taklalarlarlar. güvercin takla. güvercinin takla atabilen bi hayvan olması, insanoğlunun bunu keşfetmesi, izlemekle yetinmeyip hayvana bunu öğretmeyi kafaya takması filan... küçük prens'in tilkisi halt etmiş. esas evcilleştirme budur. sıkıysa tilkiye takla attır. neyse.
aayy ay - ankaradaki günler koşturarak, kızarak, gülerek, şaşırarak, çok severek, sevilerek ve olması gerektiği gibi geçti 2011'e çok laf etsem de, aslında haksızlık etmemem gerekir, canımı sıktığı zamanlara oranla genelde ellerinde çiçeklerle gelen bi yıl oldu. aldı- verdi, yaptı kendince bi şiler işte.
ankaraya gidip geldiğimde başka bir ülkeye gitmiş gibi kopuyorum gündemden. başbakanlığa ve çankaya köşküne yakın bi evde oturan bendeniz için (biz ankaralılar hep iktidara yakınızdır ho ho ho) ironik bi durum; ama güzel. yıllardır gazeteleri online okuduğum için radikalin "yeni" boyu benim için hâlâ yeniliğini koruyor. elime alıp okumaya başladığım an, kırmızı koltuk programının o nostaljik efekti gibi: SBAMK! Varan 1! SBAMK! varan 2! sırayla saçmalıklar diziliyor önüme, dizi dizi inciler. tesbih olsa çekmezsin, öyle bir şey. gazetenin suçu yok, gündem böyle. insanın içi kararıyor. enseyi karartmamayı becerelim diye kalemine kuvvet yazan gazeteciler var allahtan.
*
biz lisedeydik, miniktik, ankaradaki küçük tiyatro'da mahmud ile yezida'yı canlandırmıştı okuldan bir ekip. ışık ve sese kadar herkes öğrenciydi. daireler daireler ve dairelemeler - en net hatırladıklarım. o zaman da "bir küfür olarak yezidilik" vardı heralde; ama benim ilk tanışmam o oyunla olmuştu. dairelerle. murathan mungan'ın ilk kitabıymış, şimdi google söyledi. ben mi heyecanlıydım, oyunu hazırlayanlar mı bilmem; ama çok etkilemişti. hatta bakın yalnız değilmişim, yıl da 2001'miş. 40. gün doldu yezida. ben hafızamın neresine saklamışsam bu oyunu, oynayanları, küçük tiyatronun büyük sahnesini, hepsini, hükümetin ileri gelenleri yezidilik için her ağzını açtığında etrafımda daireler beliriyor. daireler içine hapsoluyoruz, daralarak boğuyor bizi daireler. sahiden, mahmud ile yezida'nın o genç ve güzel anısına değecekler gibi, değseler her şey kirlenecekmiş gibi irkiliyorum.
çok meselemiz var be blog. yine çok birikti. bak yine ufacık keseler kocaman küfelere dönüştü, doldu da taşıyor. içişleri bakanı edebiyattan ve şiirden nefretle bahsederken, "kalem kılıçtan keskindir" deseydi tam olacaktı. işte orada zirveyi görecektik; ama böyle bir atasözü ve deyimler birikimi beklemiyorum. daha ziyade argoya kaçan jargon potansiyeli var. kişi olarak değil efendim, hayır, asla.
ne de olsa faşizm, pek de bireysel bir şey değildir. bugün herkese her şeyi söyleyebilirsiniz. dilerseniz yezidiliği bir küfür gibi kullanabilirsiniz veya "affedersin eşcinsel" filan gibi güzellemeleriniz olabilir; ama bir bireye faşist diyemezsiniz veya "faşizme inat kardeşimsin hrant" diye haykıramazsınız veya bir duvara "kahrolsun faşizm" yazamazsınız. konu faşizm kelimesinin cümle içinde kullanımı olunca akan sular durur. hani insan evinin yolunu düşünmeden bulur ya, artık sahiden refleks hale gelmiştir, omuriliğiniz sizi eve götürür, öyle bir şey faşizm. düşünmeden faşistiz, evimizin yolu bu sanki. ne kadar ayıp oysa blog. şu toprağın yaşına hürmeten, üstünde yaşayanlara bu kadar da ayıp edilmez aslında. böyle de romantik bir "ayıp oluyor" seviyesindeyim, n'aparsın.
*
ne bileyim be blog, çoktan alışmamız lazımdı bunlara. azıcık teflonlaşmamız lazımdı, hoopp diye kayıp gitmeliydi bunlar üstümüzden. reel politik. siyaseti de bilicen, dini de bilicen, tüm kurum ve kuruluşları bilicen, bunlar böyle, ne şaşırıyosun, seni gidi saftirik taze. bilicen ki alışıcan. alışmamış kıçta don durmaz. atasözü, evet.
kazanılan HES karşıtı davaların sayısı 50'yi geçti ya, şaşırmasak o davalar da açılmazdı gibi geliyor. "bunlar böyle kardeşim" deyip bıraksak, bir avuç güzel insan deli dürtmüş gibi kendini bu davalara adamasa, her şey reel ve politik gitse, şimdi sevinçli şaşkınlıklarımız olmazdı. o yüzden yani, sahiden ondan. içişleri bakanı gün gelip de bana sorarsa (neyi sorar bilmem; ama eminim o bilecektir), "şaşırmak içindi" diyeceğim. alışmayıp şaşırmak için. alışmayı, omuriliğimize otomatik faşizm enjeksiyonunu reddetmek de bir haktır, yeri ve zamanı geldiğinde.
*
bu da böyle bir yazımdır. yazmayı düşünüp de vazgeçtiğim onca şeyin süsüdür. bi de çok yorgunum be blog. sana yalan borcum yok ya.
27 Aralık 2011 Salı
22 Aralık 2011 Perşembe
breh.
melih gökçek cezayir anıtı dikecekmiş. "sen önce şu metroyu bitir!" demiyorum, hassas vatandaş. mesela şunu diyebilirim ama: üzülmeyiniz, âlâsını cezayirliler dikti zaten. üstelik dikerken konunun ne olduğunu da biliyolardı. neyse.
politikayla popülizm birbirine çok yakın şeyler, simbiyotik şeyler. biliyoruz bunu. yine de şu aralar yaşadığımız hezeyan bana garip geliyor. bir 6 ay sonra da aynı coşkuyla ABD senatosunu seyredeceğiz, her yıl olduğu gibi. bunu ısrarla unutup pır pır heyecanlanmamızı anlamıyorum. elin fransızı yasak dedi diye ermenistan'ın ihya olmayacağı veya ikili ilişkilerde devrim olmayacağı açık. ermenistan'a ne rica ederim, fransızların bilmem ne kararı? iki gün kutladılar diyelim, üçüncü gün? elin fransızı bizi de onları da umursamıyor ki. her iki taraf da bunu anlayamadık: umrunda değiliz. biz fransayı umursuyoruz diye o da bizi umursuyor demek değil.
aynı şekilde e.bağış "kapak olsun" dedi diye, sarko onu twitter'da takip ediyor ve türkçe biliyor demek değil.
1998'de fransa ermeni soykırımını tanıdığında oouuuvv fırtınalar koparsa kopsun aylar geçirdik. sonuç: fransa AB'deki ikinci en büyük tekstil ihracat pazarımız. 2006'da bir "cezayir soykırımının inkarı suç olsun" tasarısı meclise gelmiş, taslak kanunlaşamamış. ama nolacak, biz pal sokağı çocukları olarak daha uzağa olmasa da, en azından aynı uzaklığa işeyebildiğimizi gösterdik! bu bize yeter! o tarihlerde bendeniz, türkiye kamuoyunu geçtim, meclisteki 550 kişinin yüzde kaçının cezayirde ne olup bittiğini bildiğini merak ediyodum. aynı şey, fransa meclisi için de diğer taraftan geçerli. oy farfara farfara: hep aynı ateş aynı şalvara düşüyor, sonra işte ağzımız dilimiz kuruyor filan. her nakarat yazıldığı gibi coşkuyla okunur.
oysa biz o hiç sevmediğimiz fransayla aynı sakızı çiğniyoruz bak: "tarihi tarihçiler yazsın". ah keşke öyle olsa şeker. tarihçiler böyle masalcı amcalar gibi ,adile naşit gibi, köşelerinden bize tonton hikayeler anlatsalar! keşke öyle olsa da rahatlasanız azıcık. "tarihi tarihçiler yazsın" demek kadar büyük bir hakaret yok bir millete. niye canım kardeşim, senin 70 milyonluk halkın, ne yaşadığını bilmiyor mu? bilmiyorsa kim unutturdu? bu kadar mı andaval görünüyoruz ordan? ha yok tarihçiler yazacaksa, aklınızda olsun, tarihçiler devlet arşivlerinde çalışır. açsanız fena olmazdı.
neyse buralara girmiyorum. cezayir'i öğrendiğimiz iyi olmuş, darısı ruanda'nın başına. dünya haritası üstünde bir seferde yerini gösteremeyeceği ülkeleri sezonluk bir aşkla kucaklama ikiyüzlülüğümüzün son örneği olan somali, yerini elbet runadaya bırakacaktır. öyle gerekiyorsa, alet edilecektir. fransa bizi alet ediyorsa biz de elimizin altında, en yakındaki bizden sefil ülkeyi alet ederiz. n'olcek yani. icabında, racon!
benim içimi burkan şey, ermenistan ve türkiyenin adam olup da "bizim meselemizi biz konuşur, biz çözeriz" diyemeyişi yüzünden elalemin seçim sofrasına böyle meze oluşumuz. bu kadar haysiyetsizliği kabullenerek 100 yıl geçirip de sonra "ben de heykel dikerim laan! ben de boykot ederim beaa!!" demek, sahiden gerizekalıca geliyor bana. köprüdeki iki keçi masalını küçükken boşuna anlatmadılar bize, bi bok anlamamız bekleniyodu. zırlayan veletler gibi "annneee önce o furduuuuuaaaa" demekle ülke yönetilmiyor. sözüm her iki tarafa da. ayrıca dışardaki diasporaya da. hepsine ve herkese. bıktım ben bu anlı şanlı inatlarımızdan.
bu konuda bir şey yapılabilme ihtimali, umudu, benim için hrant dink'le birlikte bitti. hrant dink'in ne olduğunu bile anlayamadığımız için. tüm bu rüzgarlar eserken benim aklıma sadece ve hep hrant dink geliyor.
dink'i anlayan birçok insan, adı geçer geçmez esen linç rüzgarını durdurmak için, o meşhur videoyu hatırlatıyor. bir panikle, "vurmayın ona, bi dinleyin" demeye çalışıyor(uz). evet, hrant dink çıkıp, onu orda gördüğü için içlenen tüm avrupalılara ve diasporaya, "kendi işinize bakın, bu iki ülkenin meselesidir, bize bi nefes aldırın" demişti. "bi bırakın, az susun da biz konuşabilelim. biraz susun". hrantın fransız gazeteciye "sen ne bilirsin ki?" deyişi bile kendi üslubuncaydı, "bana zorla tercih yaptırma, kelimelere saplanma" derken, "önce kendi hesabınızı verin, bizi çıkarınıza alet etmeyin" derken, bu "derbi izleyen vasat seyirci" hevesinden nefret etmesi de kendinceydi. çok da haklıydı. yoksa öyle "kapak olsun" demekle olmuyor. elin fransızının bize, size, onlara verdiği kimlikleri, bu konuda bir ermeni olarak reddedebildiğiniz zaman, işte o zaman oluyor.
o sadece kuru gürültü sussun istedi. tabii bunu derken, tüm kalbiyle, o sessizlik nihayet oluştuğunda konuşmaya yanaşacak insanlar oluğuna ,her iki tarafta da, inanıyordu. sizi bilmem; ama beni, benim gibileri, bizi de inandırmıştı. hrant dink, konuşabilme ihtimaliydi. yitirdik. (koca bir adamı, iki satır çarpık haberle harcayan, "onu demiş- bunu demiş"çilere de 11 bilirkişinin yargı raporunu okumalarını öneririm. yetmezse ilkokul bir türkçe dilbilgisi de iyi bi başlangıç olur).
öyle işte. 1 ay sonra, hrant'ın 5. yılı. biz ve ermeniler ve fransızlar, aynı rezil noktada, aynı sakızı şişirip şişirip patlatıyoruz. öyle de şekeri kaçmış bir sakız ki ben bu çiğneme hevesimizi de anlamıyorum. heykel dikerlermiş, ceza keserlermiş, hepsine, hepimize birden: breh breh breh.
asap bozucu olan, mütemadiyen girdaplara karşı yüzmek ve üstelik: bunu bi bok sanmak.
21 Aralık 2011 Çarşamba
otuz.
saç diplerim kaşınıyor. bunu en son bi 9 ay önce filan yaşamıştım: stresten saç diplerim hatır hutur kaşınıyor. kaşımamak için avuç içlerimi saçıma sürüyorum. bu sefer saçlarım statik elektrik anıtı gibi dikiliyor, çok şirin. bugün ofisimizin sevgili genci ipek "deryaanım.. şey...saçınız..." diyerek, tüm acıma dolu sesiyle beni uyardı. gerçi ben o sırada "NEVAĞĞRR?!" da diyebilirdim. ofiste tam 10 manyak gücündeyim çünkü, mütemadiyen sinir harbi. sabrımın sonundayım, bu halimden, bu kükreyişlerimden, söylenişlerimden nefret ediyorum. sadece iki şey geçiyor aklımdan: "istemiyorum" ve "gidelim burdan". özellikle sonuncusu. mevsimi geldi.
bizim ankaradaki apartman numaramız 41. ne garip di mi blog. annemlerin evlilik günü de 21 ocak. sayılar ne tuhaf derecede akılda kalıyor veya kalmıyor. sayı başlı başına garip bi şi zaten.
*
bilmem farkında mısınız, Tahrir yine ayakta. bu sefer kadınlar için. polisin dövdüğü, soyup sokaklarda sürüklediği kadınlar için, kadınların onuru için, kadın erkek sokakta. yani tek sebep bu değil tabii - cumadan beri 14 ölü ve 900 yaralı var; ama işte her durumun bir son damlası vardır. 19 yaşında gencecik bir kadın, polisin kasıtlı dayağıyla karnındaki bebeğini kaybettiğinde, biz bunu yapmadık. var gücümüzle sokağa çıkmadık, bizim için yine (aynı o dayak yiyen güzelim gibi) öğrenciler çıktı sokağa. bizim hiç son damlamız yok blog. biz tam taşacakken, el birliğiyle boşaltıyoruz zaten haddinden fazla derin olan bardağımızı, kovamızı neyse artık. sıfırlıyoruz. atıyoruz üstümüzden tüm damlaları. en fazla, öğrencilerin başından aşağı döküyoruz. öğrencilere sayıp sövüyoruz ya, şuncacık halleriyle bizim vicdanımız olmaya devam ediyolar.
mısırda kadınlar "bu katılımdır, gösteri değil!" derken, "koruyacağına soyuyor!" derken, diyebilirken işte, umursuyorlar. hani, nerdeyiz çok affedersiniz, karakolda bir kadın dövülürken, özürmüş gibi "konsomatris o!" denirken, bir gencecik kız bebeğini kaybederken, onlarcası, yüzlercesi taciz ve tecavüz iddiasıyla mahkemedeyken, bir diğerinin kalçasını kırılmışken - nerdeyiz?
kadına karşı şiddet daha bir şiddet olduğu için değil, hayır. bu anlamda bir ayrıcalık beklemiyorum. ama bakın burda zaten erkekler de sokağa dökülmüş. çünkü konu kadın-erkek meselesi değil. biz gencecik bir erkeğin polis dayağından dalağı alındığında ve bir mahkeme bu davada "iyi de canım, insanlık onuru aşağılanmamışsa işkence yoktur ki!" diyebildiğinde de yokuz ortada. bak ne kadar hassas bi işkence tarifimiz var bizim artık. yani küfrederlerse işkence; ama filistin askısına "kasıtlı adam yaralama" diyeceğiz. mesela çıplak dolaştırırlarsa işkence ama cinsel organa elektrik verdiklerinde de işkence olmayacak.
Tahrir'de şimdi bir mavi sütyen hareketi var; çünkü her şeyin bir simgesi, bir işareti vardır. o şiddetin bu isimsiz mağduru, belki de 2011'in bitmesine bu kadar az vakit kala, yılın en etkili fotoğraflarından birinde, en haklı tepkinin sembolü oldu.
bundan sonrası size kalmış: dilerseniz ararsınız, bulursunuz ve tahrir hakkında, mısır hakkında okursunuz. eskiden bir sürü link verirdim filan ya- şimdi giderek istemiyor canım. kimseyi bu kadar tembelliğe alıştırmamalı insan. arayınız efendim. google varken ben, çok daha kıt bir kaynağım.
*
kapanışı, kâzım koyuncu yapsın. sahi, bizim gençliğimize denk gelen on yıllarda, kaç tane kâzım koyuncu'ya denk gelebildik ki? son sözleri güzel insanlar söylemeli:
"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."
bizim ankaradaki apartman numaramız 41. ne garip di mi blog. annemlerin evlilik günü de 21 ocak. sayılar ne tuhaf derecede akılda kalıyor veya kalmıyor. sayı başlı başına garip bi şi zaten.
*
bilmem farkında mısınız, Tahrir yine ayakta. bu sefer kadınlar için. polisin dövdüğü, soyup sokaklarda sürüklediği kadınlar için, kadınların onuru için, kadın erkek sokakta. yani tek sebep bu değil tabii - cumadan beri 14 ölü ve 900 yaralı var; ama işte her durumun bir son damlası vardır. 19 yaşında gencecik bir kadın, polisin kasıtlı dayağıyla karnındaki bebeğini kaybettiğinde, biz bunu yapmadık. var gücümüzle sokağa çıkmadık, bizim için yine (aynı o dayak yiyen güzelim gibi) öğrenciler çıktı sokağa. bizim hiç son damlamız yok blog. biz tam taşacakken, el birliğiyle boşaltıyoruz zaten haddinden fazla derin olan bardağımızı, kovamızı neyse artık. sıfırlıyoruz. atıyoruz üstümüzden tüm damlaları. en fazla, öğrencilerin başından aşağı döküyoruz. öğrencilere sayıp sövüyoruz ya, şuncacık halleriyle bizim vicdanımız olmaya devam ediyolar.
mısırda kadınlar "bu katılımdır, gösteri değil!" derken, "koruyacağına soyuyor!" derken, diyebilirken işte, umursuyorlar. hani, nerdeyiz çok affedersiniz, karakolda bir kadın dövülürken, özürmüş gibi "konsomatris o!" denirken, bir gencecik kız bebeğini kaybederken, onlarcası, yüzlercesi taciz ve tecavüz iddiasıyla mahkemedeyken, bir diğerinin kalçasını kırılmışken - nerdeyiz?
kadına karşı şiddet daha bir şiddet olduğu için değil, hayır. bu anlamda bir ayrıcalık beklemiyorum. ama bakın burda zaten erkekler de sokağa dökülmüş. çünkü konu kadın-erkek meselesi değil. biz gencecik bir erkeğin polis dayağından dalağı alındığında ve bir mahkeme bu davada "iyi de canım, insanlık onuru aşağılanmamışsa işkence yoktur ki!" diyebildiğinde de yokuz ortada. bak ne kadar hassas bi işkence tarifimiz var bizim artık. yani küfrederlerse işkence; ama filistin askısına "kasıtlı adam yaralama" diyeceğiz. mesela çıplak dolaştırırlarsa işkence ama cinsel organa elektrik verdiklerinde de işkence olmayacak.
Tahrir'de şimdi bir mavi sütyen hareketi var; çünkü her şeyin bir simgesi, bir işareti vardır. o şiddetin bu isimsiz mağduru, belki de 2011'in bitmesine bu kadar az vakit kala, yılın en etkili fotoğraflarından birinde, en haklı tepkinin sembolü oldu.
bundan sonrası size kalmış: dilerseniz ararsınız, bulursunuz ve tahrir hakkında, mısır hakkında okursunuz. eskiden bir sürü link verirdim filan ya- şimdi giderek istemiyor canım. kimseyi bu kadar tembelliğe alıştırmamalı insan. arayınız efendim. google varken ben, çok daha kıt bir kaynağım.
*
kapanışı, kâzım koyuncu yapsın. sahi, bizim gençliğimize denk gelen on yıllarda, kaç tane kâzım koyuncu'ya denk gelebildik ki? son sözleri güzel insanlar söylemeli:
"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."
19 Aralık 2011 Pazartesi
kuşrengi
kuşlar yüzünden havaifişekleri sevmeyi bıraktım ben. o parlak ve renkli aydınlatmalı binaları da. yansıtmalı camları da. kokinaları sevmeyi de kanayan eller yüzünden bıraktım ve yine o eller yüzünden şam fıstığı yemiyorum, nadir anlar hariç. bırakamadım, evet.
bazı şeyler çok vazgeçilebilir. mesela sırf janjanlı görünecek diye ampulle donatılan veya yansıtmalı camı olan bir binaya, sırf parlak diye hevesle uçup cama çarpan ve böyle ölen kuşlar var. bir sürü kuş, birçok defa ve birçok şehirde böyle ölüyor. mesela ABD'de her yıl 1 milyar göçmen kuş ölüyormuş böyle. mesela bir üniversite kampüsündeki tüm arıkuşları böyle ölüp yok olmuş. arıkuşları! o aydınlatmalar kapansa ve camlar değişse, şehirdeki kuş ölümleri %83 azalacakmış be blog. 100 kuşun 83'ünü ellerimizle boğar gibi.
canım nolacak, biz güzelim istanbulu kendi kuşlarının katili etme hakkını görüyoruz kendimizde. ince bir özen, bolca yatırım ve para harcıyoruz. üreticiler, uygulayıcılar, tasarlayıcılar filan - tam bir sektör. şehrin bunca yıl, yüzyıl, binyıl zevkle seyrettiği güzelim kuşlarını öldürmesi, bir güzel istanbulu kendimize tetikçi yapmak, büyük terbiyesizlik. bok var, çok lazım, lazerli anahtarlığıyla oynamaya doyamamış çocuklar büyüyünce şehri 3. sınıf bir gazinoya çeviriyor (estetik kaygılara girmiyorum bile. yemyeşil yapraklı, güzelim bir çınar ağacına alttan yeşil ışık vermenin benim sözlüğümde yeri yok. bunu ilk başlatan cin fikirliyi bulup, estetik kitabıyla kafasına vura vura tövbe ettirmek de yasal olmaz heralde. sahiden yani kim o? imelih olmasından şüpheleniyorum).
biz kuşların ölümünü seyrediyoruz, mesela o aptal boğaz köprüleri renk değiştirirken. havaifişekler eşliğinde doğarken, kutlarken filan, kuşlar yanıyor. bir sürü kuş, bizim gözümüz renk şölenine doymuyor diye ölüyor. ayy ne şirin şekerim, kalp fırlattılar! ay yeşilden sarıya döndüüü! bence gidip kaleydeskopla oynayın. hem daha alengirli, daha nostaljik, hem gözünüzün dibinde olduğu için daha net görürsünüz, hem de kuşlar yaşar (bu vesileyle, imelihin atatürk profili şeklinde havaifişek atabildiğini de dip not olarak belirtmek isterim).
öyle işte, hepimiz bazen, bilerek veya bilmeyerek imelih.
kuşlar adına: yeter bu şehir ve diğer tüm şehirler üstündeki XXL ışık oyunlarınız. sahiden.
bazı şeyler çok vazgeçilebilir. mesela sırf janjanlı görünecek diye ampulle donatılan veya yansıtmalı camı olan bir binaya, sırf parlak diye hevesle uçup cama çarpan ve böyle ölen kuşlar var. bir sürü kuş, birçok defa ve birçok şehirde böyle ölüyor. mesela ABD'de her yıl 1 milyar göçmen kuş ölüyormuş böyle. mesela bir üniversite kampüsündeki tüm arıkuşları böyle ölüp yok olmuş. arıkuşları! o aydınlatmalar kapansa ve camlar değişse, şehirdeki kuş ölümleri %83 azalacakmış be blog. 100 kuşun 83'ünü ellerimizle boğar gibi.
canım nolacak, biz güzelim istanbulu kendi kuşlarının katili etme hakkını görüyoruz kendimizde. ince bir özen, bolca yatırım ve para harcıyoruz. üreticiler, uygulayıcılar, tasarlayıcılar filan - tam bir sektör. şehrin bunca yıl, yüzyıl, binyıl zevkle seyrettiği güzelim kuşlarını öldürmesi, bir güzel istanbulu kendimize tetikçi yapmak, büyük terbiyesizlik. bok var, çok lazım, lazerli anahtarlığıyla oynamaya doyamamış çocuklar büyüyünce şehri 3. sınıf bir gazinoya çeviriyor (estetik kaygılara girmiyorum bile. yemyeşil yapraklı, güzelim bir çınar ağacına alttan yeşil ışık vermenin benim sözlüğümde yeri yok. bunu ilk başlatan cin fikirliyi bulup, estetik kitabıyla kafasına vura vura tövbe ettirmek de yasal olmaz heralde. sahiden yani kim o? imelih olmasından şüpheleniyorum).
biz kuşların ölümünü seyrediyoruz, mesela o aptal boğaz köprüleri renk değiştirirken. havaifişekler eşliğinde doğarken, kutlarken filan, kuşlar yanıyor. bir sürü kuş, bizim gözümüz renk şölenine doymuyor diye ölüyor. ayy ne şirin şekerim, kalp fırlattılar! ay yeşilden sarıya döndüüü! bence gidip kaleydeskopla oynayın. hem daha alengirli, daha nostaljik, hem gözünüzün dibinde olduğu için daha net görürsünüz, hem de kuşlar yaşar (bu vesileyle, imelihin atatürk profili şeklinde havaifişek atabildiğini de dip not olarak belirtmek isterim).
öyle işte, hepimiz bazen, bilerek veya bilmeyerek imelih.
kuşlar adına: yeter bu şehir ve diğer tüm şehirler üstündeki XXL ışık oyunlarınız. sahiden.
18 Aralık 2011 Pazar
iki mine on iki
her şey ne hızlı ve ne güzel. ben de aslında bir adet stres topu, panik kumkuması olarak, fena gitmiyorum bence. her şey sandığımdan ve beklediğimden daha tıkırında ve ben bu yüzden susmak istiyorum ki öyle kalsın. pıt gücü!
cumartesi sabahımı iki boncukla geçirdim, ben gülünce gülümseyen iki boncuk. top fırlatınca gülen, kucaklayınca gülen. çocuk, sihirli bir şey. gülümsediğinizde size gülümseyen iki boncuksa insanın gününü aydınlatan bir şekerlik. günün devamında gözdeciğimle haymana pancar voltalar, sonra divad bey ile buluşma. ama saray muhallebicisindeki tavuk-pilav-ayran gecenin sonu oldu. hiç yaşamadığım bir karın ağrısı ve krampla cumartesiyle vedalaşma. sonra bugün, caanım bapbap. bap benim ciğerimi bilir. ben bakarım, o söyler. ben düşünmeden o çözer. bap, çok büyük bir konfordur. yine ilaç gibi geldi. niyeyse böyle bir haftasonu özeti.
2012 öyle bir geliyor ki, aklınız durur. hani iftar öncesi yayınlarda böyle son hız açan gül, bir anda yerden biten çiçek filizi filan olur ya, hah işte onun gibi bi şi 2012: hızlı, güzel ve mucizevi. üstelik bir şey diym mi, gül veya filiz de değil. alışılmış değil, klişe değil. o şekilde gelişen ama yepyeni bir şey. ne bileyim, kaldırım kenarından fırlayan mine çiçeği gibi. hani tüm o şehir, taş ve beton arasında, en mavi, en minik, en kibar, en güçlü, en sürpriz haliyle: bir güzel mini çiçeği. ben mineleri hep çok sevdim be blog. o yüzden 2012'nin mineliği, benim için olsun.
cumartesi sabahımı iki boncukla geçirdim, ben gülünce gülümseyen iki boncuk. top fırlatınca gülen, kucaklayınca gülen. çocuk, sihirli bir şey. gülümsediğinizde size gülümseyen iki boncuksa insanın gününü aydınlatan bir şekerlik. günün devamında gözdeciğimle haymana pancar voltalar, sonra divad bey ile buluşma. ama saray muhallebicisindeki tavuk-pilav-ayran gecenin sonu oldu. hiç yaşamadığım bir karın ağrısı ve krampla cumartesiyle vedalaşma. sonra bugün, caanım bapbap. bap benim ciğerimi bilir. ben bakarım, o söyler. ben düşünmeden o çözer. bap, çok büyük bir konfordur. yine ilaç gibi geldi. niyeyse böyle bir haftasonu özeti.
2012 öyle bir geliyor ki, aklınız durur. hani iftar öncesi yayınlarda böyle son hız açan gül, bir anda yerden biten çiçek filizi filan olur ya, hah işte onun gibi bi şi 2012: hızlı, güzel ve mucizevi. üstelik bir şey diym mi, gül veya filiz de değil. alışılmış değil, klişe değil. o şekilde gelişen ama yepyeni bir şey. ne bileyim, kaldırım kenarından fırlayan mine çiçeği gibi. hani tüm o şehir, taş ve beton arasında, en mavi, en minik, en kibar, en güçlü, en sürpriz haliyle: bir güzel mini çiçeği. ben mineleri hep çok sevdim be blog. o yüzden 2012'nin mineliği, benim için olsun.
12 Aralık 2011 Pazartesi
ikinci kat
daha önce yazdığımı sandığım şeyleri bazen yazmamış oluyorum. düşündüğüm her şeyi yazmadığımı ben bile unutuyorum be blog. neyse.
tiyatro güzel şey (haha cümleye bak! merhaba ben ilkokula gidiyorum!). devlet tiyatroları yorgunları için 0.2 ekibinin oyunlarını öneririm. henüz bir türlü dot'lanamamış bendeniz 2 oyun birden izlemiştim eylül ayı akşamlarında. daha önce niye yazmadığımı bile bilmiyorum, hatta yazmadığımı bile yeni fark ettim. heralde taslaklar dehlizimde duruyodur. neyse.
efendim ilk oyun limonata. on yüz bin yerde övgüleri olduğu için, ben tekrar yazmayayım. gugıldan bakın, azıcık çalışın, emek harcayın, di mi ama? neyse, sanki 0.2 ekibiyle tanışma oyunu limonata. salon küçük diye midir nedir, sanki siz onlarla tanışırken, onlar da sizle tanışıyor. gibi gibi. deniz türkali'nin gözleri sahnede on kaplan gücünde, büyüyor büyüyor. öksürmekten filan korkuyorsunuz, deniz hanım size bakabilir ve bakarsa görebilir. ekipteki oyuncular dizide filan da oynuyomuş galiba ama "hangi dizi?" gibi bir soruyu bana sormayacaksınız tabii ki, gugıl bilir. bir de, ekip oyuncuları arasında limonata da sayılabilir bence. durduğu yerden, sahiden iyi rol kesiyor. mesela ben aşırı şekerli olmadığına gayet eminim.
benim limonata'da asıl sevdiğim şey başka. tiyatro- sinema fark etmez, engelli bir karakter olduğunda genelde o sadece engellidir. kadınların da sadece anne veya aşık olması gibi, kürtlerin sadece kürt olması gibi. genelde maalesef, artık "rolün hakkını vermek için derinleştiriciiz" kaygısından mıdır, mesaj vermek için midir, nedir, boğuyor insanı ve ben o an hop, oyunun içinden çıkıp günlük hayatıma dönüyorum: "hmm x lira verdiğim biletimle ve yanımda y sayıda insanla oturmuş z sayıda başka bi insan grubunu izliyorum" oluveriyor. böyle bir püskürtülme. belki de yazılan rol buna müsait değil, bilmiyorum; ama oluyor. çoğunluk filmiyle ilgili bir itirazım buydu mesela. herkes pek derin ama herkes sadece 1 tek şey. sayıyla: bir. püskür.
neyse işte, limonata öyle değil. yazana da oynayana da alkış. bi kere limonata'nın ege'si, çok şükür ki sadece engelli değil. hatta aslında galiba, oyunda en çok kimliği olan tek kişi ege. sanki seyirci melihten veya anneden veya koraydan veya mügeden bile daha fazla şey beklerken, tam tersi. o yüzden de oyuncunun gerçek hayatta da a) engelli b) eşcinsel olduğundan %100 emin olan bir grup da vardı salonda. hani ikisi birden oynanamaz gibi.
egenin evet, tekerlekli bir sandalyesi var, o sandalyeye biniş hikayesi var, hemcinsi bir sevgilisi var, pek sorunlu bir ailesi var ve kocaman bir vicdani reddi var. oynaması zor mudur, zevkli midir bilemem ama, bence o karakterin varlığı ve bağırmaması ("bak ben bi engelliyim!"/ "bak ben bi eşcinselim!"/ "bak ben vicdani redçiyim!") çok güzeldi. bir hastalığı var mesela, bilmediğimiz. güzel bilinmezlikler bunlar. mügenin diğer dertlerini bilmeyişimiz gibi. öbür türlü, şirinler köyü hissi geliyor da gitmiyor: sinirli şirin, engelli şirin, ağlak şirin, kaçak şirin filan. herkes ve her şey paylaşılmış ve belirlenmiş - aman diym.
izlemeyi reddettiğim, hayır hatta protesto ettiğim incir reçeli filmindeki HIV pozitif profilini ve aldığı eleştirileri düşünüyorum mesela. o HIV pozitif kişinin AIDS'i yanlış bilmesi gibi komedi durumlar yok. valla ege gayet "normal"di. hani niyeyse bizim ezberden hep pek bir "anormal" bulmamız gereken 3 ayrı kimlikle, çok da normaldi. o normalliği de pek iyiydi.
sonra efendim, ikinci oyun olarak "kainatın en hızlı saati"ne gittim ben. farkında olduklarını sanmam, karşı binanın penceresinde dans kursu filan vardı galiba, oyunun ilk 15-20 dakikasında arka fonlarında tango yapan bir çift vardı. üstelik o çift de gözü pencerede oyunu izledi. iki taraftan izlendiler. bir an "acaba kurgu mu?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. modern zamanlarda karşı pencereyi dekor olarak kullanmak filan? değildir canım, yok artık daha neler. ama sahnede kaptan varken ve UV ışıkları parlarken ve kuşlar beyazken, arkadaki tango yapan çift cuk oturdu. hem, ridley izlemiş olacaksanız canlarım, daha ne. üstelik öyle "tikkat bu aslında çeviri bir metindir!" demeyen, gayet güzel bir dil. bir de limonatanın koray'ı foxtrot darling oluveriyor, öyle bir sürpriz var. bi arkadaşınızı izliyomuşsunuz gibi saçma bi tanıdıklık oluyor. dedim ya, onlar da bizi tanıyomuş gibi.
henüz aut'u izlemedim, disosya harikalar dünyası'na bilet bakacakken de - hop, aralık biletleri bitmiş bile. ikinci kat çok güzel, çok gizli, sanki böyle gizli bir komünmüşsünüz hissi veren bir sahne. evet bi keresinde tepeden su damlıyordu, evet arada gürültü oluyor, evet havalandırma lay lay lom - amaaan, o zaman gidin demirören'de filminizi izleyin. başlatmayın şimdi konforunuzdan! durup dururken de kızabilirim, evet. anladınız siz.
bu arada ekibin van depremi sonrasındaki oyun gelirleriyle van'a yardım ettiğini de belirteyim. incelikler, güzel şeyler. bu da yazmayışımın diyeti olsun. aklıma gelince elime de gelen zamanları geçirmişim azizim.
* bölüm sonu, bölüm başı *
her şey çok hızlı allahım, her şey bayır aşağı koşuyoruz gibi - ama bi güzel, bi güzel. uç uç uç. bana bıraksan zaman duracak, o yüzden bu hız güzel. sabahın 7'sinde midemde kelebeklerle kalkıp hop, durdum öyle. oysa ben uyanamam. ben tavanı seyrettim. bir fotoğrafa diktim gözümü, yılların fotoğrafına. yılların gülümseyişine. ne güzel geldi. fena aşığım ben, ne güzel şey. mesai saatleri evriliyor, devriliyor, günler geçiyor ama hep güzele, hep güzele.
bu arada sevgili gülş hanımcığım beatles deyince fark ettim ki sahiden bizim hükümetin sorunu beatles dinlemeyişleri. belki bu kadar basittir sahiden? ne bileyim, hadi onlar pis ingilizler, mesela ezginin günlüğü, yeni türkü filan dinlemediklerine de hemen hemen eminim. yok yani, insanın ruhunu yumuşatan basit ezgiler onlara nüfuz etmiyor gibi. etse yüz kaslarından anlardık gibi. hep çok sinirli, çok gergin, çok bilmiş, çok emin, çok güçlü, çok muktedir ve çok mutsuz, mutsuz, mutsuzlarmış gibi.
* son söz, adios *
yine amma uzattım. huyum kurusun.
neyse, buyrun size boğaziçi bandistası. okulum diye demiyorum, hem güzel zıplarız, hem iyi eğleniriz ve zevkle hatırlatırız: şeyma özcan yalnız değildir. asla.
siz de unutmayınız.
tiyatro güzel şey (haha cümleye bak! merhaba ben ilkokula gidiyorum!). devlet tiyatroları yorgunları için 0.2 ekibinin oyunlarını öneririm. henüz bir türlü dot'lanamamış bendeniz 2 oyun birden izlemiştim eylül ayı akşamlarında. daha önce niye yazmadığımı bile bilmiyorum, hatta yazmadığımı bile yeni fark ettim. heralde taslaklar dehlizimde duruyodur. neyse.
efendim ilk oyun limonata. on yüz bin yerde övgüleri olduğu için, ben tekrar yazmayayım. gugıldan bakın, azıcık çalışın, emek harcayın, di mi ama? neyse, sanki 0.2 ekibiyle tanışma oyunu limonata. salon küçük diye midir nedir, sanki siz onlarla tanışırken, onlar da sizle tanışıyor. gibi gibi. deniz türkali'nin gözleri sahnede on kaplan gücünde, büyüyor büyüyor. öksürmekten filan korkuyorsunuz, deniz hanım size bakabilir ve bakarsa görebilir. ekipteki oyuncular dizide filan da oynuyomuş galiba ama "hangi dizi?" gibi bir soruyu bana sormayacaksınız tabii ki, gugıl bilir. bir de, ekip oyuncuları arasında limonata da sayılabilir bence. durduğu yerden, sahiden iyi rol kesiyor. mesela ben aşırı şekerli olmadığına gayet eminim.
benim limonata'da asıl sevdiğim şey başka. tiyatro- sinema fark etmez, engelli bir karakter olduğunda genelde o sadece engellidir. kadınların da sadece anne veya aşık olması gibi, kürtlerin sadece kürt olması gibi. genelde maalesef, artık "rolün hakkını vermek için derinleştiriciiz" kaygısından mıdır, mesaj vermek için midir, nedir, boğuyor insanı ve ben o an hop, oyunun içinden çıkıp günlük hayatıma dönüyorum: "hmm x lira verdiğim biletimle ve yanımda y sayıda insanla oturmuş z sayıda başka bi insan grubunu izliyorum" oluveriyor. böyle bir püskürtülme. belki de yazılan rol buna müsait değil, bilmiyorum; ama oluyor. çoğunluk filmiyle ilgili bir itirazım buydu mesela. herkes pek derin ama herkes sadece 1 tek şey. sayıyla: bir. püskür.
neyse işte, limonata öyle değil. yazana da oynayana da alkış. bi kere limonata'nın ege'si, çok şükür ki sadece engelli değil. hatta aslında galiba, oyunda en çok kimliği olan tek kişi ege. sanki seyirci melihten veya anneden veya koraydan veya mügeden bile daha fazla şey beklerken, tam tersi. o yüzden de oyuncunun gerçek hayatta da a) engelli b) eşcinsel olduğundan %100 emin olan bir grup da vardı salonda. hani ikisi birden oynanamaz gibi.
egenin evet, tekerlekli bir sandalyesi var, o sandalyeye biniş hikayesi var, hemcinsi bir sevgilisi var, pek sorunlu bir ailesi var ve kocaman bir vicdani reddi var. oynaması zor mudur, zevkli midir bilemem ama, bence o karakterin varlığı ve bağırmaması ("bak ben bi engelliyim!"/ "bak ben bi eşcinselim!"/ "bak ben vicdani redçiyim!") çok güzeldi. bir hastalığı var mesela, bilmediğimiz. güzel bilinmezlikler bunlar. mügenin diğer dertlerini bilmeyişimiz gibi. öbür türlü, şirinler köyü hissi geliyor da gitmiyor: sinirli şirin, engelli şirin, ağlak şirin, kaçak şirin filan. herkes ve her şey paylaşılmış ve belirlenmiş - aman diym.
izlemeyi reddettiğim, hayır hatta protesto ettiğim incir reçeli filmindeki HIV pozitif profilini ve aldığı eleştirileri düşünüyorum mesela. o HIV pozitif kişinin AIDS'i yanlış bilmesi gibi komedi durumlar yok. valla ege gayet "normal"di. hani niyeyse bizim ezberden hep pek bir "anormal" bulmamız gereken 3 ayrı kimlikle, çok da normaldi. o normalliği de pek iyiydi.
sonra efendim, ikinci oyun olarak "kainatın en hızlı saati"ne gittim ben. farkında olduklarını sanmam, karşı binanın penceresinde dans kursu filan vardı galiba, oyunun ilk 15-20 dakikasında arka fonlarında tango yapan bir çift vardı. üstelik o çift de gözü pencerede oyunu izledi. iki taraftan izlendiler. bir an "acaba kurgu mu?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. modern zamanlarda karşı pencereyi dekor olarak kullanmak filan? değildir canım, yok artık daha neler. ama sahnede kaptan varken ve UV ışıkları parlarken ve kuşlar beyazken, arkadaki tango yapan çift cuk oturdu. hem, ridley izlemiş olacaksanız canlarım, daha ne. üstelik öyle "tikkat bu aslında çeviri bir metindir!" demeyen, gayet güzel bir dil. bir de limonatanın koray'ı foxtrot darling oluveriyor, öyle bir sürpriz var. bi arkadaşınızı izliyomuşsunuz gibi saçma bi tanıdıklık oluyor. dedim ya, onlar da bizi tanıyomuş gibi.
henüz aut'u izlemedim, disosya harikalar dünyası'na bilet bakacakken de - hop, aralık biletleri bitmiş bile. ikinci kat çok güzel, çok gizli, sanki böyle gizli bir komünmüşsünüz hissi veren bir sahne. evet bi keresinde tepeden su damlıyordu, evet arada gürültü oluyor, evet havalandırma lay lay lom - amaaan, o zaman gidin demirören'de filminizi izleyin. başlatmayın şimdi konforunuzdan! durup dururken de kızabilirim, evet. anladınız siz.
bu arada ekibin van depremi sonrasındaki oyun gelirleriyle van'a yardım ettiğini de belirteyim. incelikler, güzel şeyler. bu da yazmayışımın diyeti olsun. aklıma gelince elime de gelen zamanları geçirmişim azizim.
* bölüm sonu, bölüm başı *
her şey çok hızlı allahım, her şey bayır aşağı koşuyoruz gibi - ama bi güzel, bi güzel. uç uç uç. bana bıraksan zaman duracak, o yüzden bu hız güzel. sabahın 7'sinde midemde kelebeklerle kalkıp hop, durdum öyle. oysa ben uyanamam. ben tavanı seyrettim. bir fotoğrafa diktim gözümü, yılların fotoğrafına. yılların gülümseyişine. ne güzel geldi. fena aşığım ben, ne güzel şey. mesai saatleri evriliyor, devriliyor, günler geçiyor ama hep güzele, hep güzele.
bu arada sevgili gülş hanımcığım beatles deyince fark ettim ki sahiden bizim hükümetin sorunu beatles dinlemeyişleri. belki bu kadar basittir sahiden? ne bileyim, hadi onlar pis ingilizler, mesela ezginin günlüğü, yeni türkü filan dinlemediklerine de hemen hemen eminim. yok yani, insanın ruhunu yumuşatan basit ezgiler onlara nüfuz etmiyor gibi. etse yüz kaslarından anlardık gibi. hep çok sinirli, çok gergin, çok bilmiş, çok emin, çok güçlü, çok muktedir ve çok mutsuz, mutsuz, mutsuzlarmış gibi.
* son söz, adios *
yine amma uzattım. huyum kurusun.
neyse, buyrun size boğaziçi bandistası. okulum diye demiyorum, hem güzel zıplarız, hem iyi eğleniriz ve zevkle hatırlatırız: şeyma özcan yalnız değildir. asla.
siz de unutmayınız.
11 Aralık 2011 Pazar
ha bu ışıklı dünya
hadi hop, daldan dala dandanakan:
takvim bi garip şey. mesela "10 aralık'a daha ohooo, çok var"dı. halbuki geçti bile. neyse, narsis hanımcığım benden daha genç olduğu için tabii ki o hatırladı da dün buluşabildik ve hatta bir kaktüs mesaisi yaptık ki bence maaş alabilirdik. kedi sahiden ne güzel bi hayvan bu arada. koltuklar için mırmır minderi gibi bi şi. yanınıza gelip teklifsizce uyuyan kedi kadar zarif şey sahiden az.
enflasyonu ayvalık tostu fiyatı verilerinden takip ediyorum.
dünkü güneşten sonra bu pazar grisi biraz ayıp oluyor ama neyse.
yıl 2011, radikalin websitesinde "kürtler neden dağa çıkıyor?" başlıklı bir haber var. hayır canım, retro pazar sayısı filan değil, devletim rapor filan hazırlıyormuş. demek ki 30 yıldır bir gıdım yol gidemeyişimiz bundanmış, demiyorlar. aynı şeyleri sorup aynı cevapları almalara doyamadığımız için, diyemiyorlar. yok yani sahiden bu kadarı bana aşağılama geliyor. nedir yani bu soruyu soruşumuzun 28. yılını filan mı kutluyoruz bugün? yazıp yazıp okumadığımız raporlara kardeş gelsin, birileri bundan para ve itibar kazansın da çark dönsün diye mi, nedir? yok bu çok bambaşka bir çalışmaysa, azıcık geç kalınmadı mı? neyse, sakin.
Halkevleri Ankara Film Atölyesi'nin hazırladığı "öyle bir gün gördük - otuzbir mayıs hopa olayları" belgeselini izlemekten zarar gelmez. buyrun burdan. gözaltına alınıp serbest bırakılan hopa muhtarını, uğur'un annesini, dilşad'ı özellikle dinleyin. "henüz bir terör örgütü saptayamadık ama saptayamayacağımız anlamına gelmez" diyebilen yargıcı dinleyin ki hukuku düşünün.
sonra, bir de sudaki suretler'i izleyin bence. 74 dakika çok uzun bir süre değil. enerji-elektrik-kalkınma goygoyundan sıkıldıysanız, bir temiz çam nefesi. izleyin ki kurmaya korktuğunuz cümleleri haykıranlara selam olsun. en çok da munzuru seyredin ama, olur mu? dersimin meramını anlatmaya, anlattıkça anlaşılmamaya mahkumiyeti, nasıl bir işkencedir? nasıl bir kısır döngüdür? munzurda kaç baraj yapıldığını saymaları bile 1,5 dakika sürüyor. dersimlinin munzurla bir yaşaması, varlığını da inancını da şekillendirmesine izin vermesi, bu kadar mı büyük bir suçmuş? kim hangi cüretle, neye güvenerek, nasıl. aklım almıyor. almasın, daha iyi.
şu 74 dakika boyunca konuşan, haykıran herkesle, tüm kalbimle gurur duyuyorum. her gün her saniye manşetlerde elleri öpülmüyorsa, bu basın utansın.
cumartesi anneleri dün 350. kez toplanmış. siz hiç 17 yıl boyunca, toplam 350 kere aynı soruyu sordunuz mu? bu soru "kürtler dağa niye çıkıyor?" gibi defalarca cevaplanmış bir soru da değil üstelik. bu, sordukça dayak yediğiniz bir soru ve aradıkça bulamadığınız cevaplarla ilgili bir mesele. şimdiye kadar delirmedilerse, acılarından. buna bile saygı duyulmuyor.
tüm bunlar, hiç ilgilenmeyene nasıl anlatılır ki?
takvim bi garip şey. mesela "10 aralık'a daha ohooo, çok var"dı. halbuki geçti bile. neyse, narsis hanımcığım benden daha genç olduğu için tabii ki o hatırladı da dün buluşabildik ve hatta bir kaktüs mesaisi yaptık ki bence maaş alabilirdik. kedi sahiden ne güzel bi hayvan bu arada. koltuklar için mırmır minderi gibi bi şi. yanınıza gelip teklifsizce uyuyan kedi kadar zarif şey sahiden az.
enflasyonu ayvalık tostu fiyatı verilerinden takip ediyorum.
dünkü güneşten sonra bu pazar grisi biraz ayıp oluyor ama neyse.
yıl 2011, radikalin websitesinde "kürtler neden dağa çıkıyor?" başlıklı bir haber var. hayır canım, retro pazar sayısı filan değil, devletim rapor filan hazırlıyormuş. demek ki 30 yıldır bir gıdım yol gidemeyişimiz bundanmış, demiyorlar. aynı şeyleri sorup aynı cevapları almalara doyamadığımız için, diyemiyorlar. yok yani sahiden bu kadarı bana aşağılama geliyor. nedir yani bu soruyu soruşumuzun 28. yılını filan mı kutluyoruz bugün? yazıp yazıp okumadığımız raporlara kardeş gelsin, birileri bundan para ve itibar kazansın da çark dönsün diye mi, nedir? yok bu çok bambaşka bir çalışmaysa, azıcık geç kalınmadı mı? neyse, sakin.
Halkevleri Ankara Film Atölyesi'nin hazırladığı "öyle bir gün gördük - otuzbir mayıs hopa olayları" belgeselini izlemekten zarar gelmez. buyrun burdan. gözaltına alınıp serbest bırakılan hopa muhtarını, uğur'un annesini, dilşad'ı özellikle dinleyin. "henüz bir terör örgütü saptayamadık ama saptayamayacağımız anlamına gelmez" diyebilen yargıcı dinleyin ki hukuku düşünün.
sonra, bir de sudaki suretler'i izleyin bence. 74 dakika çok uzun bir süre değil. enerji-elektrik-kalkınma goygoyundan sıkıldıysanız, bir temiz çam nefesi. izleyin ki kurmaya korktuğunuz cümleleri haykıranlara selam olsun. en çok da munzuru seyredin ama, olur mu? dersimin meramını anlatmaya, anlattıkça anlaşılmamaya mahkumiyeti, nasıl bir işkencedir? nasıl bir kısır döngüdür? munzurda kaç baraj yapıldığını saymaları bile 1,5 dakika sürüyor. dersimlinin munzurla bir yaşaması, varlığını da inancını da şekillendirmesine izin vermesi, bu kadar mı büyük bir suçmuş? kim hangi cüretle, neye güvenerek, nasıl. aklım almıyor. almasın, daha iyi.
şu 74 dakika boyunca konuşan, haykıran herkesle, tüm kalbimle gurur duyuyorum. her gün her saniye manşetlerde elleri öpülmüyorsa, bu basın utansın.
cumartesi anneleri dün 350. kez toplanmış. siz hiç 17 yıl boyunca, toplam 350 kere aynı soruyu sordunuz mu? bu soru "kürtler dağa niye çıkıyor?" gibi defalarca cevaplanmış bir soru da değil üstelik. bu, sordukça dayak yediğiniz bir soru ve aradıkça bulamadığınız cevaplarla ilgili bir mesele. şimdiye kadar delirmedilerse, acılarından. buna bile saygı duyulmuyor.
tüm bunlar, hiç ilgilenmeyene nasıl anlatılır ki?
10 Aralık 2011 Cumartesi
berna
6 ayın sonunda, Hopa davasında dün tahliye kararı çıktı. tutuksuz yargılama devam ediyor mu bilmiyorum gerçi, yine de sevinç sevinç.
boğaziçinde starbucks işgali. hiç yazmayacaktım ama duramadım. dışardan bakınca, "solculuk oynayan amerikan okulu gülleri" görüldüğünü biliyorum. başka bir dışardan bakınca da "devrim kampüsten başlar yoldaşlar" görülüyor. ikisi de değil oysa. yani o gençlerin "burası alışveriş merkezine dönmesin" deyişinin ardında gayet kampüs özeli dertler var. bunların ideolojik bir şekilde sunulmuş olması bir şey eksiltmez veya katmaz. anlatıcam.
öncelikle, sahiden çimlere basmadan protesto kültürü olan bir okul boğaziçi. istanbul üniversitesi gibi her daim olay yaşanmaz. öğrenciler sabırla her seferinde rektörlüğün kapısını çalar, bir muhatap arar. derdini anlatmak için arar. gaz ve toz bulutundan başlayarak anlatıcam çünkü sahiden sinire kesiyorum hariçten gazel okununca.
ben bildim bileli (nerdeyse 10 yıl oluyor) öğrenciler muhatap bulamazlar. 1 yıl boyunca kulüpler arası kurulun başkanı (ki 39 kulüplü boğaziçinde uslu bir sınıf başkanı gibi bi şi oluyor bu arkadaş) bile randevu alamadı. sonra bir öğrenci dekanı statüsü atandı, yanlış hatırlamıyorsam psikoloji bölümünden sevilen ve iyi niyetli bir hocayı atadılar. beyfendi rektörlüğün kirli çamaşırlarını tahmin edemiyor olacak ki kapısına yığılan öğrencilerle başedemedi. o da bir süre sonra "ben akademisyenim, rektörlüğün memuru değil!" dedi haliyle.
o sırada öğrenciler ne istiyordu? saymanlık, 39 kulüp bütçesinin adil dağıtımını bir türlü beceremeyince, "siz yapın!" dedi öğrencilere. öğrenciler öncelikle böyle bir yükü istemiyordu. onlar saymanlıkla, rektörle görüşüp bunun şeffaf bir düzene oturtulmasını istiyordu; yoksa herhangi bir memnuniyetsizlikte "kendiniz yaptınız!" denecekti. öğrenciler, birbirine adil olamamaktan çekindi, bunu bile anlamadılar. öğrenciler, okulun hem tiyatro, hem dans, hem sinema gösterimi yapılabilen ve aynı zamanda derslik olan tek salonu MDS'nin yıkılmasını, üstelik de tam da 1 yıldır sahnelemek için bekledikleri gösterileri öncesinde yıkılmasını istemediler. MDS gidince onlara yer kalmayacaktı. Bugün MDS yok ve okul yönetimi söz verdiği muadil binayı hala yapmış değil. daha doğrusu şöyle: salon var, ama bedava kullanım yok. MDS için kıyametler koparken bir tek Yavuz Selim Karakışla öğrencilere destek verip, "biz zamanında saatli binada takılırdık, şimdi sizi içeri sokmuyorlar, MDS de aynı şey!" demişti. evet, böyle binaları var okulun. güzel, şık, orda ve öğrenci giremiyor.
MDS sonrasında habire pişirilen, "kulüpleri erkek yurdun altından çıkaralım, yatakhane yapalım" muhabbeti başladı. okulda mevcut durumda bile kulüpler sığamazken 30'a yakınını yersiz yurtsuz bırakıp ortada projesi bile olmayan bir binada yer bulacaklarını söylerseniz, pardon ama kimse yutmaz. öğrenciler efendi gibi yürüyüp protesto etti, kulüpler yerinde duruyor.
bu arada mesela, zaten daracık kaldırımlı güney yokuşa şu otobüs duraklarında göreceğiniz dev reklam panoları yerleştirildi. böylece kaldırım panoların oldu, biz yoldan yürüdük, çok şirindi. karahisar anarşistleri miydi kimdi hatırlamıyorum, ısrarla her panoya kan kırmızısı boya attılar. şu an o panolar yok ve bence olmaları da gerekmiyor. o kampüs "manzaralı yolda ilan verebilirsiniz!!!" reklam alanı değil. bir şey yapacaklarsa iki kişinin yan yana yürüyebileceği genişlikte kaldırım yapsınlar.
dur yok, bitmedi. okulda faşistler solculara bıçak çekti. rektörlükten bir tek kınama bekledik, sesi çıkmadı. okulda yine yürüyüş oldu. 10 binler yürüdü gibi anlaşılmasın ama yürüdük. film gösterimi de olacaktı ki rektör "faşistler gelip basarsa sizi koruyamayız" diye iptal etti. canım. sonra hazırlık öğrencileri kilyos kampüse sürüldü. öğrenci kulüplerinin stand açabilmesi için okulun öğrenci hizmetlerinde x saat çalışması koşulu geldi. çimlerde film gösterimleri olurdu, o bile yasaklandı galiba bir ara. keyfiyetlerlerlerler.
devam edelim. o kampüste attığım ilk imza yemekhane fiyatlarının indirilmesi için toplanan imzaydı. ben heralde 4 yılda toplasanız 5 kere yemekhanede yememişimdir ve okulun en lüks yurdunda kaldım. ama bunlar imzamı geçersiz yapmaz. bu yemekhane fiyatları konusu, okul yönetiminin "devlet para vermiyorsa biz yaratırız"cı tutumuyla birleşince ortaya starbucks çıkıyor. ondan yazdım.
neyse, devam. sıradaki parça liberaller için geliyor: adil rekabet. ben starbucks'ın varlığına temelde karşı değilim. nasıl derler: per se. o olmasa, kahve dünyası olsa, yine aynı şey. lüks kahveci işte. "kampüste olur-olmaz" tartışmasına girerseniz, ortalama bir iktisatçı size burun kıvırıp "ay pis romantik yaa" der. o yüzden onların dilinden konuşarak anlatacağım. per se demeyi de özlemişim bu arada. neyse:
smith der ki rekabet adil olunca güzeldir. bunu hepimiz kabul ediyoruz ki o yüzden bir rekabet kurumu var bu ülkenin. burda anlaştık sanırım. bir de pazarlık gücü denen bi kavram vardır, satıcı-müşteri ilişkisinde taraflardan birinin diğerine göre yüksek pazarlık gücü varsa, zayıf olan bi anlamda mahkum olur. boğaziçi yemekhanesi bu güçlü arkadaştır. istanbul üniversitesi yemekhanesini işleten aynı firma, aynı yemeği orada 75 kuruşa burada 2.25'e satmaktadır (zamlandığını düşünsem de). şimdi bunu okuyan bir liberal "canım isteyen yemekhanede yer, isteyen starbucks sandviçi yer" diyebilir. diyor da. o zaman hemen kendisine azıcık iktisat 101. hani çok bilmem ama bildiğim nettir:
1) "isteyen": isteyen dediğiniz an, denk mallar arasında kendi değer yargısına göre bir tercih yapmaya dönüyor iş. elma mı armut mu filan. elma mı, kereviz mi değil yani. halbuki burada bütçe kısıtına bağlı bir alternatifsizlik söz konusu; çünkü ikinci seçenek ilkinin 3-4 katı fiyatta. elinde 3 lirası olan bir öğrenci için seçenek 1 tane, 2 değil. fiyata bağlı kısıtları es geçen bir cümle bu.
2) bu iki şey birden yemek gibi okunuyor ama değil. ilki bu bütçesel mahkumiyetin satıcı tarafından sömürüldüğü bir ürün. yemek değil. lapa halde pilav, pişmemiş et, kirli salata, sulandırılmış çorba... bunlar o sandviçin yanında yemek sayılamaz. hani "iki denk şeyin hür birey tarafından kıyaslanması"yla bi değer biçeceksek, maalesef mümkün değil.
3) şu an kampüste o sandviçin o fiyat aralığında alternatifi çok; ancak yemekhanedeki yemekolmayanyemek için düzgün bir alternatif yok. amcalar CD grubu tüketici şık bir tekel konumunda. fiyatın yüksekliği de bundan zaten, verilen bir değerden fiyat biçecek olsak o ürünleri çöpe atması gerekirdi. şimdilik yemekhanede "beğenmeyen evden getirsin karrddeşimmm!" hizmeti veriliyor; çünkü rekabet yok.
evet liberaller, o kampüste rekabet yok. o kampüste rektörün para hırsı, yemekhanenin tekelleşmesi ve 3 öğün yemek yiyemeyenlerin hakkını savunan öğrenciler var. evet günaydın: böyyük corporate'ların en sevdiği okulda 3 öğün yemek yiyecek parası olmayan öğrenciler, mevcut. günaydın. bence starbucks işgalinde söylenecek en etkili şey şu olurdu: kampüse bakıp liberal ekonomi savunanlara oyunun kuralını hatırlatmak.
on tane cafe açınca o yemekhaneye alternatif gelmiyor. çünkü vakko açınca da lcwaikikiye alternatif gelmiyor. aynı şekilde, superdorm'u açınca da 8 kişilik avuç içi kadar yurt odasına alternatif gelmiyor. hoş, starbuckstan çok önce, bence wonderland kampüse geldiğinde verilmesi gereken bir tepkiydi ama o böyyük bir marka değil. oysa wonderland, yemek tabağı 10 lira civarında olan bir güzel tesis. her bir ürününü çok severim, ama böyle başladı işte her şey. abbas waffle gelince tamam derseniz, starbucks'a itirazınız biraz suni kalıyor. bence yani. iş en temelden, "okulun kısıtlı yemek alanının kiralamasını yaparken her bütçeye uygun seçeneklerin çeşitliliğinin sağlanması" hedefi olmalı .hani rekabet filan. teorisi de vardır bunun elbet.
yani konu starbucks'ın orada olmasından çok, zaten çok kısıtlı bir alan var olduğundan, o olunca başka bir yerin olamayışı. kiralar artıyor örneğin, "xyz markalarına kiraladık, şık komşularınız olacak!" reklamı dolduruyor portfolyoyu. onun yanına bir menemenci bu yüzden gelemiyor. bunun da teorisi var kuşum. dar alanda kısa paslaşmalar. okul mağaza karması yönetir hale geliyor bir süre sonra.
*
bittabii burada, ayağınızdaki ayakkabıya bakarak ortak kantine ait olmadığınızı düşünen bazı solcu cicileri de anmadan geçemeyeceğim. şu an starbuckstaki ekip için söylemiyorum bunu, ayrıca yazıyorum; çünkü onları tanımıyorum. benimki şahsi deneyim: devrimci tutarsızlığı.
onlar ki eşitlik duygusuyla dolup taşarken ilk küfrü ya orospu ya da ibne olanlar. işte canım, sizin işiniz daha zor. sizi çünkü, sizin dilinizden anlatamıyorum. mesela manzarada hararetle marx anlatıp işçi hakları nutukları atarken zevkle kedi tekmeleyen bir manyak da gördüm. kavga ettik, günün sonunda ben tabii ki sermaye aşığı pis kahpe filandım. veya ne bileyim, karşılıklı oturup bi sorun çözmeye çalışırken slogan atmadan kendini ifade edemeyenler. şükür ki en azından boğaziçinde çok değilsiniz, ama varsınız. bir şeylere çok kızgınsınız tamam; ama bi anda o hiç sevmediğiniz faşolara dönüşüverdiğinizi keşke görseniz. ben size "bağırmayın" demiyorum, "dibinizde sizi dinlemek için dururken bağırmayın" diyorum. anlatabildim mi ki? daha ne dediğimi duymadan gırtlaklamayın diyorum. bir de birileri sizi dan dan etiketliyor diye isyandayken elinize kendi etiketlerinizi alıp alternatif etiketlemeye başlamasanız, tam olacak. nacizane önerim. nokta.
böyle "ona da tüü, buna da püü" gibi oldu ama heralde anlatabilmişimdir. 68 devrimi misali, 2012 devrimi de bizim kampüsten başlasa hiç fena olmazdı tabii ama bence şu yemek sorunu çözülse, o da bi şidir. ufak hedefler başarısızlık anlamına gelmiyor, aksine büyük manalar yüklemeye çalışınca altında kalıyorlar. amacı çok bulandırmamak lazım o yüzden. o sevmediğiniz pis kapitalistler kendi dilinde olmadıkça hiçbir şeyi dinlemiyor veya anlamıyor. zaten tıkalılar yani.
neyse. ben zaten okuldaki her iki cepheden de "seni tam anlamadık, bekliyoruz, izliyoruz" lafını duymuş biriyim. "ortada kuyu var yandan geç"im hatta. o yüzden tüü ve püü. ortayolcu bi sosyal reformcuymuşum filan hatta? ahaha. aman diym. kendi kendime eğlendim.
neyse, kapa parantez.
ha demem o ki, nolur şu okulun işlerine dışardan laf atılmasa. başka okulların öğrencileri arkadaşlarına tabii ki destek verir; ama sözcülük yapmasa. bizimkiler de iş sanki starbucks olunca sorun da kahve dünyası veya "hikmet amcanın lüks çayı" olsa sorun olmayacakmış gibi davranmasa. rektörlük karşısındakilere "birinizle görüşürüm! lordum ben! temsilci seçin" demese de azıcık öğrencilerinin arasına karışsa. tüm rektörler bir zamanlar çok sevilen hocalardı biliyor musunuz? öğrenciler "canım hocam"dan "ruhsuz rektör"e dönüşen kişileri görünce küstü önce.
*
neyse evet, boğaziçi university, liboş bir mekandır arkadaşlar. bakınız işgal ediyorsak da rektörlüğü değil, starbucks'ı ediyoruz. sevmeyin bizi. yöntemi /söylemi beğenmeyebilirsiniz tabii ama eğer sahiden hiç anlamıyorsanız da rica ederim, ahkam kesmeyin. çünkü şu an o kampüste, o starbucks'ta evcilik oynanmadığını garanti ederim.
bir de bu protestoya katılan berna'yı kck davasından tutuklamışlar galiba. elbet dışarı çıkar, çünkü onun yeri kampüs. yeter ki diğer berna'nınki kadar uzun sürmesin.
edito: yanlış istihbarat benimki- isim berna diil, şeyma'ymış. şeyma, berna veya ayşe bir şey değişmeyeceği için başlık böyle kalsın bence.
boğaziçinde starbucks işgali. hiç yazmayacaktım ama duramadım. dışardan bakınca, "solculuk oynayan amerikan okulu gülleri" görüldüğünü biliyorum. başka bir dışardan bakınca da "devrim kampüsten başlar yoldaşlar" görülüyor. ikisi de değil oysa. yani o gençlerin "burası alışveriş merkezine dönmesin" deyişinin ardında gayet kampüs özeli dertler var. bunların ideolojik bir şekilde sunulmuş olması bir şey eksiltmez veya katmaz. anlatıcam.
öncelikle, sahiden çimlere basmadan protesto kültürü olan bir okul boğaziçi. istanbul üniversitesi gibi her daim olay yaşanmaz. öğrenciler sabırla her seferinde rektörlüğün kapısını çalar, bir muhatap arar. derdini anlatmak için arar. gaz ve toz bulutundan başlayarak anlatıcam çünkü sahiden sinire kesiyorum hariçten gazel okununca.
ben bildim bileli (nerdeyse 10 yıl oluyor) öğrenciler muhatap bulamazlar. 1 yıl boyunca kulüpler arası kurulun başkanı (ki 39 kulüplü boğaziçinde uslu bir sınıf başkanı gibi bi şi oluyor bu arkadaş) bile randevu alamadı. sonra bir öğrenci dekanı statüsü atandı, yanlış hatırlamıyorsam psikoloji bölümünden sevilen ve iyi niyetli bir hocayı atadılar. beyfendi rektörlüğün kirli çamaşırlarını tahmin edemiyor olacak ki kapısına yığılan öğrencilerle başedemedi. o da bir süre sonra "ben akademisyenim, rektörlüğün memuru değil!" dedi haliyle.
o sırada öğrenciler ne istiyordu? saymanlık, 39 kulüp bütçesinin adil dağıtımını bir türlü beceremeyince, "siz yapın!" dedi öğrencilere. öğrenciler öncelikle böyle bir yükü istemiyordu. onlar saymanlıkla, rektörle görüşüp bunun şeffaf bir düzene oturtulmasını istiyordu; yoksa herhangi bir memnuniyetsizlikte "kendiniz yaptınız!" denecekti. öğrenciler, birbirine adil olamamaktan çekindi, bunu bile anlamadılar. öğrenciler, okulun hem tiyatro, hem dans, hem sinema gösterimi yapılabilen ve aynı zamanda derslik olan tek salonu MDS'nin yıkılmasını, üstelik de tam da 1 yıldır sahnelemek için bekledikleri gösterileri öncesinde yıkılmasını istemediler. MDS gidince onlara yer kalmayacaktı. Bugün MDS yok ve okul yönetimi söz verdiği muadil binayı hala yapmış değil. daha doğrusu şöyle: salon var, ama bedava kullanım yok. MDS için kıyametler koparken bir tek Yavuz Selim Karakışla öğrencilere destek verip, "biz zamanında saatli binada takılırdık, şimdi sizi içeri sokmuyorlar, MDS de aynı şey!" demişti. evet, böyle binaları var okulun. güzel, şık, orda ve öğrenci giremiyor.
MDS sonrasında habire pişirilen, "kulüpleri erkek yurdun altından çıkaralım, yatakhane yapalım" muhabbeti başladı. okulda mevcut durumda bile kulüpler sığamazken 30'a yakınını yersiz yurtsuz bırakıp ortada projesi bile olmayan bir binada yer bulacaklarını söylerseniz, pardon ama kimse yutmaz. öğrenciler efendi gibi yürüyüp protesto etti, kulüpler yerinde duruyor.
bu arada mesela, zaten daracık kaldırımlı güney yokuşa şu otobüs duraklarında göreceğiniz dev reklam panoları yerleştirildi. böylece kaldırım panoların oldu, biz yoldan yürüdük, çok şirindi. karahisar anarşistleri miydi kimdi hatırlamıyorum, ısrarla her panoya kan kırmızısı boya attılar. şu an o panolar yok ve bence olmaları da gerekmiyor. o kampüs "manzaralı yolda ilan verebilirsiniz!!!" reklam alanı değil. bir şey yapacaklarsa iki kişinin yan yana yürüyebileceği genişlikte kaldırım yapsınlar.
dur yok, bitmedi. okulda faşistler solculara bıçak çekti. rektörlükten bir tek kınama bekledik, sesi çıkmadı. okulda yine yürüyüş oldu. 10 binler yürüdü gibi anlaşılmasın ama yürüdük. film gösterimi de olacaktı ki rektör "faşistler gelip basarsa sizi koruyamayız" diye iptal etti. canım. sonra hazırlık öğrencileri kilyos kampüse sürüldü. öğrenci kulüplerinin stand açabilmesi için okulun öğrenci hizmetlerinde x saat çalışması koşulu geldi. çimlerde film gösterimleri olurdu, o bile yasaklandı galiba bir ara. keyfiyetlerlerlerler.
devam edelim. o kampüste attığım ilk imza yemekhane fiyatlarının indirilmesi için toplanan imzaydı. ben heralde 4 yılda toplasanız 5 kere yemekhanede yememişimdir ve okulun en lüks yurdunda kaldım. ama bunlar imzamı geçersiz yapmaz. bu yemekhane fiyatları konusu, okul yönetiminin "devlet para vermiyorsa biz yaratırız"cı tutumuyla birleşince ortaya starbucks çıkıyor. ondan yazdım.
neyse, devam. sıradaki parça liberaller için geliyor: adil rekabet. ben starbucks'ın varlığına temelde karşı değilim. nasıl derler: per se. o olmasa, kahve dünyası olsa, yine aynı şey. lüks kahveci işte. "kampüste olur-olmaz" tartışmasına girerseniz, ortalama bir iktisatçı size burun kıvırıp "ay pis romantik yaa" der. o yüzden onların dilinden konuşarak anlatacağım. per se demeyi de özlemişim bu arada. neyse:
smith der ki rekabet adil olunca güzeldir. bunu hepimiz kabul ediyoruz ki o yüzden bir rekabet kurumu var bu ülkenin. burda anlaştık sanırım. bir de pazarlık gücü denen bi kavram vardır, satıcı-müşteri ilişkisinde taraflardan birinin diğerine göre yüksek pazarlık gücü varsa, zayıf olan bi anlamda mahkum olur. boğaziçi yemekhanesi bu güçlü arkadaştır. istanbul üniversitesi yemekhanesini işleten aynı firma, aynı yemeği orada 75 kuruşa burada 2.25'e satmaktadır (zamlandığını düşünsem de). şimdi bunu okuyan bir liberal "canım isteyen yemekhanede yer, isteyen starbucks sandviçi yer" diyebilir. diyor da. o zaman hemen kendisine azıcık iktisat 101. hani çok bilmem ama bildiğim nettir:
1) "isteyen": isteyen dediğiniz an, denk mallar arasında kendi değer yargısına göre bir tercih yapmaya dönüyor iş. elma mı armut mu filan. elma mı, kereviz mi değil yani. halbuki burada bütçe kısıtına bağlı bir alternatifsizlik söz konusu; çünkü ikinci seçenek ilkinin 3-4 katı fiyatta. elinde 3 lirası olan bir öğrenci için seçenek 1 tane, 2 değil. fiyata bağlı kısıtları es geçen bir cümle bu.
2) bu iki şey birden yemek gibi okunuyor ama değil. ilki bu bütçesel mahkumiyetin satıcı tarafından sömürüldüğü bir ürün. yemek değil. lapa halde pilav, pişmemiş et, kirli salata, sulandırılmış çorba... bunlar o sandviçin yanında yemek sayılamaz. hani "iki denk şeyin hür birey tarafından kıyaslanması"yla bi değer biçeceksek, maalesef mümkün değil.
3) şu an kampüste o sandviçin o fiyat aralığında alternatifi çok; ancak yemekhanedeki yemekolmayanyemek için düzgün bir alternatif yok. amcalar CD grubu tüketici şık bir tekel konumunda. fiyatın yüksekliği de bundan zaten, verilen bir değerden fiyat biçecek olsak o ürünleri çöpe atması gerekirdi. şimdilik yemekhanede "beğenmeyen evden getirsin karrddeşimmm!" hizmeti veriliyor; çünkü rekabet yok.
evet liberaller, o kampüste rekabet yok. o kampüste rektörün para hırsı, yemekhanenin tekelleşmesi ve 3 öğün yemek yiyemeyenlerin hakkını savunan öğrenciler var. evet günaydın: böyyük corporate'ların en sevdiği okulda 3 öğün yemek yiyecek parası olmayan öğrenciler, mevcut. günaydın. bence starbucks işgalinde söylenecek en etkili şey şu olurdu: kampüse bakıp liberal ekonomi savunanlara oyunun kuralını hatırlatmak.
on tane cafe açınca o yemekhaneye alternatif gelmiyor. çünkü vakko açınca da lcwaikikiye alternatif gelmiyor. aynı şekilde, superdorm'u açınca da 8 kişilik avuç içi kadar yurt odasına alternatif gelmiyor. hoş, starbuckstan çok önce, bence wonderland kampüse geldiğinde verilmesi gereken bir tepkiydi ama o böyyük bir marka değil. oysa wonderland, yemek tabağı 10 lira civarında olan bir güzel tesis. her bir ürününü çok severim, ama böyle başladı işte her şey. abbas waffle gelince tamam derseniz, starbucks'a itirazınız biraz suni kalıyor. bence yani. iş en temelden, "okulun kısıtlı yemek alanının kiralamasını yaparken her bütçeye uygun seçeneklerin çeşitliliğinin sağlanması" hedefi olmalı .hani rekabet filan. teorisi de vardır bunun elbet.
yani konu starbucks'ın orada olmasından çok, zaten çok kısıtlı bir alan var olduğundan, o olunca başka bir yerin olamayışı. kiralar artıyor örneğin, "xyz markalarına kiraladık, şık komşularınız olacak!" reklamı dolduruyor portfolyoyu. onun yanına bir menemenci bu yüzden gelemiyor. bunun da teorisi var kuşum. dar alanda kısa paslaşmalar. okul mağaza karması yönetir hale geliyor bir süre sonra.
*
bittabii burada, ayağınızdaki ayakkabıya bakarak ortak kantine ait olmadığınızı düşünen bazı solcu cicileri de anmadan geçemeyeceğim. şu an starbuckstaki ekip için söylemiyorum bunu, ayrıca yazıyorum; çünkü onları tanımıyorum. benimki şahsi deneyim: devrimci tutarsızlığı.
onlar ki eşitlik duygusuyla dolup taşarken ilk küfrü ya orospu ya da ibne olanlar. işte canım, sizin işiniz daha zor. sizi çünkü, sizin dilinizden anlatamıyorum. mesela manzarada hararetle marx anlatıp işçi hakları nutukları atarken zevkle kedi tekmeleyen bir manyak da gördüm. kavga ettik, günün sonunda ben tabii ki sermaye aşığı pis kahpe filandım. veya ne bileyim, karşılıklı oturup bi sorun çözmeye çalışırken slogan atmadan kendini ifade edemeyenler. şükür ki en azından boğaziçinde çok değilsiniz, ama varsınız. bir şeylere çok kızgınsınız tamam; ama bi anda o hiç sevmediğiniz faşolara dönüşüverdiğinizi keşke görseniz. ben size "bağırmayın" demiyorum, "dibinizde sizi dinlemek için dururken bağırmayın" diyorum. anlatabildim mi ki? daha ne dediğimi duymadan gırtlaklamayın diyorum. bir de birileri sizi dan dan etiketliyor diye isyandayken elinize kendi etiketlerinizi alıp alternatif etiketlemeye başlamasanız, tam olacak. nacizane önerim. nokta.
böyle "ona da tüü, buna da püü" gibi oldu ama heralde anlatabilmişimdir. 68 devrimi misali, 2012 devrimi de bizim kampüsten başlasa hiç fena olmazdı tabii ama bence şu yemek sorunu çözülse, o da bi şidir. ufak hedefler başarısızlık anlamına gelmiyor, aksine büyük manalar yüklemeye çalışınca altında kalıyorlar. amacı çok bulandırmamak lazım o yüzden. o sevmediğiniz pis kapitalistler kendi dilinde olmadıkça hiçbir şeyi dinlemiyor veya anlamıyor. zaten tıkalılar yani.
neyse. ben zaten okuldaki her iki cepheden de "seni tam anlamadık, bekliyoruz, izliyoruz" lafını duymuş biriyim. "ortada kuyu var yandan geç"im hatta. o yüzden tüü ve püü. ortayolcu bi sosyal reformcuymuşum filan hatta? ahaha. aman diym. kendi kendime eğlendim.
neyse, kapa parantez.
ha demem o ki, nolur şu okulun işlerine dışardan laf atılmasa. başka okulların öğrencileri arkadaşlarına tabii ki destek verir; ama sözcülük yapmasa. bizimkiler de iş sanki starbucks olunca sorun da kahve dünyası veya "hikmet amcanın lüks çayı" olsa sorun olmayacakmış gibi davranmasa. rektörlük karşısındakilere "birinizle görüşürüm! lordum ben! temsilci seçin" demese de azıcık öğrencilerinin arasına karışsa. tüm rektörler bir zamanlar çok sevilen hocalardı biliyor musunuz? öğrenciler "canım hocam"dan "ruhsuz rektör"e dönüşen kişileri görünce küstü önce.
*
neyse evet, boğaziçi university, liboş bir mekandır arkadaşlar. bakınız işgal ediyorsak da rektörlüğü değil, starbucks'ı ediyoruz. sevmeyin bizi. yöntemi /söylemi beğenmeyebilirsiniz tabii ama eğer sahiden hiç anlamıyorsanız da rica ederim, ahkam kesmeyin. çünkü şu an o kampüste, o starbucks'ta evcilik oynanmadığını garanti ederim.
bir de bu protestoya katılan berna'yı kck davasından tutuklamışlar galiba. elbet dışarı çıkar, çünkü onun yeri kampüs. yeter ki diğer berna'nınki kadar uzun sürmesin.
edito: yanlış istihbarat benimki- isim berna diil, şeyma'ymış. şeyma, berna veya ayşe bir şey değişmeyeceği için başlık böyle kalsın bence.
6 Aralık 2011 Salı
"düş karışmamış ham gerçeğin pek öyle tadı yoktur"
2 post yazdım, öylece duruyor. biri onur yaser can'la ilgili, diğeri onur hamzaoğlu'yla. belki daha sonra. o kadar kötü zamanlar geçiriyorum ki bir yandan,her iki onur'un da canını sıkanlara sarsam bu sinirle, onları delirtebilirdim.
neyse. güzel şeylerden bahsetmek istedim; bir ihtimal tanımadığınız, duymadığınız bir güzel insandan.
Vedat Dalokay. benim niyeyse arada bir açıp, vikipedi'deki özgeçmişini okuduğum kişi. gökçek öncesi Ankara'yı yaratan kişi. Ankara'yı bildiğimiz, sevdiğimiz hale getiren kişi. bakınız "biz" dedim, hani ben de aslında Ankara'yı sevebilirdim. Ankara'nın parkları ne güzeldir ve mesela ulus meydanı, kızılay meydanı, heykelleri. başkent olacakken, tam da olacakken yani, son hız koşarken birileri dur demiş gibi bir şehir oldu şimdi ankara. neyse. şimdiyi biliyoruz zaten, boşverin.
Dalokay mimardı. Ankara mimarlar odası başkanıydı. sonra 1 dönem CHP'den başkan seçilmiş, %65 mi ne oy almış. şehre parklarını, meydanlarını, "göbek"lerini, anıtlarını vermiş. Kocatepe Camii için düşündüğü "çılgın" kabuk kubbe, mühendislik açısından zor ve riskli bulunmuş; ama ondan da önce zaten yeterince "cami" bulunmadığı için reddedilmiş, olası maliyet bahane olmuş. o da gidip Pakistan, İslamabad'da 1970'te bir cami yapmış. camiyi bir görmeniz lazım. Beğenmek- beğenmemek ötesinde, bambaşka bir şey. Mesela Taksim Meydanı proje yarışmasını da o kazanmış. Dalokay her yere yetişebilen bir mimarmış işte.
benim için en büyük sürprizi de, hala inatla bulup okuyamadığım Kolo'dur. YKY'ndan çıktığını bilmeme rağmen, hep bir şekilde aklımdan çıkar, unuturum. Keban Barajı'nın yapıldığı yıllarda, bu barajın suları altında kalan keçi Kolo'yu anlatan Dalokay'a zamanında TDK ödül vermiş, ingilizceye çevrilmiş ve 1995'te de ABD'den bir ödül kazanmış. Bir insan, bir mimar, bir şehircilik uzmanı, çocukluğunu yaşadığı köyün ve tüm anılarının 40 metre su altında kalışına masal yazar mı? Yazmış işte. hatta diyor ki, mimarlığıyla yazmış kitabı. kitap 2000 yılında nihayet zazacaya da çevrilmiş, kolonun diline.
dalokay, bizim bugün konuştuklarımızı 1980de yazdığı kitabın önsözüne işlemiş işte:
“Baraj öyküsünde, Doğu’ya uygarlık götürüyoruz diye yola çıkan bir devletin, doğayı ve insanı, yani tüm yaşamı nasıl umursamadığını, bin yıllık yaşam ve yüz bin yıllık doğayı nasıl yok ettiğini anlatmıştım. Bunu gözlerimle görmüş ve yaşamıştım. Jandarmalı devlet gitmişti ama daha beteri, barajlı devlet gelmişti. İkincisi daha beterdi Şako Bacı ve Kolo için."
Gerçek hayatta baraj için yapılan yolda ezilerek can veren Şako Bacı için, masalında yatağında ölüm yazmış Dalokay. Ama sonra noldu biliyor musunuz? Sonra Vedat Bey, eşi ve bir çocuğuyla bir trafik kazasında hayatını kaybetti. diğer 4 çocuğuna nasıl bir sabır geldi de yaşamayı sürdürdüler, bilmem. yaşamak böyle bir şey.
*
Ben Dalokay'ın kim olduğunu çok geç öğrendim. Benim için Vedat Dalokay, dedemin çok yetenekli, çok zeki, çok takdir edilen bir üniversite arkadaşıdır. "ah o eski dalokay zamanları"dır. Vedat değil, dalokaydır. isimden çok sıfat gibi. Ben kendisiyle maalesef hiç tanışmadım; ama duydum sadece. haliyle, ben de vikipedi kadar tanıyorum onu aslında. fark yok.
Çankaya'daki bir garip nikah salonu dışında, ankarada hiçbir yerde dalokay'ın adı geçmez. muhammed ali cinnah'tan kennedy'ye kadar herkesin bir caddesi vardır da, onun yoktur. gökçek'in adı, sanı, gülümseyişi, yağlanmış saçları ve o her daim eğri gibi gözüken kravatıyla tüm şehri kaplaması normaldir de, Vedat Bey işte, üslubuyla silinerek gitmiştir Ankara'dan. Edebiyle silinmiştir sahiden.
Ankara'yı seviyorsanız eğer, Dalokay'la tanışmanıza ben sevindim. başlıktaki cümle de Kolo'nun önsözünden. eskiden ankaraya düş karışabiliyomuş belki de, şimdi maalesef, en kitsch haliyle bir ucube gerçekliğe dönüşüyor.
neyse. güzel şeylerden bahsetmek istedim; bir ihtimal tanımadığınız, duymadığınız bir güzel insandan.
Vedat Dalokay. benim niyeyse arada bir açıp, vikipedi'deki özgeçmişini okuduğum kişi. gökçek öncesi Ankara'yı yaratan kişi. Ankara'yı bildiğimiz, sevdiğimiz hale getiren kişi. bakınız "biz" dedim, hani ben de aslında Ankara'yı sevebilirdim. Ankara'nın parkları ne güzeldir ve mesela ulus meydanı, kızılay meydanı, heykelleri. başkent olacakken, tam da olacakken yani, son hız koşarken birileri dur demiş gibi bir şehir oldu şimdi ankara. neyse. şimdiyi biliyoruz zaten, boşverin.
Dalokay mimardı. Ankara mimarlar odası başkanıydı. sonra 1 dönem CHP'den başkan seçilmiş, %65 mi ne oy almış. şehre parklarını, meydanlarını, "göbek"lerini, anıtlarını vermiş. Kocatepe Camii için düşündüğü "çılgın" kabuk kubbe, mühendislik açısından zor ve riskli bulunmuş; ama ondan da önce zaten yeterince "cami" bulunmadığı için reddedilmiş, olası maliyet bahane olmuş. o da gidip Pakistan, İslamabad'da 1970'te bir cami yapmış. camiyi bir görmeniz lazım. Beğenmek- beğenmemek ötesinde, bambaşka bir şey. Mesela Taksim Meydanı proje yarışmasını da o kazanmış. Dalokay her yere yetişebilen bir mimarmış işte.
benim için en büyük sürprizi de, hala inatla bulup okuyamadığım Kolo'dur. YKY'ndan çıktığını bilmeme rağmen, hep bir şekilde aklımdan çıkar, unuturum. Keban Barajı'nın yapıldığı yıllarda, bu barajın suları altında kalan keçi Kolo'yu anlatan Dalokay'a zamanında TDK ödül vermiş, ingilizceye çevrilmiş ve 1995'te de ABD'den bir ödül kazanmış. Bir insan, bir mimar, bir şehircilik uzmanı, çocukluğunu yaşadığı köyün ve tüm anılarının 40 metre su altında kalışına masal yazar mı? Yazmış işte. hatta diyor ki, mimarlığıyla yazmış kitabı. kitap 2000 yılında nihayet zazacaya da çevrilmiş, kolonun diline.
dalokay, bizim bugün konuştuklarımızı 1980de yazdığı kitabın önsözüne işlemiş işte:
“Baraj öyküsünde, Doğu’ya uygarlık götürüyoruz diye yola çıkan bir devletin, doğayı ve insanı, yani tüm yaşamı nasıl umursamadığını, bin yıllık yaşam ve yüz bin yıllık doğayı nasıl yok ettiğini anlatmıştım. Bunu gözlerimle görmüş ve yaşamıştım. Jandarmalı devlet gitmişti ama daha beteri, barajlı devlet gelmişti. İkincisi daha beterdi Şako Bacı ve Kolo için."
Gerçek hayatta baraj için yapılan yolda ezilerek can veren Şako Bacı için, masalında yatağında ölüm yazmış Dalokay. Ama sonra noldu biliyor musunuz? Sonra Vedat Bey, eşi ve bir çocuğuyla bir trafik kazasında hayatını kaybetti. diğer 4 çocuğuna nasıl bir sabır geldi de yaşamayı sürdürdüler, bilmem. yaşamak böyle bir şey.
*
Ben Dalokay'ın kim olduğunu çok geç öğrendim. Benim için Vedat Dalokay, dedemin çok yetenekli, çok zeki, çok takdir edilen bir üniversite arkadaşıdır. "ah o eski dalokay zamanları"dır. Vedat değil, dalokaydır. isimden çok sıfat gibi. Ben kendisiyle maalesef hiç tanışmadım; ama duydum sadece. haliyle, ben de vikipedi kadar tanıyorum onu aslında. fark yok.
Çankaya'daki bir garip nikah salonu dışında, ankarada hiçbir yerde dalokay'ın adı geçmez. muhammed ali cinnah'tan kennedy'ye kadar herkesin bir caddesi vardır da, onun yoktur. gökçek'in adı, sanı, gülümseyişi, yağlanmış saçları ve o her daim eğri gibi gözüken kravatıyla tüm şehri kaplaması normaldir de, Vedat Bey işte, üslubuyla silinerek gitmiştir Ankara'dan. Edebiyle silinmiştir sahiden.
Ankara'yı seviyorsanız eğer, Dalokay'la tanışmanıza ben sevindim. başlıktaki cümle de Kolo'nun önsözünden. eskiden ankaraya düş karışabiliyomuş belki de, şimdi maalesef, en kitsch haliyle bir ucube gerçekliğe dönüşüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)