5 Şubat 2012 Pazar

aztek

şehrin ortasında huni formlu bir seramik fırını, yanında binalar, duvarlar. sıkışmış gibi görünüyor. yıkılmamış, metal bir tabela yerleştirilmiş: "londra'nın 19.yy'dan kalan tek seramik fırınıdır."

böyle ayrıntıların bana verdiği mutluluğu anlatamam. iş sadece "yıkmadık" değil. ne yıkılmamış yapılar biliyoruz, ötenazi için yalvaran hastalar gibi terkedilmişler. iş anlatmak, tanıtmak. her gün yanından geçip de bilmediğimiz binlerce ayrıntının, bir zahmet işte böyle minik bir tabelacıkla bize anlatılması. merakımıza, öğrenme isteğimize bir şans verilmesi. O orada dursun, merak edebilen görsün; ama orda bulunsun. Ankara'daki büyük caddelerin girişlerinde caddeye adını veren mümtaz şahsiyetlerin kısa hayat hikayesi olur. Muhammed Ali Cinnah, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, diğerleri. bu bile, bu kadarcığı bile bir şeydir aslında. Beni ülke başkanlarından çok katledilen gazeteciler etkilemişti küçükken. O tabelada "öldürüldü" yazmasına, küçük bir çocuğun bunu okumasına izin vermeli şehirler.

Çok isterdim mesela, şu güzelim İstanbul'un "fırıncı yokuşu" vb isimli sokaklarının bir kenarında "eskiden burada şöyle böyle bir fırın vardı, şu tarihlerde tüm mahalleliye her gün taze ekmek yaptı" yazsın. Sahiden isterdim. Aranavutköy sokaklarının isimleri bile oranın eskiden nasıl bir köy olduğunu anlatabiliyor çünkü. Ayazmadere caddesi'nde yürürken, "burada ayazma mı varmış, dere yatağıymış demek ki, dere kenarına ayazma mı yapmışlar?" diye kendi kendime düşünmek yerine, bir ufak izahat isterdim. O zaman daha iyi tanışırdık şehirle. Mesela Narmanlı Han'ın girişinde yazıyor: "Yazar Ahmet Hamdi Tanpınar burada kalırdı" diye. Bunu bilince, canlanıveriyor o atıl bina, güneş açıyor.

Belki, o zaman bu kadar hunharca yıkılıp, yenilenmezdi her şey. Dümdüz ettikleri şeyin harita üstü parsel değil de bir zamanların tonton fırıncısı olduğunu düşünürlerdi belki. azıcık saygı gösterirlerdi. Ne bileyim, Markiz'in vitrinine neon tabela yerleştirmeye cüret eden dangozlar gelmeden önce belediye, "burada eskiden Türkiye'nin edebiyatçıları sanat konuşurdu" yazsaydı belki daha farklı olurdu. Bir ihtimal. Her daim satışa çıkarılan, mecidiyeköy'deki likör fabrikası'nın tekel müzesi olması hayalim ise, buralara sığmaz. zaten bu hükümetten böyle bir "şehircilik" beklemiyorum. dindar nesiller yetiştirme hedefi, şehrinin tarihini alışveriş merkezine dönüştürmekten utanmayı gerektirmiyor, bilakis: betonu severiz, yeniliğinden gayri.

Hoş, pek bir şanlı Osmanlı tarihinden kalanları bile koruyamayışımız, tabelalar üstü bir durum. Topkapı ve Dolmabahçe'nin duvarları çatladı. Haydarpaşa yandı. daha eskilerden Yerebatan ciddi bir tehlike altında ama henüz çökmediği için derdimiz değil. Aya Sofya, garibim, kendi kendine ayakta, direniyor. Bize rağmen yani. topkapının üstüne de "bu bi saraydır" tabelası asacak halimiz yok ya? veya belki de asmalıyız ; ama yapıya değil de cüret edenlerin alnına çivilemeliyiz? nefret doluyorum. Ayrıca Anadolu genelinde Selçuklu eserlerinin tamamı unutulmuş, sefil bir halde. O bile miras değil yani. Hiçbir şey, yeniliğin o beton kokusu kadar çekici gelmiyor.

Kariye Müzesi'ne gittim nihayet, benim ayıbım. Bak hepimiz böyyyük böyyyük hükümdarı Fatih, kıyamamış o mozaiklere. Alçıyla sıvatmış, panolarla kapatmış. Kazımamış, kırmamış, yıkmamış. Tabelalara gerek kalmadan özenle korumuş ona kalan mirası. Bu övünülecek bir şey de değil, minimum şart aslında, hatta belki hilafet öncesi dönem diyedir bu kadarla kalması. Tabii Fatih'in bunu 15. yüzyılın son çeyreğinde düşünebilmesiyle bizim 21. yüzyılın ilk on yılında şehrin içine etmemiz kıyaslanabilir.
*

bu arada: şu dindar nesiller yetiştirme mevzuu sahiden damarlarımı büzüyor. İman kişiseldir diyen bir dine mensup olduğunu iddia eden bir başbakanın bunu söylemesindeki oksimoronu geçiyorum; benimle ilgili ne düşündüğüne takıldım. Dinsiz olan ve bunu gayet normal bir şekilde söylemekten çekinmeyen ebevenlerin dinsiz çocuğuyum. Benim için normal bu, ne altı çizilir, ne üstü örtülür.  günlük hayatta "allah korusun" diyorsam, ağız alışkanlığındandır, sahiden pek bir din nosyonuna sahip değilim. İlkokuldan itibaren aldığımız dersler hariç, başka yerden de bir bilgi edinmedim (anneannemin dua mırıldanmalarını saymıyorum). Haliyle kayıp kuşak filan değil, resmen "kayıp aile"yiz. Torunlar da çok farklı olmayacak. Hepimiz anneannemlerin kurbanlık koyunlarının sırtında sıratı aşamayacağımıza göre, başbakanın benimle ilgili planlarını ivedilikle öğrenmek istiyorum. benim gibi binlerce insan var, zinhar dindar nesil yetiştirmeyeceğiz; zaten istesek bile nasıl olduğunu bilmiyoruz, beceremeyiz. dolayısıyla, kısırlaştırılacaksak şimdiden bilelim bence.

Bu ülke büyük, kocaman bir kahvehane. Yandan çarklı ceketiyle ağır abimiz ne derse, o olur - icabında.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Deryik, ne guzel yaziyosun.. hep boyle kalsin bu blog. cok cok seviyorum yazilarini, hemen her gun ugruyorum, sen bi gun atlayinca tuh yazmamis bugun diyorum.

mermaid dedi ki...

Vicdan diye bir şey var ama başbakanın haberi yok:)

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker