29 Nisan 2011 Cuma

5 kere 5

 bizim ailenin geleneksel bir olanı biteni saklama hevesi var. ne demek olduğunu çeken bilir. bu sebeple, menekşe gözlerle ne zaman vedalaştığımızı bile tam olarak bilmiyorum. dün uçaktan indiğimde öğrenebildim anca, öyle uygun görüldü. kızmadım, anlıyorum. yine de bu sebeple, hayatta en teşekkür ettiğim kadınlardan birine yarın gidebileceğim. vedalaşacağım; arkasından güneş vuran koltukla, kadıköy iskeleden aldığım mevsim çiçeklerini koyduğu o vazoyla, bir de hep olduğundan yüksekteymiş gibi duran balkonuyla. "günler bildiğin gibi: şu kestane ağaçları, şu karga, bir de ben işte. artık saçımı da boyamıyolar, tam yaşlı oldum." sabuş gelemedi buralara, ablasına. bazen uzakta kalmak daha iyi geliyor anılara. içinde hep, okul sonrası naylon çoraplarını çekip gizlice beyoğluna çıkan üç kız kardeş olsun diye. şimdi bir koca boşluğa sarılmaktansa, gün batmadan son vapura yetişsin diye.

*
ben yokken, devrim olmuş. mesela ben terfi etmişim - gibi bi şi olmuş. beklediğim ama ihtimal vermediğim bi şi olduğundan sadece "aa??" diyebildim. sevindim tabii hem de, şaşkınlık geçince. ayrıca artık uzay mekiği gibi bi ofis bilgisayarım var, doğru tuşuna basarsanız karayiplere ışınlayabiliyor. devrim demiştim.

*
düğün dernek meselesi sebebiyle ingilizler ve şapkaları yine gündeme geldi. bi de royal ascot zamanı geliyor zaten. ben şapka çok severim, her türünü severim. herkes şapka taksın. ingilizler ve şapkaları demişken, bence o şapkaların en güzelini seçip, en iyi taşıyan canım yazık isabella blow'cumdu. en gösterişlisini bile ecevit kasketi gibi rahat taşırdı. philip treacy şapkaların yeri o yüzden başka. yine de, semtime gelen bir stephen jones sergisine de burun kıvıracak değilim. onda da anna piaggi hatrı var. gerçi antwerp'tekinin sadece bi kısmıymış filan; ama "bi kere bi denesem bi keşke" listeme yenilerine eklemek üzere, bir ara yollara düşeceğimdir.

falan filan.
son olarak:

25 nisan'da 5. yaşı doldu buranın.
5 senedir aslında zor değil. düşününce, fena da değil sanki.
çak blog!

28 Nisan 2011 Perşembe

her şeye -je eklemek istiyorum

merhaba istanbul, merhaba blog.
ben döndüm. çok da güzeldi. şimdi chardonnay etkisi dediğimiz şey sebebiyle toparlayıp yazamıyorum; ama çok güzeldi. ben bu hollandaise topraklarla barıştım, enteresandır. kavuşmalar olunca, barışmalar da oluyor. başka türlüsü olmazdı zaten. zatenje.

anlatmak lazım di mi? adettendir. uzatalım madem.


kelebek dolu bir odadan geçtim ben, kelebekler de üstümden. o masmavi olanı kovaladım. kimi poz verdi, kimi dolandı durdu. sonra rakı kadehinde üzüm olsak mesela, üzüm gibi içimize dolsa rakı. nergiz hanımın gündüz şölenleri, akşam sohbetleri, gece miskinlikleri. bisiklet sefası. bisiklet değil, yastıklı taht. uykunun en güze hali. yılın ilk erguvanları, mor salkımları, bahar bahçeleri. istanbulun baharı amsterdama kaçmış, öyle bir gün halleri. her yer park. parklardan boş kalan yerler de kanal; ama çoğu park. hulusi kaptanın kanal turları. güneşten, sıcaktan espadril ve şapka. müzeler sonra, sandviçler, meyve suyu iksirleri ve levanten kara efeler.

en dolu günlerimin devamında, başıboş 2 gündüzümde müzelerde yaşlı belçikalı ve alman çiftlerle gezdim. rijk iyi hoş ama rembrandt bir yere kadar, kaybolup gidemiyorum. van gogh'da picasso var diye yine niyetlendim ama teleobjektifli asyalıların metrelerce kuyruğu gözümü korkuttu, girmedim. ama stedelijk mis gibiydi. çanta ve cüzdan müzesi de vardı hem. çantalar ve cüzdanlar tarihi. biriktirmeler takdiri.

*

kaldırımlar alçaktı ve şehir, insanlar içindi blog. acıdan unutmayı seçtiğim güzel yanları. buradaki acıların, dert demeyeyim hadi ama günlük kavgaların hiçbiri kader değil. belki de amsterdamla barışma yaşım gelmiş, belki vaktiymiş. ama en çok da, zevksizliklerden, estetiksizlikten, buna mahkum sokaklardan bunalmışım. estetik, asla elit bir arayış değildir; çok reca ederim. ben çocuğunun yatağından oyuncağına, her şeyini plastikle kaplayıp sonra "ay ama bu çin işi!zehir!" diye panikleyen ebeveynlerden, en son model arabayı almak için yarışırken bisiklete binmeyi bilmeyenlerden, zenginliğin hala toplu taşıma aracı kullanmamak olmasından, otobüslerin böylesine binilmez olmasından, herkesin birbirinden nefret etmesinden yorulmuşum. bi süre es vermek, iyi geldi. kaldırımlar alçaktı blog. yok gibiydi.

anneannemden naşi, tanpınar'ı ve dıranas'ı severim, öğretmenleri ahmet haşimin estetik kaygılarını da. o kaygılardır ki hayata anlam katar. bak ekşi hatırlattı: falih rıfkı şöyle demiş: "haşim yalnız herkesle değil, ara sıra kendisiyle de bozuşur bir adamdır. fakat yalnız zevksizlerle barışmaz." ben haşimi sırf bundan bile sevebilirim. palto cebinden çıkan uskumru dolması (niyeyse hamsi buğulama diye hatırladığım), beşiktaştaki heykel ve diğer şeyler yüzünden.

ben bu amsterdam seferimde, haşim'den naşi, "ince zevkler yüzünden" diye düşündüm durdum. mimoza kokulu misafir sabunları yüzünden olabilir: birilerinin bunu ince ince elde üretmesi, birilerine makul fiyatlardan satması ("butik tasarım kazığı!" değil) ve birilerinin de, misafirleri için özenerek alması. ticaretin ana vatanında mimoza kokulu misafir sabunları meselesi. cam şişeler, ikinci el seramik çekmece kulpları, ahşap çocuk oyuncakları ve kalp aromalı çikolatalar sebebiyle de olabilir, bilemiyorum. bisiklet püskülleri, bebek şapkaları, bir tek çöp bile olmayan lale bahçeleri ve japone fularlar yüzünden de olabilir. veya gitmeden önce bana dediği gibi: "buralar... rahat".


hollanda şüphesiz ki bir  fransa, bir italya veya hatta iskandinav ülkeleri kadar bile bir "zevk" ülkesi değil. batı avrupanın "köylü"leri görülürler. zehir gibi mühendisler, tasarım konusunda harikalar, o ayrı. ama "hollanda gustosu" diye bi şi yok mesela. bunu genel olarak çizme tercihlerinde de görebiliyoruz (deryik sırça köşkünden bildiriyor). neyse işte. yine de, bir birikim var, haninin koloniciliği tabii. 72 milletin en güzel ürünlerini, yemeklerini, ahşabını ve hatta elişini ülkeye taşımış olmaktan mıdır, paranın sarhoşluğuyla ne yapacağını bilememekten midir (o rembrandt'ın parasını köle tüccarları ödüyodu, naber), var bir birikim. kuşaktan kuşağa ipek fular, telkari işli çanta sapı, vişne ağacından masa filan kalıyor yahu. böyle söyleyince kulağa hiç de kötü gelmiyor şeker. sadece 50'ler-60'lar dönemine ait ürünler satan bir mağaza, varlığını sürdürebiliyor. ama öyle "dedemin bitli donu artık vintage oldu" cingözlüğü değil, sahiden "ürün". yani ne bileyim, naneli şeker kutuları mesela, pek bi güzel. pina colada aromalı sigara yapıyorlar. veya en güzel örneği işte, alın buyrun. fotoğrafta gördüğünüz üzere pencere pervazında koleksiyon. herhangi bir ev. pervazına bi şiler dizen bir sürü evden biri. biriktirmiş. dizmiş. gösteriyor. göstermek için bunu seçmiş.

ve evet sorarsanız, bu pencere pervazı paragraflarıdr inatla anlatamadığım şeyin özeti. amma çene.

*
hasret, tuhaf şey. bilmeyene ağır gelen bir şey, gerçi bilmemek en güzeli. özlemek, sanıldığı kadar korkunç bir şey değil mesela; özleyememek kötü olurdu. insan "onsuz olamıyorum"u fiziki yakınlıkla algılamamalı, algılıyorsa da haline yanmalı bence. hani şunca zamanın farsça şiirleri, divan edebiyatı ve ilahi aşıkları adına diyorum: onsuz olamamak, başka bir şey. uzakta olmak kadar basit bir şey değil, tarif edemiyorum. uzaklık, nihayetinde bir bilete bakar modern zamanlarda. onsuzluk bu kadar kolay bir şey değil, aman diym. o yüzden hasret, mesafeyle de, "onsuzluk"la da karıştırılmaması gereken, başka türlü bir şey. yan yana olmanın huzuru, tadı başka; ama bazen bazı şeyler "büyüktür" diğerleri. maksat büyüyebilmek, büyük olabilmek. aşılamayacaklara kapılmamak, zor olan; iç titremesi bir de. en çok, en inceden, iç titremesi. bir nefes alıp sıra beklemek, bilmek, bilerek beklemek. bekleyebilmek. asaf'a inat.

üç üç üç. uç uç uç.
yine de üç boyutlu olsa fotoğraflar, hayat daha güzel bir yer olabilirdi.

*
türkiye ve hele ki istanbul gündemini kaçırmış olmak beni pek mutlu etti. bir tek, peş peşe "çılgın planını açıkladı!" mesajları gelince korktum. "yine ne yaptı acaba? yapmasın. dursun artık. yapmasın bi şi. naptı ki acaba?". unutmuşum bu uzaktan endişe hissini. içi de dışı da aynı çember.

eh bi haftanın üstüne, tabii ki bu kadar yazacaktım. adios.

21 Nisan 2011 Perşembe

nihayet

ben, nihayet bugün, kanatlanarak, uçarak, koşarak.
dükkan kapalı ey okuyucu; kavuşmalara, kavuşmalara.
bu vesileyle sizlere bittabi beatles'tan bir şarkı gönderiyorum (but i care).
ah bi saniye. bi şarkı daha var ki, benim için tüm zamanların kralı, en bir yol şarkısı.

19 Nisan 2011 Salı

fenafillah



ben pek kahve sevmem. türk kahvesi başka tabii; ama tutup da neskafe filan içmem, aramam. içeceksem de süt köpüğü ister gönül. solda gördüğünüz tonton şey sayesinde, tüm rüyalarım gerçek oldu. bu seçkin ve ziyadesiyle elegan ürünün çok basit bi versiyonu kahve dünyasında satılıyodu, annemin biricik kahvaltı oyuncağı hatta. ben davranıp alana kadar satışı durmuş. azmin zaferi arayışım geçenlerde hoş bi sürprizle bitti. şimdi başlığa takılı olanı çözdük, diğer 2 zımbırtı gizemini koruyor. pilli devrim. şu fotoğrafı bulmak da fazlasıyla zahmetli oldu, burdan bulan leydiye teşkür. böylesi güzeli, harika bi şi.

müzeye gitmeyi çok özlüyorum. yalnız da gidiyorum ama aynı şey olmuyor. mesela ikimizin temposu farklıdır, birlikte başlayıp ayrı ayrı devam ederiz. sonra bi resmin önünde karşılaşıveririz. yoyo gibi, gelgit gibi, bi uzaklaşır bi yakınlaşırız. ben niyeyse etraftakilere pek bi takılırım: sakız çiğneyenlere, fotoğraf çektirmek için resmi işgal edenlere, yüksek sesli sevişgenlere falan filan. o takılmaz, güzel güzel gezer. sonra beni de çıkarır o saplandığım söylenmelerden. pek bi güzel geçer işte.
 
dünkü akşam yemeği sonunda: iyi ki burda doğmuşum, iyi ki böyle bi mutfağa sahibiz, iyi ki bu kadar şanslıyım. canım türkiyem, damak tadını seveyim. ilk hayatımda kesin "ağırlama müdürü" filanmışım ben, yabancılar merakla ve zevkle bizim yemeklerden yediğinde resmen kendim pişirmişim gibi bir coşku. yiyorum, yediriyorum. zaten tavuk denen hayvandan önce çerkez tavuğu sonra tavukgöğsü yapılabildiğini görünce yeterince sersemleşiyolar, çok güzel bi şi. öyle işte.

bu akşam bavul yapma gecesi. ütüler, katlamalar, "son bi şi daha"lar, telefon-fotoğraf makinesi şarjları, unutmama listeleri, hava tahminleri. en güzel şey yani. pır pır pır.

*


organize münferitler ve meczuplar diyarıyız. ben en çok bundan korkuyorum.
bir de beceremeyişlerimiz, çelişkilerimiz, kendimizi hiç sevmeyişlerimiz.
kendimize yazık ediyoruz. ysk'nın iptal kararı kadar saçma bir diğer şey de başbakanın 10 bin genç buluvereceğini söylemesi. fark yok. başbakan facebookta grup kurar gibi: "iddiaya girerim, protestoculara karşı 10 bin genç bulabilirim" diyor, ysk da bazı çocukları bisikletine bindirmiyor. bize gıcıklar çünkü, anlamıyorsunuz. hem zaten, evet, bulur. bir ordu gibiler sahiden. o 10 bin genç acaba arkadaşlarının gözünün içine bakar mı?
bedri baykam hastane diye debelenirken kimse bakmadı mesela. koşarak kaçtılar, canavar saldırıyormuş gibi. o yüzdendir ki işte gündüz vakti bir kadın 51 bıçak darbesiyle komaya girebilir bu ülkede. bir küçük çocuk okuldaki lavabo üstüne düşüp öldüğü için tutulan bilirkişi raporunda, "haylazlığı sebebiyle lavaboya tırmandığı..." diye yazabilir birileri. onların rüyası yok çünkü, gece rüyalarına girmiyor kimse. onlar en derin uykuların, en koyu siyahların horultusunda. 2 yaşında bir kızın kafasına gaz bombası atabilir polis, kafatası yarılabilir, onların kaçacak bir uykusu yok. nolcak yani, bizimkilerden değil ki elif. başka çocuk.

*
ama işte sonra, anaakımın şahı, yelkenini rüzgara göre şişirmelerin prensi emre aköz, "siz hiç öteki oldunuz mu?" diyor ya, resmen o an patlıyor bendeki toplar tüfekler. sanki hepsi tamammış gibi, bunda kopuyor film. bu kadar yüzsüzlük, içimi boğuyor. hepsini alıyor bu mide ama bu adamın bu haymana pancar nemalanma haline sahiden katlanamıyorum. bu soruyu bu adamdan duyduğumda, tırnaklarım çekiliyor.

sen hiç oldun mu emre? bu ihtimal bile senin için bir fobi oysa.  sen hiç iktidardan öteye düşebildin mi? iktidarın kim olduğunu bile sonradan farkediyorsun bence. sen hayatında öteki nedir bilir misin? düşene bi tekme de sen atmakla meşgulken, kim düşmüş diye baktın mı hiç? kötüsün emre. çıkarcısın ve en fenası, 7 günahın en büyüğüyle sıvanmış beynin: obursun. yemekle ilgili bir şey değil bu; doyumsuz bir çıkarcılık seninki. sonu yok. normalleşmiş senin için. sonu, dipsiz kuyular kadar siyah. hiçbir çizgin yok. sadece "pehh" çekiyorsun bize, gırtlağına kadar "pehhh"ken üstelik.

herkese bir bahanen, bir açıklaman var; bi tek kendine yok emre. bu halini bir türlü açıklayamıyorsun. başbakana benziyorsun emre, tam istediğin gibi. dönüşüyorsun. sen de bize sövüyorsun, biz seni de sevmemeye tüm gücümüzle devam ediyoruz. çok şükür ki gücetapanlardan değiliz henüz, o kadar düşmedik, çok şükür. sen seviyeyi düşürdükçe senle inmeyip, tepeden, en tepelerden bakıyoruz sana. sen ter ter tepindikçe daha da iniyorsun aşağıya, bizse bulutlara eriyoruz; mavi, güzel, pofuduk bulutlara. böyle güzel şeyleri hiç sevmiyorsun değil mi emre? tepin emre tepin, semalar bizim. semalar veletlerin, solcu orospuların, çevreci mihrakların; semalar ağlayabilenlerin.

16 Nisan 2011 Cumartesi

bohça

hadi uzun uzun yazayım. işim ne?

bi kere, ben çok üşüdüm. dün başladı. pinhani konseri pek bir güzeldi. üstelik ben kavak yellerini de izlemediğim için hiçbi şarkısından öğh gelmemişti. kendileri öncelikle "bilet parasının hakkını ziyadesiyle veren grup" olarak kayıtlara geçti. 3 saat arkadaş, tık demediler. sonra çıkışta çok üşüdüm ben. sabah güneşliydi, acelem vardı. zaten doğuya bakan bir odam var ve buna alışık değilim, sıcak sandım. meğer rüzgar fenaymış. 4 saat sokaktaydım, yine üşüdüm. şu an boğazım batıyor; ama hasta olma gibi bir ihtimal olmadığından, yaşasın yaseminli yeşil çay.

dansçı/ jonglör/ tahtabacak vb gösteri gruplarının kıyafetlerini düşününce, hep bir ucuzluk var. "fosforlu yeşil renkli saten kumaş" diye özetleyeceğim bir zevk hakim: parlak olsun, canlı görünsün, tamamdır. ama işte fosforlu yeşil renkli saten kumaş pek şık bir şey değil, sadece ucuz. ilkokul piyesi malzemesi. çok maharetli bir ekibin var diyelim, ama kostüm tarafını fosforlu yeşil renkli saten kumaşa teslim ettiğinden, bir albenisi yok. şu ara saçma sebeplerle bu şekilde toplamda 300 kişiye yakın gösteri ekibi seyrettiğim için söylüyorum. yabancı ekiplerin en çok para ayırdığı şeyse tam tersine, kostüm. adam sadece dursa bile enteresan yani. bi versiyonu da "prenses elbisesi" mesela. ah o plastik dantelli eteğin kısmen sökülmesi, boncuğun payetin dökülmesi..yani bu işe girerseniz, sermayeniz kostüm, ben diğim sağa. beceri zaten çalışmayla oluyor. bi de mimik yok bizim ekiplerde. bi gül, bi eğlen, bi sataş. olduğun yerde pilli bebek gibi 19 mayıs hareketleri yapmakla gösteri olmuyor, üzgünüm. zaten etkileşime girmeye utanan bi seyirci var, bari sen arsız ol. . neyse ya. çok uzadı bu paragraf. bit.

sonra çok üşüyünce pera. karaburçak'ı fazlasıyla merak ediyodum, hop içeri. boşken ne güzel yersin sen pera. boş olunca da gerçi "zaten boş" insanları türüyor, telefonla konuşuyor, sakızını balon yapıp patlatıyor filan. kimse bana yaranamıyor, neyse. mor mor mor.
ankara bu ara iki kere öyle bir karşıma çıktı ki, bi an için kendisinden hoşlanmaya başladığımı düşündüm. biri karaburçak. Turan Erol'un 1970'te dediği gibi: "Ankara akşamlarında, akşamın geceye dönüştüğü saatlerde, damların bacaların arkasında karaburçak moru gördüğünüz olmadı mı?" tam öyle işte, puslu ankara alacakaranlığında gök, pembeli, turunculu ve bolca morlu olur ya hani, en güzel hali.

ankaraya duyduğum hislerin en güzel özetiyse, dün çotonk diye karşıma çıktı:
"Ne kadar kasvetli olursa olsun kendine has bir taş yapı görkemi vardı Ankara’da. Meydanları olan bir kentti. 15 yıldır boncuk mavisi ve ‘Maşallah’ yazısı asılmış bir şehre dönüştürülmeye çalışılıyor. 15 yılda şehirlerarası yolun ortasında adalara dönüşecek. Her taraf otoban gibi. (...) Benim ortaklaşabileceğim kısmı Barış’ın yazdığı ya da özlediği Ankara. Ankaralılık artık bir tür Ankara’yı özlemeye dönüştü." demiş Fatih Al. görsem sırf bunun için gidip elini sıkıcam. resmen ankarayla ilişkimi özetlemiş, mis gibi. ben o şehrin dönüştüğü şeyi sevmek istemiyorum. hatırası baki kalsın. yani istanbul kedi ve martıysa, ankara köpek ve kumrudur bir yerde. bu hatıramın yerine misket kedisi ve fayans kuğusu koymak istendiği için, reddediyorum.

*

"sen ki her daim bi itiraz halindesin deryik, bugün sinire kesecek hiçbir şey olmadı mı?" diyebilirsiniz. öylesi bir durum bu blogun doğasına ters (yazar burada hayatınızdaki tüm nemrut, gri bulutları yüceltiyor). neyse, ÇED muafiyet listesi düştü resmi gazeteye.
hadi özet:

Yönetmeliğin en sonunda EK-1 başlıklı bir liste yer alıyor. Bu listede sıralanmış alanlardaki yapılar eğer 1993’ten önce planlandıysa ÇED raporu zorunluluğundan muaf tutulacak.
Bu tesisler şöyle:
Rafineriler/ Termik güç santralları/ Nükleer güç santralları/ Radyasyonlu nükleer yakıtların işlenmesi bertarafı tesisleri/Demir ve çeliğin ergitilmesi ile ilgili tesisler/Asbest çıkarılması ve asbest içeren ürünleri işleme veya dönüştürme projeleri/ Yollar, geçişler ve havaalanları/ Şehirlerarası demiryolu hatları/ Pist uzunluğu 2.100 m ve üzeri olan havaalanları/Otoyollar, ekspres yollar ve devlet yollarının yapımı/Dört ve üzeri şeritli yolların yapımı/Suyolları, limanlar ve tersaneler/Atık bertaraf tesisleri/ Su aktarma projeleri/Barajlar/ HES’ler/Et üretim tesisleri/Madencilik projeleri/Çimento fabrikaları veya klinker üretim tesisleri/Petrol, doğalgaz, petrokimya ve kimyasal madde depolama tesisleri/Ham deri işleme tesisleri/Turizm konaklama tesisleri/Motorlu ve demiryolu taşıtlarının üretimi

n'oldu? bakıyorum sıkılıp okumadınız?  üşendiniz di mi?
tam da o yüzden, bunu hakediyosunuz şekerim. her şey mübah size. bi paragraf okumadınız ama adamlar o paragrafla sizin gözünüze sürmeyi çekti. geçmiş ossun. daha da çekecekler.

ben çok sinirli, çok üzgün, çok fenayım. kimsenin böyle bir şeyi dert etmeyişi, bu adamların bu rahatça, gözü dönmüş halde karar alıverişlerini, hiçbir şeyden çekinmeyişleri, içimi karartıyor. isli, pis, makine yağına bulanmış bir haldeyim. şimdi büyük anadolu yürüyüşüne konsantre olmuş dernekler, üçe beşe bölünüp, yetişemiyorlar böyle şeylere. bir avuç insan, hepimiz yerine debelenemiyor, onlara da adam lazım. sıra geldiğinde geç kalınmış olabilir tepki vermek için. ama yine de bilin. durmayın, susmayın, yutmayın.

şehirde manolyalar çiçekleniyor, ilgilenenlere.

*

çekilebilirsin rıfkı.

13 Nisan 2011 Çarşamba

lale portakalı

3 saate yakın bir seanstan sonra, monotonluğun hakikaten çok acımasız, çok acı verici ve çok gerçek bir şey olduğunu anlıyor insan. o tekrarlar kadar iyi anlatacak bir şey yok saartje'yi. prenses olsa daha iyiydi belki sahiden; ama değil. bu hikayenin en güzel yanı, en "sıradışı" olanın gayet sıradan bir hayatı olması aslında: prenses değil.

kervanlar yürüyor ankaraya, sulak yerlerin susuz kervanları. azlar ve özler. bir kenara not düşülür elbet: "hayır dediler, yürüdüler, yol boyu gülümsediler". benim bu akşam toroslarla randevum var, yaşar kemal toroslarıyla. gitmesem olmaz; çünkü çok bekledim. bu kervanıysa henüz gazetelerde göremedim hiç, bir iki köşe yazısı anca. ankaraya vardıklarında bir basın bülteni basarlar, ayıp olmasın diye. kimse sormaz, kimse dinlemez. çünkü kaale alınmak için kalabalık olmak gerekiyor, niyeyse. 72 milyon adına verilecek en kritik kararlarda 550 kişi yetiyor, ama mesela başka bir  550 kişi tüm varlığıyla, bilinciyle, gücüyle 40 gün süreyle tüm ülkeyi yürüdüğünde, (daha az bi sayı olsun hadi) mesela 1 milyon kişi yerine yaptığı itiraz ciddiye alınmıyor. tuhaf şey matematik.

KEDV var, bir de nahıl var. siz de bilin, siz de gidin, hediyenizi filan oradan seçin.

şunca senedir hep bildiğim, uzaktan destek verdiğim ama bi şekilde hiç katılamadığım bir şey varsa, onur yürüyüşleri. bu yıl bu tıkanıklığı açıcam nihayet, kararlıyım. demin "onur yürüyüşüne katılmak için x-y-z olmak gerekmediğini biliyosunuz zaten" diyecektim, sildim. - bu blogu okuyanlar zaten bunu bilir ve böyle hatırlatmalara, dipnotlara sinir olur, "ne gerek var" der. o yüzden bu blog da okuyucusunu pek bi sever, hadi yine iyisiniz. sildim; çünkü henüz izlemediğim kaybedenler kulübünün sevgili yönetmeni demiş ki: "bi baktım, esas ben otosansür uyguluyorum, gereksiz yere açıklıyorum veya makaslıyorum!" yani öyle bir hal çiçeklerim, insan alışmayagörsün, dipnotluyor, otosansür isi üstüne siniyor. dipnotları, "ama ya xyz anlarsa?"ları söküp atmak lazım. hani "bak yapıyorum ama onlardan olduğumdan değil" açıklaması, aslında gereksiz ve hatta çelişkili. bence yani.

bahar dalları yağmur yedi, şimdi yaprağa kesecekler; ama önümüzdeki 2 hafta takvimler erguvan. istanbulun rengi tabii ki mor. morun her tonunu, ama en çok da morcivert hallerini seviyorum ben.

ido satıldı. 2,5 yıllık cirosuna yakın bir değere. 2,5 yılda dönüşünü aldığınız her yatırım güzeldir zaten. belki gemileri verip yerine mandal alırlarsa dönüş süresi 2 yıla bile düşebilir.

*
bu ara beynimde yankılanan, edip cansever şiirlerinin, en incesi: mendilimde kan sesleri. ne güzel söylemiş işte:

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

ben şiirlerimi paylaşamam pek, kuytularda okurum; çünkü herkes başka okur; ama edip bey buna hep istisna. herkes cansevsin.
*
bi de bugüne bugün, vizem var. hem de 9 istemişken, 90 gün! pek bi bonkör. yollar var, yolculuk var. oh mis. kuş gibi uça kona, kavuşmalara. canım portakallar.

12 Nisan 2011 Salı

müdür karısı sendromu

biraz sinir boşalması:
annem mimar, ama kimseye kolon-kiriş tavsiyesi vermiyorum. eniştem avukat, kimseye hukuk gugukluğu yapmıyorum. şahsen iktisat okudum, ona rağmen kimseye yatırımlarına yön verecek ukalalıklar da yapmıyorum, enflasyon beklentimi de beyan etmiyorum. mesela ültimatom filan da vermem lazım benim, gariptir, yapmıyorum. üstelik bunlar, yine de o kadar hayati konular değiller.

demek ki fransız devrimini anlamışım. fransız devrimi, bildiğiniz üzere, en temelde "by blood"dan, "by merit"e geçişin devrimi. yıl 1789. yani kan bağıyla değil, el hüneriyle, kendi becerinle bir yere gelmek, bir ilim irfan kazanmak, bir meslek edinmek. asilzadelik bile kanla değil, parayla icabında. hani babanız psikopos diye başrahip olamıyosunuz otomatikman, okuluna gidiyosunuz. anneniz hemşire diye doğuştan ebe olmuyosunuz, okumanız lazım. gibi gibi. bu kısmı anladığımızı varsayıyorum.

benim genel olarak "müdür karısı sendromu" olarak nitelendirdiğim bi güzel durum var oysa: bir akrabasından/ eşinden/ arkadaşından mütevellit uzmanlık taslama ukalalığı.  müdür değilim ama karısıyım, imza yetkim olmalı. çok şükür ki yakın çevremde yok. mesela tüm ailesi çeşitli branşlarda doktor olan arkadaşım bi gün olsun bana "bence sen lens takmalısın/ kas gevşetici sürmelisin" gibi, zaten hepimize malum olan şeyleri bile tekrarlamadı: çünkü doktor olan o değil, annesi/ babası/ teyzesi/ eniştesi filan. konunun sağlık olduğunu idrak etmiş, doktor olmadığını da kabul etmiş, müdahale etmiyor. başkasının diplomasıyla doktorculuk oynamıyor. çünkü bence konu sağlıksa, her tavsiye bir müdahaledir. ha tamam, ben de memnun kaldığım ağrıkesiciyi filan öneriyorum; ama doktor tavsiyesiyle aldığım bir şeyi, doktora sorarak alınması koşuluyla ve o aşamada kalıyor. aspirin bile şüpheli bi şi bu zamanda.

bu yüzdendir ki insanların "annemden/ dayımdan/ teyzemden / babamdan/ halamdan biliyorum, kendisi doktor/hemşire/tıp öğrencisi/ebe/ eczacı" diye başlayan, "bizim bi arkadaş var" diye çeşitlenen tavsiyelerini sahiden çok ayıplıyorum. söz konusu akraba dirsek çürütüp okurken, sen orada değildin. o kör olana dek anatomi atlasını ezberlerken, sana sadece resimli kitaptı. bilmediği konulardan sınıfta kalırken, yanlış teşhisten hasta kaybederken, sen yoktun. muhtemelen kendisi hastayı görmeden böyle uzaktan fetva vermez, en dandik sağlık köşelerindeki gibi bitirir görüşünü: "yine de doktorunuza bi danışın". mesela tv'deki sağlık programlarında bu yasak artık, teşhis-tedavi filan. sonunda "doktorunuza sorun" demezse kanal ceza alıyor.  çünkü çok basit: bilemezsiniz. lokman hekimlik fazla güçlü bir iddia (dolaylı ilgi için bkz şahmeran.).

hele ki yani her insanın tansiyonu, şekeri, hormonu, alerjisi vs bu kadar bambaşkayken, kalıtımsal rahatsızlıklar, atlatılan ameliyatlar, görülen tedaviler tarihi varken, "-dir, -dır"lı ahkam cümleleriyle dost sohbetlerinde hem teşhis hem tedavi yapıldığında kanım çekiliyor. çünkü "doktor"luk da homojen, tek tip bir şey değil. psikiyatrist kalp ameliyatına giremediği gibi, cilt doktoru da gözlük reçetesi yazamıyor. yani izninizle, bunun bi branşlaşması, uzmanlığı var. ne bileyim, çocuk doktorluğu bile, bir "yeni doğan doktoru" alt dalı içeriyor. her ortopedist kola-bacağa bakmıyor, branşlaşıyor. doktorlar buna saygı gösteriyor, bir noktada "bu benim uzmanlığım değil, xxx birime baktırın" diyorlar; ama hısım akrabası, eşi dostu onların diplomasına sırt dayıyarak etrafa fetva verebiliyor!  çok üzülüyorlardır, utanıyolardır eminim.

bunu neden yazdım? çünkü ben ahir ömrümü "çok zayıfsın, şu vitamini al, pancar suyu iç, tuz yala, tansiyon düşmesi bıkbıktan olabilir, kilo alman lazım; pekmez ye, başın mı dönüyor, topukların üzerinde dans et, çinçila tüyüyle gıdıklanmak tek çaredir" kıvamı bitmeyen, bitmek bilmeyen tavsiyelerle geçirdim. market alışverişinde sepetime tahin-pekmez atıp "çok faydalı!" diyen teyzeler mi istersin, büfedeki taze meyve suyu siparişime "elma da katın, iyi gelir hanım kızımıza" diyen amcalar mı, hepsini gördüm. mesela elmaya alerjim olabilir; ama ne önemi var? o ne biliyorsa odur. iyi niyetliyse, kesin iyi gelir.

iyi niyet ile kötü sonuç arasında güçlü bir bağ var. "doktora gittim ve hayır, tansiyonum düşünce meyve suyu içemem" dediğimde, oturup bi de karşı tarafı ikna etmem gerekiyor. 7'ye 4 tansiyonla bile, dünya uçuşan bir bulutken bile, o haldeyken bile, yok yani, kimse "hımm doktor mu dedi, tamam o zaman ben susiym" demiyor; benden açıklama bekleniyor. doktordan şüphe ediyor da kendinden etmiyor. neden? çünkü o da bir doktor tanıyor. ama ben tüm bir hastaneyi gezip, pek bi ucube teşhisimle barışık bir şekilde hayatıma devam edemem: dış kapının mandalının ikna olması şart. o hiç böyle bir şey duymamıştı, emin miyim? çünkü hepimiz nurtopu gibi sağlıklıyız. "bünyesel" diyorum mesela, cık cık cık, emin miyim?!

yine mesela ben yıllarımı, "ay başın mı döndü, ağzına bi çikolata at"la mücadeleye harcadım. hadi bu yanlış bilgi. ben insanlara aç karnıma portakal suyu içemediğimi de anlatamadım. hem tansiyonum düşüyor, hem reflüm var; ama sağlık raporu sunmam gerekiyor resmen. ben ayakta uzun süre beklersem başımın döndüğünü biliyorum; bununla yaşamayı da. ama yine de söylenebiliyorum, canımı sıkabiliyor. çünkü insanım, programlanmış makine değil. söylendiğim zaman da tedavi/ yardım beklediğim için değil. beyin jimnastiği, tahminler filan da istemiyorum: sadece pişman oluyorum.

bi örnek: "sorun değil, alışığım" demem kesmiyor, hemen endişeli teşhis: "ay ama acaba neden??! beyinde bi sorun olmasınnn?!?" ah ah. hiç aklımıza gelmemişti. koca tıp camiası, bu dışardan fikir yürütmeye muhtaçtı. ama siz bu gamlı baykuş halinizle "beyninde sorun mu var, hmm hmm?!" diye yumurtlarken, mesela benim teşhisli bir hastalık hastası olabileceğimi hesaba katmadınız. veya diyelim ki ailemdeki kanser vakalarını bilmediğinizden, tek bir cümlenizle "kanser miyim yani?" diye düşüne düşüne ciddi bir panik atak da geçirebilirim evhamdan. mesela yani. ya da tam tersi: "ay o bana da oluyor, takma kafana" dediniz; ama meğer nörolojik bi sorunum varmış. gibi gibi bir çok olasılık. ama ah, siz nerden bilebilirdiniz ki, tamamen iyi niyetliydiniz. tam da o sebeple: susun. çünkü bilemezsiniz.

doktor hatası yüzünden, çocuk yaşta canımdan öte canımı kaybetme tehlikesi atlatmış biriyim; ama onu yine başka doktorlar kurtardı, kapı önünde beyin fırtınaları değil. tam da bu yüzden, yine tek sığınağım doktorun kendisi, akrabası/ arkadaşı değil. biri yanımda konuşuyosa, "neyse biz akıl vermeyelim, siz bi doktora gidin en iyisi" diye kestirip atıyorum. hipokrat yemini etmedim; ama edene, edebilene saygım var, ondan. bence bazı konular tavsiye alanı dışında kalmalı. "saçımı ne renge boyatsam?" ile "günlerdir baş ağrım geçmiyor" arasında büyük bir fark var çünkü. fikir yürütemiyorsanız, sorun değil, bunun okulunu okumuş olanlar var.

her şeye bi lafınız olmasa da olur yani.

11 Nisan 2011 Pazartesi

hello stranger

efendim, yine bir filmin dünya prömiyerindeydim bendeniz. yaklaşık 1 ay içinde bu 2 oluyor, alışırsam fena. neyse, türk sinemasına tam destek. görünmeyen güzel bir film, bir de keşke yönetmene filan soracak güzel sorumuz olsa. neyse, ali bey zaten pek resimaltı açıklamaları, venn şemalı anlatımları sevmiyormuş, iyi denk geldi. ekrem kıraç tam adnan saygun değil ve hikayenin başkalaşması güzel.

misafirlik güzel şey, iade-i ziyaret güzel şey; ama bebeklik ne tuhaf şey. her şeye şaşırıyosun ve her şeyi annene teslim etmişsin, o hallediyor. yani tek işin şaşırmak ve şaşırdığın şeyi kayda geçirmek. acıktığını bile bilmediğinde, yemek hazır. ne bileyim, uykun var, resmen farkında değilsin, hadi uyku saati. aynada kendini görünce şaşırıyosun, aksin gülünce neşe doluyosun. hayat sana güzel, çınaros. gördüğüm en sakin bebek olman da cabası. ayrıca insanoğlu tüm dikkatini saatler boyu bir bebeğe verebiliyor. doğal olarak çekim alanı. ne yaptığını, ne yapamadığını, ne yapacağını, ne yapmak istiyor olabileceğini filan düşünsen, zaten yıl geçer, dudaklarını büzüp şaşırırsın sonra. oooo.. araba... oooo ayna... oooo kızlar bana bakıyor..

bu hafta filmlere doymaca haftası. gün sayma haftası. iş çıkışları haftası. erken yatıp erken kalkmalar haftası. ışığa bakmalar, rüzgara doymalar haftası. böyle bi şiler işte.

10 Nisan 2011 Pazar

lalelere rağmen güneşe

liselilik tuhaf şey.  aslında adil bir sınav istemeleri bile delilik, bu sınavdan kurtulmayı istemeliler. eskiden istenirdi bu; ama çocuklardan ufukları çalındı, aza kanaat ediyorlar: "bari" bu kadarı olsun diye. her ilde biner biner toplanıyorlar. 18'inden küçük çocuklar, "isyanımız başka bir dünya için" diyor. biz yetişkinler, veya kendi aileleri, orada değiliz. onlar bağırıyor, habere göre yetişkinler de klakson çalmış. eskişehirdekileri tenzih ederim; biz neden orada değiliz, daha ulvi ne işimiz var?

benim aklıma hep manisa geliyor. onlar daha çok küçüktü. siz bu yazı dizisini okumuş muydunuz? 7 yazı. 7 ayrı ok batsın diye kalbinize, unutmayın diye. çocuklarından nefret etmekten öte, kronos gibi çiğ çiğ yemek onları. mesela, sırtınızda 78 cm boyunda bir morluk, yeşile dönmüş bir morluk düşünün. düşünemezsiniz. bir tek milletvekili deli gibi didindi onlar için, bu ülkenin vekilini karakol odasına sokmadılar, yerde yatan 4 çıplak genci görmesin diye. düşünün azıcık,  hatırlayın. bunları unutma lüksünüz yok.16 çocuğun hayatını kaydıran bir avuç memurdu nihayetinde. 42 duruşma boyunca sanıklara ulaşılamıyor. devlet, kendi memuru olan polisleri bulamıyor resmen. düşünün bunları. hatırlayın. sırf hikaye iyi bitti diye, hikayeyi unutmayın.

bu 23 nisanda, neşe dolmayın. bu 19 mayısta, gösteri hareketleri yapmayın. durun bi, düşünün. ne kadar hasarlı çocuklardan, ne kadar harcanmış bireyler yetiştirdiğimizi bir hatırlayın. hep bir uzvu eksik yunan heykelleri gibiyiz. YGS, yanardağın lavı, buzdağının ucu. ne kadar da gurur duyuyoruz oysa bu ülkenin gençliğiyle, genç oluşuyla! gençler ordusu, tek tip, askeri nizam. çıt çıkarmadan, serada yetişmiş, gencecik beyinler. diğerlerini öğütüyor sistem zaten, kenara ayırıveriyor.

devlet, hala o memurların suçu sebebiyle özür dilemedi. rakel dink çok haklı işte: bu ülkede kimse özür dilemiyor. yaralara tuz basmak kolay da kimse iyileştirmeye çalışmıyor. sonuç? birikiyor, birikiyor. hörgüç gibi bir kambura dönüşüyor ve biz, en güzel, en umutlu, en çalışkan çağımızda küsüveriyoruz. zaten biz küsmüşüz laf mı, o kambura bakan bizi çirkin görüyor, alay ediyor, zaten kovulmuşuz. yabani otlar gibi, tek tek ayıklanıyoruz. geriye düzgünlerimiz kalıyor; yüksüzlerimiz, güzel gülüşlülerimiz. laleler gibi, gururlu.

*
istanbul belediyesi lale festivali adı altında her yere renk renk lale dikiyor ya her yıl suni suni, işte o lalelerin dibinde mineler, papatyalar, karahindibalar büyüyor aslında. pek bi güzel lalelerin görsel bütünlüğünün festivali için, sökülüyor, yolunuyor hepsi. çünkü lale varken mine, papatya veya karahindiba yeterince çiçek değil, yeterince güzel değil. istanbul için lale ideali. ben diğer çiçekler yüzünden küsüm lalelere, küstürenler utansın. o renkli refüjlere, özenli renk bahçelerine baktıkça aklıma sadece kökünden yolunan tazecik çiçekler geliyor. bir de hani emniyette cephane ele geçirdiklerinde "tc polisi" filan yazarlar, o çiçekli kompozisyonlarda aynı asık surat var.

mineler, papatyalar ve karahindibalar adına, ben askeri nizamda laleler görmek istemiyorum bu şehirde. bırakın az lale açsın ama yolmayın, koparmayın artık.  aralardan fışkırsın. bi zahmet yeşertin, becerebilirseniz. mine dediğiniz çiçek, en bi bodur boyuyla, en ayak altında kalan ufaklığıyla, inadına güneşe döner yüzünü. küstürmeyin artık, koparıp atmayın. mine, sizin gözünüzde lale değil biliyorum; ama azından yabani ot değildir.

9 Nisan 2011 Cumartesi

acaipadem

oje karışımları işe yarıyomuş. pastelin beceremediği en pastel renkler için, şahsen müdahale. çok memnunum. oje rengi bulucusu diye bi iş olsa, ilk projem olurdu. açık mercanımsı yavruağzımsı bi şi elde ettim.

dün akşamdan beri, bissürü şey hallettim ben. haftaiçinin monotonluğundan, akşam tosarmalarından sonra çok iyi geliyor. ertelenenler sıraya girdi. şimdi yazınca çok sıkıcı olucak ama: tüller yıkandı, etraf temizlendi. bahar bahar. yağmura rağmen nihayet cam sildim. bugün de sabah 8de kalktım, elektrikler yoktu. yollara düştüm. 3,5 saat filan yürüdüm. en cumartesi menemenden yedim. nihayet film taktım makineme, 10 kare fotoğraf çektim. bi ara oturup dergi mergi okudum. kahve köpüğü zımbırtısı buldum bi de, çok aramıştım zamanında. eve geldim, uyudum bi göz. şimdi de bi anne edasıyla iki parçacık olan gümüşlerimi parlatıcam.

geç uyandığımda annem "e ama günün yarısını kaçırdın" diye kızardı. tam öyle hissediyorum: günün yarısını kazandım, kârdayım. mesela benim bu haftasonu çalışmam da gerekiyo evden. yine de dert değil. niye? çünkü çeviri yaptırmış olmak, redaksiyon yaptırmak anlamına gelmiyo. "redaktörden geldi" denen metinde 2-3 hata görünce 140 sayfalık raporu tr-ing kıyaslamalı okuyacak olan alık benim. patronum (ki onu asla böyle bilmezsiniz) "sahiden yapıcan mı? yazık vaktine" dedi. ama o rapor benim emeğim, napiym. m yerine ö basan bi şaşkın yüzünden harcatmam. bi vakitler o sayfalar bitsin diye sinirden ağladığımı bilmiyor tabii o redaktör, o çevirmen. el elin eşeğini, elele gönül gönüle, karanfil elden ele. öyle bi şi.

7 Nisan 2011 Perşembe

geçen armut mevsimi

rss feed'i açıcam. esti. sıkılıp kapayabilirim. aylar aylar önceki rss'li son postumda "yazmaya devam edicem, sadece feed'i kapıyorum, reader yok" demiştim, buna rağmen "aa sen yazıyo musun hala?" diyenler olmuştu. haliyle yazdığım şeyin okunmasında rss feed/reader bi işe yaramıyormuş, anlamış oldum. sayıda da pek bi değişiklik yok aslında. o zaman niye açıyorum? kapamaktan sıkıldığım içün. dü bakali ne değişecek.

yao lu'nun manzaraları bu ara en çok düşündüğüm şeylerden. karşısına geçip dakikalarca, saatlerce izleyebilir insan. çok zarif, çok net, çok güzel, çok "witty" - siz türkler tam ne diyo bulamadım. ondan işte.

kendi gözlerimi kocaman gözlerle değiştirdim, seyir halindeyim 1 hafta boyunca. işimin olmadığı ender dakikalarda, cüzdan boyu program hazırladım kendime, pıt pıt ordan takip ediyorum - çok havalı.

annem bana kuşlarla dolu ağaçlar aldı. ben de onlardan küpe yapıcam. ağaçlar dolusu kuş, kulağıma şakıyacak, saçıma dolacak. bahar küpeleri.
çok uykum var şimdi. eve erken gelmişken, bi göz..

6 Nisan 2011 Çarşamba

plaza kanunları

şu ara iş hayatından (aslında işten değil, işteki insanlardan, üsluptan, üslupsuzluktan ve diğerleri) ziyadesiyle bunalan, daralan ve böyle ay öf yani - sahiden bıkan bendeniz için, ilaç yine tabii ki canımın içi blog aleminden geldi. bu aptal blogspot yasağından mıdır nedir bilmem, atlamışım resmen. hoş ben böyle hallere hep geç kalırım. neyse, plazam da yok gerçi; ama bundan sonra daha az söylenebilirim, okur okur stres atarım. öyle bi ferahlık. devamını merakla beklemedeyim.

özetlemek gerekirse:
ipek ongun kitapları biliyorsunuz üniversite yaşıyla bitiyor.  ayrıca kendisi kimseyi kırmak istemez, çekinir. ipek hanımın bi yere kadar desteği olabildi yani. onun bıraktığı yerden, PK devralmış; ama aradaki fark şu: artık kazık kadar olduğumuz için şefkat yerine çuvaldızlı eğitime geçilmiş. şahsi bloglardaki münferit ayarlar yerine toplu ikaz. bilemoorum. okuyunca bilmediğiniz şeyleri öğrenmek isteyeceğiniz bir blog değil bu. daha ziyade, bildiğinize şükretmek istediğiniz şeyleri okumak için.
kötücül bir yanım var veya artık oldu. öyle bi şi işte. güzel olmuş yani. özellikle o gergin gömlek düğmeleri ve telefon konuşmaları - on numero.

4 Nisan 2011 Pazartesi

melisa düşleri

"Benim de hayallerim vardı, deniz kenarında gün batımını, melisa düşleri eşliğinde karşılamak, yarimin karşısında terlemekti hayallerim. Dıştan açılan zalim mavi çelik kapı, içten açılan demir parmaklıklı pencere bir avuç gökyüzünü bile hapseden çelik teller eşliğinde, yalnızlığın bile yalnız olduğu demir duvarları hayal etmiyordum."

- o.g.ünsam.as.t savunması, 4 Nisan 2011

Bir "çocuk", hepimizle alay ediyor. acıların edebileştirdiği bu ince ruh, bir kalem tutanı başka bir kalem tutanın gazıyla öldürüp sonra eline kalemi alıp, 5 sayfa edebiyat yapabildiğini iddia ediyor. melisa düşleri! yalnızlığın bile yalnız olduğu demir duvarlar! çelik teller eşliğinde!

yo hayır, delirmiyoruz. bu kendince samimi, dışardan duyanın "di mi ya!" diyeceği ifadeciğin aslında ne derece bir hedef şaşırtma, raydan çıkarma olduğunu görebiliyoruz. artık biz de idmanlıyız azizim, kolay kolay yutmuyoruz. beynimiz var, kullanıyoruz. "aa bak kuş!" kıvamı kandırmacalar, sahiden "çocuk"ça. bir avukat, illallah demiyor, azimle, azimle, azimle anlatıyor. peygamber sabrı var çünkü, öyle baroya kayıtla elde ettiğiniz bi şi değil. insanın bu kadar sabırdan, diş sıkmaktan, derin nefes almaktan yüzü kararır. haykıramadıkları gözeneklerinden akar. yok işte, ermiş belli ki, hâlâ sakin adam. bir adamı yazdıkları için öldüren bir maşa, alay eder gibi, kurbanının sularında yüzmeye çalışıyor: yarinin karşısında terleyecekmiş!

4 yılda birçok yalan ve birçok hakaret gördü o mahkeme ve o insanlar; ama bu kadarı sahiden edep sınırlarını aşıyor. hakaret her zaman küfürle olmaz. bu rol çalan, bu ince ruhlu kurban numaraları hangi büyük abinin aklının ürünüyse, sahneye kendilerini bekleriz. lanetli bir nehir gibi akan tek şey zaman çünkü beyfendi. lanetli bir nehir varsa eğer, yüzlerce kola ayrılıp her gün vicdanımızı suluyor. melisa düşleriniz yoktu ki sizin. siz melisanın mevsimini geçtim, neye benzediğini bile bilmezsiniz. melisa ne renktir, nasıl çiçeklenir, bilmek istemezsiniz. oysa başkasının karanfil düşleri, erguvan gülüşleri, hüsnüyusuf düşünceleri vardı - siz onları yoldunuz be adam!

deniz kenarındaki gün batımını filan, karıştırma hikayene. onlar, mümkünse sizden uzak, ücra köşelerde, kendilerine has ve temiz kuytularda, kirlenmeden kalsınlar. adi mahkeme ifadelerinde, kameralara göz kırpan maşacıkların gevelemelerinde değil, hakettikleri kalemlerin ucunda dillensinler. güzel beyaz kağıtlara, güzel ince dolmakalemlerle yazılsınlar, samyelinde uçuşsunlar.
ne bileyim, bahar koksunlar, kan değil.

2 Nisan 2011 Cumartesi

cam kenarı 21

hayatım, odaklarım, yollarım bir anda dönüveriyor. mesela ben bilet yakabilirdim, başka yere alabilirdim, ama henüz değil. her an, her şey değişebiliyor. benimki içinden değil, teğetlik neticede. o yüzden çok laf edemem. hem hep güzele, iyiye doğru. bunlar olurken bazı şeyler de bi o kadar sabit. nedenler, niçinler, hep güzel, hep aynı. böyle işte: sabit merkezler ve değişken uydular. günler uzadı ya, ışığa bakmak kolaylaştı. iyi geliyor. bellissimo zamanlar şerefine.

tüm bu sebeplerle, bi haftasonu için ankaraya gitmek, kürkçü dükkanı sabitliği veriyor. ankara güzel, sevimli kulübem. hep tanıdık, beni hiç yormuyor. akşam ayazı, sabah çiğleri: hep var. öyle işte. hem göz doktoruna gidicem nihayet. miyop değil beni bu astigmat telaşı öldürecek. baş ağrılarına gömüldüm yine, daha fazla erteleyemem. ayrıca göz dibi beni denen bi şi var (tabii ki siz ölümlülerde değil, biz seçilmişlerde), kontrol vakti.

ben ofiste sürekli çay içiyorum, kahve çarpıyor. sabah demli, tavşan kanı, sonraki seanslarda yeşil, beyaz, ne varsa. reflüm böyle buyurdu: içine aroma damlatılmış sıcak su gibi hafif şeyler. bi ofis dışı kahvaltı toplantısında (oksimoron gibi, ama değil) kırk yılın başı yeşil çay istedim ve resmen haşlanmış ıspanak suyu geldi. rengi, kokusu, tadı her şeyi ıspanak. sulandırılmış bebek maması gibi. üstelik azıcık uzaktan yumurta da kokuyor. fena fena fena. içemedim. ama bu saçma durum bile birilerine "hmmm japon olduğu için tabii, bilmeyen içemiyo. çin olsa açık renk olur, insanlar ona daha alışık" ukalalığı için malzeme oluyor. bi de bunun devamında yarı yaşındakilerle sidik yarıştırma töreni var ki, neyse. sustum.

sergiler yüklendim ya annemle, gözümü kapayınca hatırlıyorum, iyi geliyor.
bir de hepimizin okuması gereken 289 sayfalık bi kitap var, hatırlatırım. indirmekle iş bitmiyo coni.

münazara programı başlayacakmış: be.ni ikn.a et. klişe isim; ama ayrıca bu isimle işin özünü de daha baştan kaçırıyor. münazarada maksat ikna etmek değildir, görüşünü destekleyebilmek, argüman ve karşı argüman geliştirebilmektir. ikna olmayacağını ve edemeyeceğini bildiğin noktalarda bile, ufku genişletebilmek, karşı tarafı köşeye sıkıştırabilmek vs önemlidir. "kim haklı?" gibi bir terazi değil bu veya ortadaki "kararsız vatandaş"ı ikna etmeye çalışan takımlar gibi bir kurgu da değil. amaan neyse. bana noluyosa.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker