30 yıldır bu ülke coğrafyasında süregiden şey. yani bu suriye tezkeresine bakıp "memleket üzerinde kara oyunlar oynanıyooorrr, bir takım güçler bizi kendine doğru çekiyoooor" demeden önce, bir zahmet, hatırlayalım: bu ülkenin doğusunda insanlar duvarları kurşun izleriyle delik deşik olmuş evlerde yaşıyor ve orası saraybosna değil. bu durum yeni değil. zaten, suriye olayında da yine onlar öldü. ölebilirlik endeksinde üst sıralardaki yerini yıllardır koruyanlar. tezkeresiz. bu tezkereyle de dönüp dolaşıp yine onların ölme ihtimali - çok yüksek. o yüzden bu olaya şaşıranlara ben şaşırıyorum. ha bu olaya bakıp "yeter bre!" diyenlerin yeri ayrı nazarımda; onlar bunun ne ilk ne son olacağını idrak edenler.
bu ülkede askere giden erkekler için istediğiniz türküyü söyleyin; ama en çok ağıt yakılıyor. aileleri kurbanlık koyun gibi, arenaya çıkan gladyatör gibi gönderiyor çocuklarını. sadece askerler de değil. binlerce aile çocuğunun akibetini bile bilmiyor, bir gün dağa çıkmış, belki sadece cenazesi inecek. o veya bu, taraf önemli değil artık. evet, bazıları da askere gitmemek için kırk takla atıyor. neden? çünkü ölebilirler. ölebilmek kadar korkuncu, öldürebilirler. bazı insanlar ölmekten çok, öldürmekten korkuyor, biliyor musunuz? benim arkadaşım gece sınırda nöbet tutarken gördüğü iki karaltıyı vurmamak için defalarca "kimsin" diye bağırmış, köylüler olduğunu anlayana kadar. ateş etmemek için, boğazını kanatana kadar bağırmak diye bir tercih de var çünkü. rüyasında görüyor hâlâ o geceyi, birini öldürme eşiğinden döndüğü geceyi. öyle sanıldığı kadar kolay değil, 30 yıl boyunca sürekli ölüp öldürüp adını savaş koymamak. hep birlikte, her gün birbirimizden ve kendimizden nefret ede ede yaşıyorsak, kendimize söylediğimiz bu 30 yıllık yalanın ağırlığı yüzünden.
ha tüm bu tezkereler, yürüyüşler önemsiz mi? tabii ki değil. bir şeyler olduğu kesin, birilerinin çarkının döneceği de kesin. tüm bu olaylar olurken Suriye yerine kendi hükümetimizi eleştirecek dirayete sahip olduğumuz için, değil. Milletin vekillerinin milletten saklanmak için kapalı oturumlara sığındığını bir kez daha gördüğümüz için, değil. Nedir, vatandaşın ölmüşse tepki göstermelisindir. Kitaplar ve mantık bunu söyler. 9 sivil İsrail tarafından öldürüldüğünde bunu söylememişti, o başka kitaptır belki. Bilmem, bilemem. İnsanlar bunun okulunu okuyor, ben kahvehane muhabbeti düzeyinde kalırım. Yine de işte, savaşa yeni girmiyoruz. yeni bir savaş olabilir; ama "savaş" bize yeni değil. Her gün birilerinin öldüğü, birilerinin hayatının asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştiği bir ülkede yaşarken tezkere heyecanı en hafif tabirle safça kalıyor. yani tabii ki "barış'a evet". her türlüsüne, hepsine. bizim ülke içindekine bile evet, inanmazsınız. hatta tercihen: barış hemen şimdi!
*
Dünyanın diğer ucunda, Filipinler'de yaşayan bir arkadaşım bir yaşını doldurmamış oğluna oyuncak kalaşnikof almış. keleşle oynuyor el kadar bebek. dik tutunca kendinden büyük. Filipinler tarihine şöyle bir bakarsanız, istemediğiniz kadar ölüm ve kan görürsünüz. Çocuğuna, daha agu bugu bile diyemeyen çocuğuna silah almış. Dünya denen gezegende dokunarak öğrenmesi, aklına ilk kazınması gereken formlardan biri: kalaşnikof. Ben dehşet içinde baktım fotoğraflara. nasıl mutlular! tetiği arayan elleri, tetiğe basınca yanıp sönen ışıklar ve çıkan sesler, bir güzel oyuncak olarak kalaşnikof. biraz büyüsün babasına doğrultup "dışıınn!!!" der, o da ölmüş gibi yapar. öyle neşeli oyunlar. beynim almıyor.
İlkokuldaki sınıf arkadaşlarımın bi kısmı bücür psikopatlardı. Mesela ilkokul 1'in ilk gününde bir çocuk sıra arkadaşının kafasına kurşun kalem sapladı. Bir anda. Kafası kalemli, ağlayan çocuğu acile götürdüler. Kalemi saplayan çocuk 2 sene sonra, durup dururken parmaklarını gözüme sokmuş ve benim çığlıklarıma yanıt olarak "tepkini merak ettim" demişti. Ona yardım etmesi gereken öğretmenlerse sınıfın en arka sırasında, kendini yok etmesi için yalnız bıraktılar. Sıradan düşüp kolunu kırdığında da alçısıyla üst sınıftaki kızlara vuruyordu. Cezalar aldı; ama kimse "neden?" demedi.
Ha bu çok özel bir vaka olabilir; ama özellikle ilkokul 3-4 yaşlarında çocukların içinden bi canavar çıkıyor. Resmen her teneffüs birbirlerini dövüyorlar. Ben "böbreğine iyice vurursan kan işiyor!" diye gülen sınıf arkadaşlarımı hatırlıyorum. Anatomi dersi gibi. Sadece erkek çocuklar da değil, bizden biraz uzun ve iri olduğu için okulu haraca bağlamış kızlar da vardı. Annem denk geldiği bi kavgayı ayırmaya çalışırken resmen dayak yemişti. Aslında bunlar normal. Şöyle normal: dokunarak öğrenme, karşındakini de keşfetme fazı. "Pipim var, senin de var mı?" evresi. Evet, 4-5 yaşındayken de bu evreden geçmişti belki ama bu ergenliğe girmeden az önce. Pipin var bakalım vurunca n'oluyor? Bence, birinin karnına attığınız yumruğun sahiden ne kadar acıttığını anlamak için karna yumruk yemek gereken yaşlar. Empati filan hak getire, kontrolsüz enerji yumakları.
Tam o yaşlarda çocuğun içinde doğal olarak bulunan bu dürtüyü beslemek bana sadistçe geliyor. Şap yedirin demiyorum; ama onlarca rehberlik öğretmeni yanılıyor olamaz: TV, bilgisayar ve hobilerinde şiddeti azaltın. Ne bileyim, spor yapsın, düz duvara tırmansın, bir şeyler. Kadınlarla ilişkisinin sağlıklı olması için de pornografik öğeleri azaltın. Sıfırlayamayacaksınız; ama konuşabilin. Aynayla arkadaşının eteğinin altını dikizlemesinde "ay oğlum çapkınlığa mı başlamış?" sevimliliği yok. Çocuğunuz 3 yaşındayken yanında kanlı haberler izlemiyorsanız, 10 yaşındayken de izlemeyin.
O ilkokul arkadaşım şimdi n'apıyor bilmiyorum. Fakir bir ailenin sorunlu çocuğu olarak, zaten yarı görünmezdi sınıfta. Uslu dursun diye yanıma oturtmuştu öğretmen. Biz aynı yaştaydık ve kazık kadar, "deneyimli" öğretmenin bulduğu çözüm, o çocuğu benim iyileştirmemdi. Ben 8 yaşımın verdiği müthiş becerilerle ona örnek olacaktım, yapacaktım işte bir şeyler. Sonuçta o benden nefret etti, ben ondan korktum, böylece bir yıl geçirdik. Sorumsuzluğuyla iki öğrencisine birden zarar veren bir öğretmeneyse kimse bir şey yapmadı. Normalmiş gibi. Oysa hiçbir şey normal değildi. Belki babasından öğrenmişti birine kemerle vurmayı? Bir şeyler tersti; ama bakmadılar ve görmediler.
*
Konuyu bağlamaksa, bağlayalım: bakın ve görün. Sorunun ne olduğunu görmek de yetmez. Sonuçların dehşetinden büyülenip sebeplerini sorgulamamazlık etmeyin. Gerçek dehşetin o sebeplerde saklandığını siz de çok iyi biliyorsunuz.
3 yorum:
ya koskoca yazı da sadece siyah botlara takıldım ama ben de aynı dertten muzdarip olunca, her seferinde inadına inadına kahverengilere sarınca, selam etmeden geçemedim :)
ben nihayet aldım! clarkstan aldım, hem buçuklu numarası var, hem tabanı silikon destekli, pek bir rahat. öneririm :)
aaa süper oldu bu, bakayım ben de. teşekkürler :)
Yorum Gönder