23 Temmuz 2012 Pazartesi

çalıda son tur

Gün 3: Selous Game Reserve, Tanzanya. Program: kendine gelmeler ve kapanış.

bir gün önceki 15 saatlik maceradan sonra, 3. günümüzü mümkün olduğunca tembellikle geçirmek istedik. Aslında normal şartlarda yarım gün yürüyüş ve yarım gün de "nehir safarisi" olacaktı; ama halimiz kalmamıştı. Bunun yerine öğleden sonrayı yürüyüş ve balık tutmaya ayırmaya karar verdik. Kahvaltı sonrası havuza girdik ve bilimum tembellikler.

sabır taşı
Akşamüstü, bir gün önceki rehberimiz, yürüyüş için yeni rehber ve av tüfekli bekçi eşliğinde arabayla yola çıktık. Hani olur da filmlik bir sahne yaşarsak bekçimiz havaya ateş edip bizi kurtaracaktı. 10 dakika sonra nehir kenarında balık tutacağımız yere geldik. Misina dışında hiçbir deneyimi olmayan ve misinayla da boş çekmiş bir ikili olarak üçer balık tutmamız heralde nehrin bereketini anlatıyordur.

Tuttuğumuz balıkların ikisini saklayıp geri kalanını geri attık. İlk 3 olta sallayışımda 2 küçük balık tuttuktan sonra işler biraz kesatlaştı. Ben de nehir akıntısından medet umup hep o tarafa salladım. Pisibalığı çok yaygın, birkaç türü var. Yakaladığımız büyük balık bile çok kılçıklı çıktı, haliyle akşama ziyafet filan çekmedik; ama sofraya getirilmesi havalıydı tabii. bu arada "oltayla ne kadar vakit geçirebiliriz ki?" deyip 2 saatten fazla balık tutmakla geçirmişiz, bir acele yürüyüşe başladık. Tamam, galata köprüsü'nü terapi amaçlı kullanan erkek ordusunun farkındayım, olta sallamak için teee tanzanyalara gitmek de başta garip gelebilir; ama yanı başınızda su aygırları var, üstünüzde kartal uçuyor. sonuçta eğlenceliydi ve amaç da iyi vakit geçirmek.

Yeni rehberimiz bize birer maasai asası verdi. çakma asalarımızla çok havalıydık. maasailer aslan saldırısı olduğunda bu asayı aslanın boğazına saplayıp koca hayvanı öldürebiliyorlarmış. evet, ağzı açık, üstünüze atlayan bir aslanın boğazına sopa saplamak! maasai bölgesinde değildik; ama iyi ki de değildik. açıkçası "insan safarisi" fikri hiç hoşuma gitmiyor. kuzeyde de olsaydık maasailerin para karşılığı zıplaması filan, bizi çok utandırırdı heralde. o yüzden halimizden memnunduk, bir asadan bir şey olmaz.

benekli ve mutlu
turumuz sırasında iki gün önce gördüğümüz zürafa iskeletinin yakınlarında bir de erkek impala kafatası da görünce az ötedeki incecik nehir yatağına pusu kuran bir aslanın kalan iki gram suyu içmek için gelen hayvanları avladığına karar verildi. "koskoca ruhaha'nın dibindeyken niye kuytularda takılıyorlar?" derseniz, aslandan kaçmak için. evet böyle de bi çelişkiler öbeği.

sonra efendim, bolca su aygırı. sürekli bağırışlarını dinlediğimiz hayvanlara yaklaşmak güzeldi, bir nevi başrol oyuncusu sayılırlar o bölgede. bi ara iki tanesi kavga etmeye başlayınca gerildik, her an koşabilen manyak hayvanlar ve dördümüzü aynı anda ezmesi çok kolay. sakin sakin uzaklaştık. Bir su aygırı ailesinden diğerine geçerken pek nadide bir sürpriz karşımıza çıktı: albino su aygırı. hepsi güzel güzel kamufle olurken o benekleriyle pek bir bebek odası şirinliğinde, hemen göze batıyordu.



hayatımda gördüğüm en güzel gün batımlarından birini seyrederek kampa kadar yürüdük. Ufuk çizgisi sonsuz gibi, sanki tam turu tamamlayıp ayağınızın altından geçecek. bu arada baobab ağacı filizi gördük ve yerli halk arasında yaygın olan "hiç genç baobab yoktur, onlar atalarımızdan kalma" inanışı tarumar oldu.

Bölgedeki kurumuş ağaçların her biri heykel gibi. bir tanesi vardı ki metal alaşımı kadar sertmiş gövdesi. tahtakuruları filan bulaşmazmış hiç. dışardan hiç belli etmiyordu tabii.

*

neyse efendim, bu light turdan sonra kampa döndük ki bize "10 dakika içinde tekrar çıkılacak, hızlıca hazırlanın" dendi. bir acele üst baş değiştirip geri döndük, bindik arabalara. karanlıkta bi 10 dakika yol gittikten sonra çalılığın diplerinden fenerler görünmeye başladı. kocaman bir mangal kurulmuş. kamp işletmecisi peter ve anita, fotoğraf çekip arada bir bol nükteli laflar eden rob, biz ve aynı gün gelen diğer balayı çifti koltuklara dizildik. yemek öncesi bir şeyler içip sohbet ettik.

bu diğer çift de londra'dan geliyordu. ben bu kadar hırslı bir insanlar görmedim diyebilirimi ikisi de finansçıymış ama yeterli açıklama değil. barbie ve ken gibiydiler. gelin hanım amerikalı, iki yıl hiç tatile çıkmayıp 4 haftalık izni biriktirmiş. 6 ay öncesinden her hazırlığını bitirdiği bir paris düğünü ve üstüne de bu tatili organize etmiş. onlar da bizim gibi devamında okyanus kenarına gideceklerdi; ama zanzibar'ın ana adası unguja'ya değil, dalgıç cenneti, yavru pemba'ya. gelin dalmayı, damat kışın kayak yapmayı seviyormuş. kızımız damadın hatrına kayak yapmayı öğrenmiş ve her tatil dağlara çıkmışlar; ama bu tatili ayarladıktan sonra "sıra sende" deyip bir de ona tüm kış gideceği bir dalma kursu hediye etmiş. tek ümidi damadın hoşuna gitmesi, bundan sonra birlikte gezmeleri ve amerikada sık sık yaptığı gibi, okyanusa gitmekti. damatsa "meeh.. yani... ben havuzda dalmayı hiç sevmedim. okyanusun NE FARKI OLABİLİR Kİ?" diyen bir hanzoydu. gelinin fetiş derecesinde sualtı tutkusunu görseniz, fobiniz olsa bile "tamam canım, bi denerim" filan derdiniz, öyle bir seviyor. üstelik daha önce pemba'ya giden herkes övgüyle anlatıyordu; ama adam hep "yanii işte.. havuz.. meeeh.." dedi! tabii benim "tatil planlarını dağlara doğru manipüle etmek isteyen bencil bir hanzo" gördüğüm yerde gelin aşk  görüyodu, "aa öyle konuşma, seveceğini biliyorum" diye alttan alta adamı işliyodu.

gecenin bombası, "ay camiler filan, istanbul'u çok merak ediyorum!" diyen 4 kişiden 3'ünün Türkiye nüfusunun ağırlıklı müslüman olduğunu bilmemesiydi (sarkastik rob dahil) ki amerikalı gelinimiz bile şaştı buna. "e cami diyosunuz ya işte?" filan dedim anca, insan kitleniyor. çok garip ya. insan daha çok "hayır deve tepesinde kebap yiyip göbek atmıyorum!" savunmasına geçmek üzere reflekslerini bilemiş oluyor galiba, bu kadarıyla başa çıkamadım.

neyse, konu dağıldı. akşam yemeğimiz swahili mutfağından seçmeler olduğu için, bol baharatlı tavuk, soslu balık, tabii ki hafif lapa pilav filan vardı. gayet lezzetliydi, ben zaten çok yemek seçen biri değilimdir. şarap da her zamanki güney afrika seçkilerindendi ve çok güzeldi. tatlı yiyemedim, ölürdüm heralde; ama kampın en güzel öğünü kesinlikle tatlılardı hep. güzel bir son gece yemeği oldu.
 
kampa dönünce, odamıza hemen giremedik - kapımızın önünü bir su aygırı tutmuştu! az geri çekilip gürültü filan yaptık, ağır ağır uzaklaştı. biricik çadırımıza ulaşınca, bi gece önceden el süremediğimiz sevgili moet'yi açtık ve son gecemizde, ay ışığı altında hakkından geldik.

1 yorum:

gülş dedi ki...

benekli su aygırı benim olsun ya.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker