Gün 2: Selous Game Reserve, Tanzanya. Program: Tam günlük safari.
Sabah yola çıkış saatimiz 6:30 idi, yol uzun. Selous haritası bulmak zahmetli. Rehberin bi tane vardı, gösterdi; ama elletmedi. google maps filan da hak getire. bu sebeple engin paint sanatı ve dedemin dedesinden gelen haritacılık maharetimle (bu kısım ciddi) halimizi kabaca tarif edeyim:
kabaca derken ciddiydim. |
dere yatağı derken. |
güzergahımız kabaca şöyleydi: bitmeyen dere yatağı - toprak yol (kilometrelerce devam eden yanık arazi, yer yer tütüyor) - orman - yanık arazi boyu yol & dere yatağı. orman sonrasında bi kahvaltı molası verdik ki arabadan inmeden, hızlı hızlı atıştırma. son dere yatağını da geçip, akasya caddesi olarak anacağım son düzlüğe vardık. sağlı sollu akasya çalılarının ötesinde onlarca zürafa vardı. bolca fotoğraf çektik. dürbünle buffalo sürüsü de gördük. impalalar artık dönüp bakmadığımız sokak kedileri gibiydi. rehber göl tarafındaki hayvanların araçlara nispeten daha alışkın olduğunu söylemişti, sahiden de birkaç zürafa kaçmadan yakınımızda durdu. bu arada bu çalı yakma işi çığrından çıkmış, bazı yerlerde zaten kontrolü kaybettiklerini derinleşmesinden anlıyor insan. en az bi 30 km filan böyle gittik.
göl ufukta göründüğünde saat 10 buçuğa geliyordu. yani 4 saat. kahvaltıyı düşünüz, hadi 3,5 saat. otelden çıkarken akşam 18:30'da döneceğimiz söylenmişti ama yol için de 2-3 saat demişlerdi, haliyle ben bir işkillendim; çünkü işkil benim adım. yol boyu hansel & gratel gibi kendimce kerteriz noktaları seçtim, orman kaç dakika sürdü, kaç dakika zıpladık filan.
neyse, geze geze gitmeye devam ettik, yollar azıcık normalleşti. sizi yeterince gerdiysem, güzel kısma gelelim. manyara gölü'ndeki ilk sahnemiz:
familya |
zebraya yazık tabii de o an değil; o an 4 yavrunun kan içindeki yüzünde tokluk, nefes nefese annenin yüzünde de bebeğine süt verme rahatlığı var. Ayrıca mesela kafalarına esip iki adım öteye zıplasalar ben varım, kolum bacağım emirlerine amade. çok tuhaf. cücük kadar bir şeysin, acizsin, zavallısın. onlar bilek hakkı zebralarını yerken, sırf tok oldukları ve aslında pek ürkek oldukları için saldırmıyolar. aslan, yaya olsanız bile, aniden karşısına çıkmadığınız sürece saldırmazmış, saldırması da korkup panikten. uzaktan görürse mesela, genelde tırıs tırıs geri dönermiş. bi de bu ailelerde genelde erkek yavrular aileyi babadan devraldığı; ama ailedeki anne ve kız kardeşler devam ettiği için ensest çokmuş, haliyle sakatlık ve sağlık sorunu da oluyomuş.
öyle işte, çok garip. tek diyebileceğim, sahiden tuhaf bi deneyim olduğu. dev dişi, zebra kemiğini kuzu pirzolası gibi tıkır tıkır kemirirken orada durup bakmak ve yavru aslanın size doğru yürüyüp "pıhhh?" demesi. evet, soru işaretli bi pıhh ve pıhh derken bildiğin kedi olması. renk - ışık açıyorum biraz, karanlık gibiydi.
ötedeki akbabalara ailecek gıcığız. |
bu arada göl güzel, çok güzel. su kuşları, suyun hayat verişi bi başka güzel. en tuhaf kuru ağaçların ortasında, masmavi. su aygırının sırtındaki yosunlardan beslenen kuşlar kadar güzel.
heralde bi yarım saat filan aslanlarla harcadık, emin olamıyorum. sonra biraz daha dolandık, babunlar ve impalalar. bi vakitler geçmiş olmalı; çünkü tek hatırladığım, bi şekilde yine yemek vakti olmuştu. portatifleri serdik, pek güzel bir yemek sofrası kuruldu. şaşkın iki türk olarak "içli köfteaa" diye sevindiğimiz şeyin içinden haşlanmış bütün bir YUMURTA çıkması üzücüydü tabii. onun dışında her şey lezzetliydi, pek de iyi geldi.
bu arada yanımıza bi sincap geldi ki hyde park'takiler kadar evcildi. garip tabii. meğer turistler yasak olmasına rağmen beslemişler. parktaki "yasak" başka, afrika'nın göbeğindeki başka. bi zahmet azıcık saygı duyacaksınız. çok terbiyesizce bir cüret; ama n'eylersin.
kudular ve şaşkın impala |
yola düştük. bu arada diğer araçlarla selamlaşıyoruz, bolca swahili kelimeler filan. rehberimiz "bir diğer rehberi arayabilir miyim?" diye bizden izin istiyor, ki aslanları böyle bulmuştuk. neyse efendim, bir hintli ailenin olduğu araca yaklaşıyoruz. etrafta daha büyük bir aslan ailesi de görülmüş, onu da görmek için tutturmuşlar, rehberleri pek dertli; çünkü aslanların son yeri muamma. rehberimiz gülerek anlatıyor, biz de "bize aslan yetti, keşke fil görsek" diyoruz. bunları yazıyosam bi sebebi var okuyucu, az bekle.
sonra yolumuza devam ettik ama geldiğimiz yol değil. resmen yol olmayan bi yerden gittik, sarı sarı kuru otlar, berbat bir yer. biz sürekli az sağımıza bakıyoruz, "yol şu taraf değil mi ya?" diye. neyse. zınk diye durduk. rehber ayağa kalkıp ileri baktı, "bu yolu kapamışlar tüh ya, geri döneceğiz" dedi. hangi yol yahu, yol yok? taş var, ot var! nasıl da kötü bir zemin, biri bel fıtığı ameliyatı geçirmiş, diğeri siyatikli bir ikili için azap. "nasıl ya?" filan dedik, "işte yol vardı burda, yok şimdi, bi şi olmaz hop diye diğer yerden saparız" filan dedi, döndük. n'apacaksın, direksiyonda olan o (YANLIŞ!) dönüşte yine hintli aile, yine selamlaşmalar ve doğru yola çıkış. bu yanlış yola sapma sebebiyle 1 saat kaybettik. tabii ki tek tepkimiz "biz yanlış yoldayken gölün doğusunda filler zıplıyodu :(" oldu; ama ses etmedik, insandır, hata yapar, olabilirdir.
bu rahatsız, hoppala zıppala arabaların bir etkisi de uyku. o kadar çok sallanıyosunuz ki bilinçaltınızda beşik anılarınız canlanıyor, uyuyorsunuz. eh biz de yemek üstü sallantı sonucu, uyumuşuz. saat 4 gibi rehber "şarap isteyen?" dedi, cık, istemiyoduk. önceden öyle konuşulmuştu; ama hem fazla toktuk hem de 1 saatlik kayıp yüzünden bir an önce gitmek istiyorduk. az şaşıran rehber yola devam etti. biz de nasıl bir uyukluyoruz, dönüş yolu rehaveti heralde. saat 4 buçuk olmuşken aniden durduk, "işte şarap içmek isteseydiniz molayı burada verecektik" dedi rehberimiz. "hmm güzel, devam edelim o zaman" dedik ve - U döndük. aksi yöne devam ediyoruz geze geze! ben kerterizlerimi arıyorum; sıra sıra dağlar biz gelirken de sağımızdaydı, inatla sağdalar. solda olmaları gerek. bizim batıya gitmemiz gerek; güneş arkamızda batıyor! resmen geri dönüyoruz göle; ama o kadar aptalca ki, anlam veremiyoruz.
işte sevgili dostlar tam o sırada yapılması gereken şey arabayı durdurmaktı. biz ne yaptık? ben sakince "göle mi dönüyoruz?" dedim. "yok yani göl yolu ama hayır" dedi rehber. "burası göle gidiyosa, niye biz kampa dönmüyoruz?" dedim. "ya göle de gidiyo ama kampa da gidiyo, hakuna matata" dedi sırıtarak. biz de gayet uyanmış bir vaziyette, "noluyo layn?" diye yolu izledik işte. hakuna matata'ymış. sonra, ana yoldan göle dönüş sapağını da geçince, "heralde bu yol dönüş yoluna filan bağlanıyo, heralde kestirmeden arayı kapayacak" dedik kendimizce. hani boşuna 1 saat dolaştık ya! gittikçe gidiyoruz, çıldırasıya. bi yarım saat sonra, araba yavaşladı. "biz kampa dönüyoruz, di mi?!" dedim. cevap şu: "ya ben sizi aslan ailesine getirdim, az ilerdeler. size söylemeyi unuttum :(".
yüzlerine bakmadık bile |
kapanış konuşması: "kaç saatte döneriz?" "ee... üç". saat olmuş 5, hava 6.30 dedin mi zifir! rehber saatin farkında bile değil! daha da fenası, biz bunca saattir dönüş yolunda olduğumuzu, boşa zıplamadığımızı, az kaldığını filan düşünüp dakika sayarken yolu uzattığımızı öğrendik. belinize bir şey olacak endişesi taşırken çok, çok fena bir ruh hali.
böylece, ana yoldaki kerteriz noktam olan "bol kuş yuvalı dev ağaç"ın önünden dördüncü ve son kez geçerek dönüş yoluna başladık. dağlar solda, batıya doğru. 2 gündür neşeyle sohbet edilen arabada ölüm sessizliği, ben yolun değil 3, en az 4 saat süreceğini hesaplamışım; ama sesim çıkmıyor. rehber hatasını anlamış halde son hız gitti, o hızlandıkça biz koltukta debelendik. bir tek gün batımında 30 saniye durup fotoğraf çektik, şimdi o da komik geliyor. saat 6 buçuk olduğunda telsizden anonslar gelmeye başladı, belli ki bizi soruyorlar. cık, rehber 10 taneden birine cevap veriyor, durmak yok.
sonra... sonra saat 7.30'du, dolunay vardı ve biz ormandaydık. gecenin zifir karanlığında aniden durduk, "leopar!" dedi rehber. sağımızdan son hız uzaklaştı, kuyruğunun ucunu görebildim. sayarsanız, 5 büyüklerden 3'ü tamam. yol, sonsuz gibi. saat 8'e çeyrek kala araba pat diye durdu. rehberimiz nerden estiyse bize bilgi verdi: "aracın benzin pompası bozulmuş. elle pompalamam gerekiyor; ama merak etmeyin, başka araç yolda".
ne hoş değil mi? diğer araç yolda ama biz daha ormandayız. böylece dura dura, arada benzin pompalayarak yola devam ettik. diğer araçla 1 saat içinde karşılaşsak, demek ki bi saatlik yol daha var! insanı çıldırtan bi düşünce; ama o bitkinlikle çıldırmıyor insan, oturup zıplıyo sadece. önümüze aniden su aygırları çıkıyor, ışık ve kornayla korkutup kaçırmaya çalışıyoruz. hantal hantal koşuyor. tek güzel yanı, habire havalanan beyaz kuşlardı sanırım. neyse, 1 saat sonra sahiden diğer araç görüldü. "siz devam edin biz takip edeceğiz" dediler, yola devam ettik. simbazi'ye geldik. nehir yatağı o kadar dik ki çıkmamız imkansız. kaldık tabii ki. diğer araca geçip kampa vardığımızda saat 9 buçuktu.
hesaplamanız için: dönüş yolu 4,5 saat. toplamda 15 saat.
kampta olağanüstü hal ilan edilmiş, ıslak havlular, içecek filan ile karşılandık. kamp sahipleri defalarca özür diledi. akşam yemeği meğer zaten odamıza hazırlanmış, o iyi oldu. bize özellikle neyin nasıl olduğunu anlattırdılar, dikkatlice dinlediler. ben hala 7 yıllık rehberin bu davranışını çözemiyorum, ya adam da kitlendi bi an, ya bahşiş hırsı, bilemedim. ha tüm bu yola sebep olan bahşişini verdik yine, o ayrı. dediği gibi yol sadece 3 saat sürseydi, daha çok bile alırdı heralde; ama o kadar kesinti olsun. böyle bir yorgunluk hissi yok. bitkinlik, tükenmiş bi sersemlik. araba durduğunda geri geri gittiğimizi sanıyorduk, sallanarak yürür halde. ayrıca arabanın bozulması, orman filan bi süre sonra aptallaştırıyor: oradaki herhangi bir canlı benden daha hızlı. tüm gün bunu dinlemişim. elimdeki tek şey ışık, ondan kaçar. o kadar. hani bizi parçalamaları değil mesele, ama bi su aygırının gece görüşü çok zayıf. binbir tane olasılık dönüyor.
bu arada rehberimizin kampa girişte "yarın sabah yine 6.30 uygun mu?" diye sorması da fıkra olsun (tabii ki öyle bir şey yapmadık). işletmecilerin de özür dilemesi yetti aslında; hani "aa bi şi olmadı ki hop hop acımadı ki" pişkinliğine vurmadılar. endişelenmek değil; ama üzülmüşlerdi halimize. jest olarak odamıza rose moet gönderdiler ama biz içemeden devrilip uyuduk. mucize olan şey şu: ikimizin de beli hiç ağrımadı!
hamiş: rehber dediğin hep iletişim halinde olacak, sen rehbere hep "burası neresi, şimdi nereye" diyeceksin. rehbere güven tabii; ama bi yere kadar. bizde biraz da "beyaz adam"lıktan rahatsız olma durumu vardı, kibarlıktan öldük bittik yarabbim, aman yanlış anlaşılmasın! tabii öyle de, sonuçta canı çıkan biz olduk yok yere ve kafasına göre iş yapan da o. iletişim kopmayacak, her an her saniye, bir sonraki 3 adımı biliyor olacaksın. budur hamiş.
2 yorum:
Ne diyim yaa hem muuukemmel bir deneyim hem de yuh diyorumm ben bu saydiklarindan fazlasini tabi tirsiklik haricinde singapur hayvanat bahvesi gece safari turunda yasadimm ve gordum ki senin hissettiklerinin ucundan bile gecemez kafamda surekli ulan ya soyle olursa ya boyle olursa gibi cumleler benim ki neymis ki canim sadece dogal orman yapay safari...
Nube...
nube: singapur'a iş sebebiyle bir hafta gitmiştim ben, bi zamanlar cangılmış tüm ada; ama gezemedik çok. duymuştum hayvanat bahçesini ama gece safarisi düzenlediklerini bilmiyordum.
bize de zaten "aslında ormanda gece safari turları da düzenleniyor, onun gibi görebilirsiniz" diyecek oldular ama biraz ters bakmış olabiliriz :)
Yorum Gönder