18 Temmuz 2012 Çarşamba

gün 1: yarım günlük tur

Gün 1: Selous Game Reserve, Tanzanya. Program: yarım günlük safari.

Şimdi efendim, buralarda safariye safari denmiyor. bizim yaptığımız şey "game drive" idi, yani arazi aracıyla hayvan takibi. safari çok daha uzun bir "sefer" olduğundan ve 60larda ilk başladığı zamanlar avlanmayı da içinde barındırdığından, bi nevi "politically correct" versiyonu bu kelime olmuş sanki. ben öyle anladım.

Neyse, daha önce de bahsettim, gün tam 12 saat, 6:15 dedin mi güneş doğuyor. Sabah 6'da oda servisi kahve-çayla bizi uyandırdı. Bej-kahve tonlarındaki safari giysilerimizi ve ince kazağımızı giydik, bi kat güneş kremi, üstüne birkaç kat sinek ilacı sürdük, şapkalar, dürbün, su matarası ve tabii ki fotoğraf makinesi yüklendik, savaşa hazır vaziyette odadan çıktık. Bu ince kazak kısmı çok mühim, sabah ayazında henüz kahvaltı etmemiş, uyku sıcaklığından ayılmamış halde, her yanı açık arazi arabasında giderken onu çok seveceksiniz. Arabada sinek ilacı, dürbün ve tabii ki tonla su filan vardı; yani matara kısmı gereksiz oldu; ama iyi ki dürbün almışız; çünkü tek dürbünle sırayla bakmak filan mümkün değil. Bu arada normalde bizim araç diğer misafirlerle paylaşılacaktı; ama hem başka gelecek kişi olmadığı için hem de balayı çiftiyiz diye özel araçla gezdik. yine de kalınacak yere mutlaka "shared" mi, özel mi diye sormak lazım.

şimdii, giriş bilgileri: Rehberimiz 7 yıldır bu işte çalışıyordu. Tanzanya'nın kuzeyinde vahşi yaşam rehberliği okulları varmış. 1 yıl  sertifika, 2 yıl diploma, 3 yıl lisans olmak üzere farklı seçenekler varmış. kendisi 2 yıllıktan mezundu. ayaklı fauna rehberi gibiydi. rehber mühim şey, yoksa varlığını kamuflaja borçlu onca hayvanı, sık çalı ve ağaçlar arasında sizin çıplak gözle görmeniz mümkün değil. hatta ben bazen dürbünle bile göremedim. o yüzden rehberin eğitimi ve  deneyimi  kadar, bölgeyi bilmesi de önemli. ne nerde olur, ne zaman olur, kitapta yazmıyor. sonuçta arabayı kullanan o, hiçbir tabela yok ve siz bölgeyi hiç bilmiyorsunuz. bir sonraki postta bunun önemi anlaşılacak.

neyse, kuzey bölge malum, serengeti. bir süre orada çalıştıktan sonra 1 yıldır selous'daymış kendisi. serengeti'yi şöyle özetledi: iyi yanı, hayvanlar '60lardan beri gördükleri için arazi araçlarına fazlasıyla alışık, dibine kadar girebiliyorsun ve kaçmıyor. kötü yanı: muhtemelen dibine giremiyorsun çünkü hayvanın etrafı en az 20-30 arabayla çevrilmiş durumda. hele ki yoğun sezon zamanı işkence olabiliyormuş. bizim selous her ne kadar sakin olsa da hayvanlara yaklaşmak mucize gibiydi. yaklaşmak derken, dibine girmek değil, görebilmekten / bol zoom'lu fotoğraf çekebilmekten bahsediyorum. tercih sizin; ama bilerek gitmek önemli, hayal kırıklığı yaşamayın. uzanamadığı ciğere mundar demek gibi olmasın; ama serengeti'yi açık hava hayvanat bahçesi gibi anlattılar, teselli oldu. mesela biz asla bir zebraya yaklaşamadık (bi sefer hariç); e çünkü o bi zebra, tabana kuvvet koşuyor, dursa garip. neyse, ben size güneyi anlatayım, kuzey zaten belli.

bekar impala bey
sabah arabamız bir iz takip ederek ilerliyodu. ben teker izi sandım, su aygırıymış. bacakları ayrık olduğu için nerdeyse arabayla aynı iz. sabahın erken saatlerinde ilk gördüğümüz şey impalalar oldu. bir çeşit antilop kendisi, pek bi narin. bizim kampın civarında da çok vardı. sürü tek erkekli bir harem olarak dolaşıyor, etraflarında da her daim bi grup bekar erkek oluyor, fırsat olursa haremi devralmak için. fotoğraf filan ekliyorum ama süpersonik cihazlarla gitmediğimiz için elinizdekiyle yetininiz. benim çekemediğim her şey google'da mevcut. açıkçası o kadar ürkekler ki böyle şaşkınlıktan donakaldıkları haller dışında daha çok popolarını görüyorsunuz. popolarında da siyah bir M harfi var, o yüzden kendisine "mcdonald's" da deniyormuş.

roller
bir diğer güzellik kuşlar. roller denen renkli kuş, iri bir kelebek gibi. çiftleşme zamanı havaya fırlayıp taklalar attığı için bu adı almış. olmadık yerlerden havalanıyor, kanadı parlak bir mavi. küçük kuş zaten çok severim, her görüşümde mest oldum. yabani kumrular da çoktu, çift haldeler hep. bir de adını kesinlikle hatırlamadığım; ama yılbaşı ağacı süsü gibi yuva yapan ve var gücüyle, her daim şakıyan bir kuş vardı. bu yuvalar her yerde, kaçırmanız imkansız. "bu kadar gürültülü hayvana yırtıcılar saldırmıyo mu?" diye sordum, saldırıyomuş ama bazen de sesten korkuyolarmış, yankılanıyormuş. doğa garip bir şey ve sizin garip bulduğunuz her şeyin bir mantığı var.

sinsi ağaç
açılışımızı bu ağaçla yaptık: candelabra. rehber ağaca bir taş attı ve her yerinden bembeyaz reçine damlamaya başladı. bu reçine zehirliymiş; su aygırı, fil gibi hayvanlara felç geçirtebiliyor. türünün en beteri. insan teninde anında yanık izi gibi yapıyor, göze değerse kör ediyor. hatta "kanarken" ağaca fazla yakın durursanız asitli kokusu boğazı yakıyormuş. yerli halk bu ağaçtan yaptıkları oklarla balık avlıyormuş, kendinden zehirli tabii. devamında minik pembe çiçekler gördük. "aa rozet bu!" filan diyodum ki ı-ıh. bu da zehirli. aynı şekilde, dokunduğun an lenf sistemine etki edip uyuşturuyor, felç ediyor filan. bunlar biraz da "her gördüğüne atlama, her şeyle elleşme" notumuzdu.



"3 metreye kadar yükselebilir" adlı eser
bir sonraki durağımız "termite mound" denen, bir nevi devasa karınca yuvası. belgeselini izlemişler olarak pek bir heyecanlandık. şimdi karınca deyince insanı kaşıntı basabilir; ama bunların insanlarla işi yok, tahta kemiriyolar genelde. efendim içinde tabii kral ve kraliçe karıncalar var, el kadarlarmış. kraliçe mütemadiyen yumurtluyor, işçiler de habire bu kuleyi yükseltiyor. kaskatı, beton gibi. içi hem yuva, hem de mantar tarlası! karıncalar selüloz sindiremedikleri için bitkilerden tam fayda alamazmış. bu tepenin dibinde selüloz sindiren mantar yetiştiriyolarmış. karıncayiyenler filan sıkça saldırıyor, koloni hemen yama yapıyor. eğer başarılı bir saldırıysa boşalan bu kule daha sonra yılan, kemirgen yuvası filan oluyor. koloni dağılıp yuva öldüğünde, yerli halk bu sağlam malzemeden tuğla yapıp evinde kullanıyormuş. her ağacın dibinde, yol kenarlarında bir heykel gibi, bir küçük tapınak gibi yükseliyordu. böcekleri sevmeyebilirsiniz; ama gökdelen dikip tarım yapan versiyona saygı duymak kaçınılmaz. bu yüksekliğe 3 ayda gelmesi de dip not.

 neyse efendim, bu dolanıp durmalardan sonra onlarca kuş yuvası olan bir ağacın yakınına arabayı park ettik, kahvaltımızı ettik. bu arada hava bulutlu olmasına rağmen biraz daha aydınlandı. haliyle bu ot-kuş-böcek maceramız çeşitlenmeye hazırdı.

arabayla o impala senin, bu kuş benim gezinirken, akbaba gördük. buralarda akbaba "action" demek. tam gaz o tarafa sürdük. bir anda 14 tane yabani köpek (yaban köpeği?)! yeni avlandıkları için hepsinin karnı iyice şişmiş, gölgede dinlenen bir aile. bizden korkmayan tek hayvan, sahiden köpek gibi, sopa atsan getirir gibi. Sadece Afrika'da yaşıyormuş; en yüksek sayıda oldukları yerlerden biri de Selous. Etçil olan memeliler arasında tazmanya canavarından sonra en güçlü ısırığa sahip hayvanmış; ama biz gördüğümüzde oldukça uysal ve hatta oynanabilecek gibilerdi. kamp alanındaki diğer misafir olan fotoğrafçı rob sabah 6dan itibaren bölgede yabani köpek arayıp bulamazken bizim 14'lü aileye denk gelmemiz şans oldu.

bu arada habire sinek ilacı sürdük, yeniledik, tazeledik. arabada gitmediğiniz sürece kaçışınız yok, çeçe sinekleri ısırıyor. "ısırmak" doğru tabir; en saçma yerlerinizi ısırıp acıtıyor, saplanıp kalıyor, rahatsız edici bir hayvan. uzaklaştırmak da imkansız. en son, arabanın en rüzgarsız yerine saklanıp bizle seyahat ettiklerini ve her duruşumuzda saldırdıklarını fark ettik. ısırılıyorsunuz, şişiyor, kanatana kadar kaşımak istiyorsunuz filan. onun için ısırık sonrası kremler en mühim şey.


 zürafa komik bir hayvan, genellikle kuru birağacın, çalının filan arkasına saklanıp şekildeki gibi sizi izliyor. böyle yazınca normal gibi; ama değil, bakışıyorsunuz. hızlı koşabilen ama genelde süzülerek hareket eden bir hayvan. eğer bakmakta ısrarcıysanız, "of iyi ben gidiym" diyor ve aheste bir şekilde, salınma- süzülme arası bir şekilde koşuyor. büyük, çok büyük. tekmesiyle aslan öldürebilen; ama bir yandan da su içmek için her eğilişinde kalbi durma noktasına gelen bir hayvan. yavru varsa, hep biraz uzağındalar; yırtıcı hayvanlar anne-babayı görüp yakalamasın diye.


zürafa denen bu güzelliği görmenizi sağlayacak şey: akasya çalısı. azot açısından çok zengin olduğu için hem hayvanlar tercih ediyor, hem de etrafındaki toprak çok verimli oluyor. bu sipsivri dikenlerinin içi bir tür böceğin yuvası, barınma karşılığında zürafaların burnunu filan ısırıyormuş. her şeye yetişebilecek bir hayvanın bunca zahmete rağmen akasya diye diretmesi de ayrı bir olay.



sonra efendim, büyükbaşlardan, "çamurda serinleyen yaban domuzu ailesi":


(AGHHH! yazı bitmek bilmiyor. iyiydi güzeldi diyp kesmek üzereyim.)

Efendiiiim, hava iyice ısınınca, öğlen 1 gibi kampa geri döndük, yemek yine pek bir güzeldi. saat 4'e kadar dinlendik, anca kendimize geldik. arazi aracı insanı aptala çeviriyor. bu sefer kampın hemen yanındaki nehir boyunca dolaştık, gün batımına kadar 1-2 saat geçirdik. balıkçı kartal denen bir kartal türü var, sadece balıkla besleniyor. diğer kartallara göre 2 kat daha fazla yaşıyormuş, kırmızı et yerken aklınızda olsun. araçla dolanırken, ayağım büyüklüğünde kemiklere denk geldik, kafatasını da görünce anlaşıldı ki zürafa. ayağım kadar olan şey boyun omurlarından biriymiş.

su aygırlarının bitmeyen haykırışları eşliğinde turumuzu attık. nehir kenarında 1800lerden kalma bir köyün kalıntıları da vardı, yüzeyde seramik parçaları filan bulmak mümkün. toprak kayması çok sık olduğu ve dere yatağı böyle genişlediği için, tahmin edilen şey köyün bu şekilde yok olduğu. yakınımızda bir mezar taşı vardı, köyün esas merkezinin de şu an nehrin ortasına filan denk geldiğini söyledi rehber.


Dolandıktan sonra kendimize açık bir düzlük seçtik, portatif masamızı kurup serengeti biralarımızı açtık, gün batımını beklemeye başladık. çok bekletmeden, tüm renkleriyle geldi, tüm göğe kuruldu. 360 derece fotoğraf çekebilmek isterdim, tarifi zor bir şey. ufuk çizgisi nerdeyse ayağınızın altında.

arkamızdaki manzara, önümüzdeki manzara
sonrası kamp. akşam yemeğimiz nehir kenarına kurulmuştu, etrafı da minik fenerlerle aydınlatılmıştı. nehir kenarı dediğim, zevkle suda oynayan su aygırlarından 20-30 metre mesafede yemek demek. dolunay varken, tüm nehirde parlıyorken yemek zaten çok lezzetli geliyor insana.

ertesi gün, büyük gün: tam günlük tur. erken yattık ki enerjimiz olsun. çok çok iyi bir kararmış.

3 yorum:

ikinehir dedi ki...

bu roller kusunun fotograflarina baktim, bence en guzellerinden biri bu senin koydugun. sen cektiysen eline saglik, bayildim.

deryik dedi ki...

ikinehir: ay teşekkür ederim, çok sevindim! evet ben çektim :)

gülş dedi ki...

deryik, fotoğraflar gerçekten inanılmaz, ellerine sağlık, roller kuşa aşık olmuş olabilirim. ayrıca karınca yuvası konusunda ciddi anlamda dehşete düştüm, biz de daha piramitleri yaptık hoho diye insan ırkını bir şey zannetmeye devam edelim valla.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker