adalet bakanımızı daha yakından tanıdıkça, her geçen gün başbakanımızla daha da sıkı bi ruh birliğine giriyorum.
konu: kamu arazilerinin işgalinin suç olmaktan çıkartılması.
demeç: "vatandaşın aleyhine 40-50 yıl sonra dava açılmasının önüne geçmeye çalışıyoruz".
saf beklenti: kamu arazilerinin işgalinin önüne geçilmeye çalışılması ve bi de bu işgali 40-50 yıl sürdürenin korunmaması.
ülkede halk plajı kalmadı. o çakıl taşları ve kumlar, şezlong atanın elinde kalıyo. isteyen istediğini yapıyo o sahil şeridi üstünde. "işletmeci"nin boca ettiği betonun, her kış dalgalara yenik düşse de inatla taşıdığı çakılların filan doğaya etkisini sormuyorum. zira sorsam kıçlarıyla gülecekler.
haberde "yasa bu haliyle caydırıcı" denmiş.
ben size olanı söyliyeyim mi... şimdi evet, bi ceza var. örneğin büyük siteler, anlı şanlı istanbul işletmelerinin sayfiye şubeleri bu cezayı yıllık halde, mal sahipleri arasında bölüştürerek ya da taksitlendirerek ödüyor. böylece binlerce lira oluyo sadece yüzlerce lira. ve bi nevi "kıya işgal VERGİSİ" halini alıyo ceza, yıllık ödenen. çünkü mesela "10 yıldan fazla işgal edene ceza artar" gibi bi şi yok. böylece yıllık ceza ödeme gibi gerzek bi uygulama halini alıyo durum. 50 yıl boyunca tıkır tıkır ödüyo adam.
yıllardır, güya "halk plajı" olan koca bir koyun dandik alçı saksılar ve daha da dandik "XXX sitesine/ işletmesine aittir" şezlonglarından kurtarılması, halka geri verilmesi ve 50 derecelik yaz sıcağında kayaların üstüne tüneyip zar zor denize ulaşan işçilere, bölgenin yerlisine köylüsüne burun kıvıran, hatta bi de kış kış çeken ukala türk zenginciklerine hadlerinin bildirilmesi için kıçını yırtan saf salak bi ailenin üyesi olarak ayrıca coştum bu tasarıyla (cümle ne uzun oldu).
neyse, zamanında belediyeye şikayete gidip de "e siz de iki şezlong atıverin gari, ödersiniz cezayı taksitli taksitli" tavsiyesini aldığımızda bile bu kadar şaşırmamıştım. ben kıyı işgal cezaları artsın diye dualara yatiym, adamlar suç kapsamından çıkarsın.
ha derseniz "yaz tatilim bile yok neyleyim kıyı işgalini"...
buyrun size otopark mafyası.
26 Şubat 2009 Perşembe
sofrada konuşulmaması gereken 3 şey
rivayet odur ki ingiliz kraliyetinde sofrada 3 şeyin konuşulması yasakmış: din, politika ve futbol. biz faniler de ordan naşi, kendi soframıza almışız bunu. ipek ongun ve her türlü doygun adab-ı muaşeret kitabı yazar bunu. niyesi nasılı sebebi filan belli: sofradaki iki lokmayı boğaza dizmememek. istersen tatlı niyetine birbirine gir, sana kalmış. hoş tahminen o da elizabeth'e kalmıştır ama hani biz faniler için dedim. giriş paragrafım budur.
şu hayatta ben en çok önyargılarını "merhaba ben .... ve bu da ilk merhabada gururla serdiğim önyargım" diye serenlerden çekindim. önyargısızlık beklemiyorum, yanlış anlaşılmasın. ideal durum o tabii. ama benim esas derdim önyargısının önyargı olduğunu fark etmeyenlerin haksız gururu. içimi buruyor. özellikle şu blog alemlerinde, blog dışında da konuşan bloggerlar olarak bence birçok zaman gaf eşiğinden dönüp çam ormanlarına teğet geçiyoruz filan. mümkündür. dediğim gibi, mühim olan farkında olmak. ihtimallerin.
yani işte "sofrada konuşulmayan konular" başlığını "yalnızca blogundan tanıdığınız insanlarla bir adım daha samimileşirken ihtiyatla yaklaşılması gereken konular" haline getirebiliriz bence. bir kere, sofrada en azından karşı karşıyayız. oysa blog öyle diil (ilkokul cümlelerimle mutluyum). birçok sefer de söylediğim gibi, benim olduğumu sandığınız şey olduğumdan nasıl emin olabilirsiniz? olamazsınız. hatta yanlış bildiğiniz tonla şey serebilirim. ismimi cismimi, üçboyutlu halimi bilenler olur belki. ama hoş, kendimize bile yabancıyız, kalabalıklar içinde yalnızız diil mi yusuf abi? neyse işte. şimdi nerden çıktı derseniz, hiç... öylesine.
"olsa söylerdi, olsa bilirdim" ezberlerini gereksiz buluyorum sadece. olsa ruhunuz duymayabilir zira. siz hızarla daldığınız çam ormanlarından yükselen taze bahar kokusunu duymadan geceyi sonlandırdığınızda geriye içi buruk birileri kalabilir. konuşmaktan, açıklamaktan artık yorgun.
yumuşak bi örnek olsun: bir ortaokul boyunca kendini bilmez öğretmen ve öğrencilerden "boşanmış anne-babaların çocuklarının ne kadar da sorunlu olduğu"na dair freudyen zırvalar dinledi-k. ben ve arkadaşlarım. bi de habire şu kıvılcım mı neyse adı, o abuk diziye referans. ev yakıp seri katil olmamız gerekirken elde ettiğimiz akademik başarıları sayacak değilim; zira yorgunum. üstelik aynı şeyleri annem de dinledi. yeni tanıştığı diğer "veli"lerden, bilmiş bilmiş. mesela. o da yorgundu. hangi çocukların daha sorunlu büyüdüğünü de anlatacak değilim. 4 yıllık iktisat eğitiminin ilk aylarından itibaren öğrenildiği üzere: hayat ceteris paribus incelenen bi şi değil. tek değişkene (bu durumda: ebeveynlerin birlikte olması) bağlı yaşam güzel olabilirdi; ama maalesef biz çok bilinmeyenleri çözmeyi 12-13 yaşlarında öğrenen bir milletiz. ben hayata da uygulayın derim. yoksa o çok kesin yargılar, bir gün bi tarafınızı tırmalar.
ayrıca şu blog alemlerinin yaş ortalaması düşünüldüğünde, ben vahşi önyargıları gerçekten çocukça buluyorum. din, politika ve futbol ve diğer her konuda. hani 50 yaşındakilerde de şık durmuyo (şık duran önyargı hahaha) ama en azından "görmüş geçirmiş" filan diyebiliyorum. yani kaskatılığının belki bi izahı vardır. gençleri tecrübesiz gördüğüm için değil, esneklik beklediğim için. kimseden sevgi pıtırı yaratma derdinde değilim. sebebi olan nefretleri anlamaya çalışabilirim. ama "çünkü ben öyle biliyosam bu mutlak doğrudur" kafasını gençler için çok yakışıksız buluyorum. bildikleri bilmediklerinden her zaman az olacak. hayat böyle. "benim bildiklerim bana yetiyor" zihniyeti, hele genç yaşta, galiba benim çekindiğim bi şey. zira benimkiler bana yetmiyor. 20 küsur yaşında ya da 30'unun baharında "tamam gari bu kadar yeter" diyeni de anlamıyorum.
işte neyse. böyle elimde şablonum, kafamda beklentim, umurumda mı dünya halleri blogırlar arası kötü olabiliyo. çok kesin bi şekilde "hohoho şunlara da bak" diye güldüklerinizi bana anlatırken aslında bana gülüyo olabilirsiniz. ve işin fenası bunu hiçbir zaman öğrenemeyebilirsiniz de.
"buralardan" olmamız yetmeli bence, her durumda. ben karşımdakine, hele hele blogdan naşi tanıdığım birine, "nerelisin, baban ne iş yapıyo, atatürkü mü seviyosun muhammedi mi, can mı canan mı, yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan" gibi ahret sualleri sormuyosam, sorulmasını da istemem. doğru da bulmam pek. isteyen anlatır. belki bekliyodur biraz. hem yani bana ne. bu kadar basit: bana ne? e burdan hareketle tabii: size ne? ilgiyle merak arasında, merakla sorgu arasında büyük farklar var.
hem ayrıca:
mine kırıkkanatın fi tarihinde yazdığı ve benim de her fırsatta anlattığım bir anısı var. bir gün fransada bol kruvasanlı, çilek reçelli bir pazar brunchı sofrasındalar. bahçedeler, mevsim bahar. muhteşem bir hava, sofra, bahçe. neyse işte atmiym detayları. tam sofraya oturuyolar, bir fransız başlıyo sormaya: "mine, ermenileri niye kestiniz? nasıl oldu? onlara yazık diil mi? kestiniz hepsini." filan. bombardıman. mine hanım da gayet sakin, bence gerçekten en kibar "edep adap öğretme" cevabını veriyo: "bir sabah uyandık ve ileriki nesiller bir pazar brunchında konuşacak konu bulsun diye ermenileri kesmeye karar verdik". konu kapanıyo tabii ki.
bu da ayrı bir yönü işin yani.
artık mavi kanımın hayatıma yansımalarıyla sizler de tanışmış oldunuz.
edvırd, atımı getir.
şu hayatta ben en çok önyargılarını "merhaba ben .... ve bu da ilk merhabada gururla serdiğim önyargım" diye serenlerden çekindim. önyargısızlık beklemiyorum, yanlış anlaşılmasın. ideal durum o tabii. ama benim esas derdim önyargısının önyargı olduğunu fark etmeyenlerin haksız gururu. içimi buruyor. özellikle şu blog alemlerinde, blog dışında da konuşan bloggerlar olarak bence birçok zaman gaf eşiğinden dönüp çam ormanlarına teğet geçiyoruz filan. mümkündür. dediğim gibi, mühim olan farkında olmak. ihtimallerin.
yani işte "sofrada konuşulmayan konular" başlığını "yalnızca blogundan tanıdığınız insanlarla bir adım daha samimileşirken ihtiyatla yaklaşılması gereken konular" haline getirebiliriz bence. bir kere, sofrada en azından karşı karşıyayız. oysa blog öyle diil (ilkokul cümlelerimle mutluyum). birçok sefer de söylediğim gibi, benim olduğumu sandığınız şey olduğumdan nasıl emin olabilirsiniz? olamazsınız. hatta yanlış bildiğiniz tonla şey serebilirim. ismimi cismimi, üçboyutlu halimi bilenler olur belki. ama hoş, kendimize bile yabancıyız, kalabalıklar içinde yalnızız diil mi yusuf abi? neyse işte. şimdi nerden çıktı derseniz, hiç... öylesine.
"olsa söylerdi, olsa bilirdim" ezberlerini gereksiz buluyorum sadece. olsa ruhunuz duymayabilir zira. siz hızarla daldığınız çam ormanlarından yükselen taze bahar kokusunu duymadan geceyi sonlandırdığınızda geriye içi buruk birileri kalabilir. konuşmaktan, açıklamaktan artık yorgun.
yumuşak bi örnek olsun: bir ortaokul boyunca kendini bilmez öğretmen ve öğrencilerden "boşanmış anne-babaların çocuklarının ne kadar da sorunlu olduğu"na dair freudyen zırvalar dinledi-k. ben ve arkadaşlarım. bi de habire şu kıvılcım mı neyse adı, o abuk diziye referans. ev yakıp seri katil olmamız gerekirken elde ettiğimiz akademik başarıları sayacak değilim; zira yorgunum. üstelik aynı şeyleri annem de dinledi. yeni tanıştığı diğer "veli"lerden, bilmiş bilmiş. mesela. o da yorgundu. hangi çocukların daha sorunlu büyüdüğünü de anlatacak değilim. 4 yıllık iktisat eğitiminin ilk aylarından itibaren öğrenildiği üzere: hayat ceteris paribus incelenen bi şi değil. tek değişkene (bu durumda: ebeveynlerin birlikte olması) bağlı yaşam güzel olabilirdi; ama maalesef biz çok bilinmeyenleri çözmeyi 12-13 yaşlarında öğrenen bir milletiz. ben hayata da uygulayın derim. yoksa o çok kesin yargılar, bir gün bi tarafınızı tırmalar.
ayrıca şu blog alemlerinin yaş ortalaması düşünüldüğünde, ben vahşi önyargıları gerçekten çocukça buluyorum. din, politika ve futbol ve diğer her konuda. hani 50 yaşındakilerde de şık durmuyo (şık duran önyargı hahaha) ama en azından "görmüş geçirmiş" filan diyebiliyorum. yani kaskatılığının belki bi izahı vardır. gençleri tecrübesiz gördüğüm için değil, esneklik beklediğim için. kimseden sevgi pıtırı yaratma derdinde değilim. sebebi olan nefretleri anlamaya çalışabilirim. ama "çünkü ben öyle biliyosam bu mutlak doğrudur" kafasını gençler için çok yakışıksız buluyorum. bildikleri bilmediklerinden her zaman az olacak. hayat böyle. "benim bildiklerim bana yetiyor" zihniyeti, hele genç yaşta, galiba benim çekindiğim bi şey. zira benimkiler bana yetmiyor. 20 küsur yaşında ya da 30'unun baharında "tamam gari bu kadar yeter" diyeni de anlamıyorum.
işte neyse. böyle elimde şablonum, kafamda beklentim, umurumda mı dünya halleri blogırlar arası kötü olabiliyo. çok kesin bi şekilde "hohoho şunlara da bak" diye güldüklerinizi bana anlatırken aslında bana gülüyo olabilirsiniz. ve işin fenası bunu hiçbir zaman öğrenemeyebilirsiniz de.
"buralardan" olmamız yetmeli bence, her durumda. ben karşımdakine, hele hele blogdan naşi tanıdığım birine, "nerelisin, baban ne iş yapıyo, atatürkü mü seviyosun muhammedi mi, can mı canan mı, yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan" gibi ahret sualleri sormuyosam, sorulmasını da istemem. doğru da bulmam pek. isteyen anlatır. belki bekliyodur biraz. hem yani bana ne. bu kadar basit: bana ne? e burdan hareketle tabii: size ne? ilgiyle merak arasında, merakla sorgu arasında büyük farklar var.
hem ayrıca:
mine kırıkkanatın fi tarihinde yazdığı ve benim de her fırsatta anlattığım bir anısı var. bir gün fransada bol kruvasanlı, çilek reçelli bir pazar brunchı sofrasındalar. bahçedeler, mevsim bahar. muhteşem bir hava, sofra, bahçe. neyse işte atmiym detayları. tam sofraya oturuyolar, bir fransız başlıyo sormaya: "mine, ermenileri niye kestiniz? nasıl oldu? onlara yazık diil mi? kestiniz hepsini." filan. bombardıman. mine hanım da gayet sakin, bence gerçekten en kibar "edep adap öğretme" cevabını veriyo: "bir sabah uyandık ve ileriki nesiller bir pazar brunchında konuşacak konu bulsun diye ermenileri kesmeye karar verdik". konu kapanıyo tabii ki.
bu da ayrı bir yönü işin yani.
artık mavi kanımın hayatıma yansımalarıyla sizler de tanışmış oldunuz.
edvırd, atımı getir.
24 Şubat 2009 Salı
maksat gönüller bir olsun
bu arada, üzülerek duyuruyorum: Hariçten Gazel yayın hayatına ara verdi.
"dergi ücretsiz izne çıktı" da diyebiliriz. belki bir gün geri döner.
zaman olduğunda, en önemlisi para olduğunda. okuyucu vardı bakın, en güzeli.
herkesin eline sağlık, bence bu geçen yıl çok çok güzel oldu.
neyse, dergi ara verdiyse de eskiden olduğu gibi, internetten devam.
hem zaten siz bundan daha güzel bir edebiyat sitesi açılış sayfası görmediniz.
"dergi ücretsiz izne çıktı" da diyebiliriz. belki bir gün geri döner.
zaman olduğunda, en önemlisi para olduğunda. okuyucu vardı bakın, en güzeli.
herkesin eline sağlık, bence bu geçen yıl çok çok güzel oldu.
neyse, dergi ara verdiyse de eskiden olduğu gibi, internetten devam.
hem zaten siz bundan daha güzel bir edebiyat sitesi açılış sayfası görmediniz.
bir heykelin coşkusunu çalmak
aklıma zaman zaman ilhan koman'ın akdeniz heykeli geliyo.
denizden çok uzak, "banka heykeli" olarak sürdürüyo ömrünü. sürgünde sanki... ya da türk filmlerinde kaderin sillesini yiyip zengin adamın yanına sığınan fakir ve mağrur türkan şoray gibi. akdeniz heykeli, akdeniz yerine istanbul trafiğini kucakladıkça beni rahatsız edicek. galatasaray'da da olsa. adı akdeniz, akdeniz hariç (hatta herhangi bir deniz hariç) her yere bakıyo zavallım. çok coşkulu, dalgalı, kıpır kıpır bir genç kız olacakken dövüle dövüle eve kapatılmış gibi. ana tanrıçayken lanetlenmiş. ne biliym işte, cidden ben bu heykele üzülüyorum.
oysa şöyle toroslar yamacındaki bi şehirden tüm haşmetiyle akdenize baksa mesela, geçen tekneler, yüzenler görse ne kadar akdeniz akdeniz dalgalandığını, dalgalanan bir heykel olabildiğini... zira rio'daki kurtarıcı isa heykelini bile kıskandırabilecek bir hanfendi kendisi. özgürlük heykeli ise çok üzgünüm ama solda sıfır. ben onun yanına anca kopenhag'taki denizkızını yakıştırabilirim. bizimki anaç bir şekilde kucaklasın hatta denizkızını, sarılsın bırakmasın.
denizden çok uzak, "banka heykeli" olarak sürdürüyo ömrünü. sürgünde sanki... ya da türk filmlerinde kaderin sillesini yiyip zengin adamın yanına sığınan fakir ve mağrur türkan şoray gibi. akdeniz heykeli, akdeniz yerine istanbul trafiğini kucakladıkça beni rahatsız edicek. galatasaray'da da olsa. adı akdeniz, akdeniz hariç (hatta herhangi bir deniz hariç) her yere bakıyo zavallım. çok coşkulu, dalgalı, kıpır kıpır bir genç kız olacakken dövüle dövüle eve kapatılmış gibi. ana tanrıçayken lanetlenmiş. ne biliym işte, cidden ben bu heykele üzülüyorum.
oysa şöyle toroslar yamacındaki bi şehirden tüm haşmetiyle akdenize baksa mesela, geçen tekneler, yüzenler görse ne kadar akdeniz akdeniz dalgalandığını, dalgalanan bir heykel olabildiğini... zira rio'daki kurtarıcı isa heykelini bile kıskandırabilecek bir hanfendi kendisi. özgürlük heykeli ise çok üzgünüm ama solda sıfır. ben onun yanına anca kopenhag'taki denizkızını yakıştırabilirim. bizimki anaç bir şekilde kucaklasın hatta denizkızını, sarılsın bırakmasın.
23 Şubat 2009 Pazartesi
dürüstlük ve teleferik turizmi
dürüst olmak iyidir.
Hele bir Adalet Bakanı'nın dürüst olması sanırım en önemli şeylerden biridir. dürüst, açık, net.
daha ne ister gönül?
yoo yoo... sen sus, gözlerin konuşsun.
ay bi dakika bi de şu var: adalara teleferik.
yeni seçim vaadi büyükadadan keçiören yaratmak galiba.
Hele bir Adalet Bakanı'nın dürüst olması sanırım en önemli şeylerden biridir. dürüst, açık, net.
daha ne ister gönül?
yoo yoo... sen sus, gözlerin konuşsun.
ay bi dakika bi de şu var: adalara teleferik.
yeni seçim vaadi büyükadadan keçiören yaratmak galiba.
bu hallkkk faytonları satııııp yerine mandal almak istiyooorr.. Engel mi oluyoruuuzz?
hayııırrr!! destekk oluyoorruuuz... elimizde kalan atları daaaa, teleferik görevlisi yapıyoruuuuzz!
hayııırrr!! destekk oluyoorruuuz... elimizde kalan atları daaaa, teleferik görevlisi yapıyoruuuuzz!
20 Şubat 2009 Cuma
dans ve pakistan ve kadın hakları üzerine
tabii ki bir tek haberden ülke analizi yapmak doğru değil, biliyorum.
benim gözümün önüne bizim okulda dans eden pakistanlı kocaman adamlar geliyor. ve kadınlar. ve onların coşkusu. hop hop zıplamaları. onun için ilgimi çekti haber başta.
kadınların dans etmesinin yasaklanması fikri bana çok komik ve ilkel geliyor. daha doğrusu: can havliyle yapılmış bir müdahale gibi. yani bastırmaya çalıştığın her şeyin sahnede patlak verişiyle başa çıkamamak gibi. yılbaşı gecesi dışında dansöz oynatmamak mesela. komik işte. başarısız olmaya mahkum girişimler.
neyse, dans üzerinden kadın hakları pakistan için ikircikli (kuş sesi gibi bi kelime bu) bi konu. imiş. haberde esas üstünde durulan şey ilk başta şeriat. ama bence yazının devamı daha enteresan. dansı bırakmayı kabul etmediği için öldürülen bir genç kızın bu tutkusu, inadı, korkusuzluğu beni büyülüyor.
kadınlar ortalıkta görünsün efendim. dans da edebilsinler.
iki zım-çıkı-çık olmadan hayat geçmez.
benim gözümün önüne bizim okulda dans eden pakistanlı kocaman adamlar geliyor. ve kadınlar. ve onların coşkusu. hop hop zıplamaları. onun için ilgimi çekti haber başta.
kadınların dans etmesinin yasaklanması fikri bana çok komik ve ilkel geliyor. daha doğrusu: can havliyle yapılmış bir müdahale gibi. yani bastırmaya çalıştığın her şeyin sahnede patlak verişiyle başa çıkamamak gibi. yılbaşı gecesi dışında dansöz oynatmamak mesela. komik işte. başarısız olmaya mahkum girişimler.
neyse, dans üzerinden kadın hakları pakistan için ikircikli (kuş sesi gibi bi kelime bu) bi konu. imiş. haberde esas üstünde durulan şey ilk başta şeriat. ama bence yazının devamı daha enteresan. dansı bırakmayı kabul etmediği için öldürülen bir genç kızın bu tutkusu, inadı, korkusuzluğu beni büyülüyor.
kadınlar ortalıkta görünsün efendim. dans da edebilsinler.
iki zım-çıkı-çık olmadan hayat geçmez.
19 Şubat 2009 Perşembe
blogsevici
bu alemlerde ödül de dönüyormuş efendim. döne döne beni bulduğu için mermaid hanfendiden naşi, haberim oldu. ödülümü sevdim, okşadım, büyük bile geldi hohohoyt :)
benim ödüllerimlerimlerim... sıralamıyorum çünkü onu yapamıyorum. sağ baştan say:
peanutbutterandblackcoffee: her zaman dediğim üzere, ortaokuldan beri takipteyim. haliyle yazınca da okuyorum. sadece adını yazsa okurum, öyle bi şi. hatta bitirsin tezini okiycam. kelimeleri seçişine kurban.
jelatin: koketliği kendine en çok yakıştıran, en komik, şu alemlerin en en enlerinden, pirimiz biri çünkü. bana ilk bıraktığı yorum çerçeveletilmiş olarak duvarımda duruyo.
la: morken tanıdığım lalalala. konfetili dünyası var onun. renkli, parçalı, yağmur gibi. kısa ve öz hallerini seviyorum. hassas gözlemlerini, serçeliğini, mimarlığını.. bikaç isim daha var böyle. şşş.
karanlık: ay böyle yorumlarını hep temkinle okumaya başladığım, eskilerden beri komik ama ciddi adam. "allah diline düşürmesin" diyerek okuduklarımdan. niyeyse :)
n7e: en güzel sinirlenenlerden. benle aynı şeylere sinirlenenlerden. ayrıca dün gece metroda aksi yöndeki yürüme bandında kayarak uzaklaşırken de fark ettiğim üzere, gerçekten ışık ışık biri.
indis: indis'in masallı hallerini ve aklıma niyeyse hep dibi çakıltaşlı turkuaz denizleri getirmesini seviyorum.
dilekrkc: okumuyomuş gibi yapıp sürekli okuyorum. hohoho.
daha çok var... inişli çıkışlı ziyaretlerim bi yana, emir bey, elsa, pepinot, ikinehir, sothyz, dide ve ve ve diğerleri illa ki ( adeta: "heyecandan şu an aklıma gelmeyen herkese teşekkürler"). blog yazmayı bırakanlar dahil. bıraksanız ödülü blogger.com'a vericem.
yeni yeni ısındıklarım, okuduğumu hala yazarına çaktırmadıklarım da var. link listemi pek sık yenilemiyorum, biliyorum.. ama olsun varsın. şu aralar blog ve blogla ilişkim rölantide. sıra gelmiyo diyebilirim. sıkılmak değil cidden, adam gibi özenememek. cam şişeleri bekliyo blog da.
bence ödülü devam ettirin ve hepimizin devasa ödülleri olsun.
ciddiyim.
benim ödüllerimlerimlerim... sıralamıyorum çünkü onu yapamıyorum. sağ baştan say:
peanutbutterandblackcoffee: her zaman dediğim üzere, ortaokuldan beri takipteyim. haliyle yazınca da okuyorum. sadece adını yazsa okurum, öyle bi şi. hatta bitirsin tezini okiycam. kelimeleri seçişine kurban.
jelatin: koketliği kendine en çok yakıştıran, en komik, şu alemlerin en en enlerinden, pirimiz biri çünkü. bana ilk bıraktığı yorum çerçeveletilmiş olarak duvarımda duruyo.
la: morken tanıdığım lalalala. konfetili dünyası var onun. renkli, parçalı, yağmur gibi. kısa ve öz hallerini seviyorum. hassas gözlemlerini, serçeliğini, mimarlığını.. bikaç isim daha var böyle. şşş.
karanlık: ay böyle yorumlarını hep temkinle okumaya başladığım, eskilerden beri komik ama ciddi adam. "allah diline düşürmesin" diyerek okuduklarımdan. niyeyse :)
n7e: en güzel sinirlenenlerden. benle aynı şeylere sinirlenenlerden. ayrıca dün gece metroda aksi yöndeki yürüme bandında kayarak uzaklaşırken de fark ettiğim üzere, gerçekten ışık ışık biri.
indis: indis'in masallı hallerini ve aklıma niyeyse hep dibi çakıltaşlı turkuaz denizleri getirmesini seviyorum.
dilekrkc: okumuyomuş gibi yapıp sürekli okuyorum. hohoho.
daha çok var... inişli çıkışlı ziyaretlerim bi yana, emir bey, elsa, pepinot, ikinehir, sothyz, dide ve ve ve diğerleri illa ki ( adeta: "heyecandan şu an aklıma gelmeyen herkese teşekkürler"). blog yazmayı bırakanlar dahil. bıraksanız ödülü blogger.com'a vericem.
yeni yeni ısındıklarım, okuduğumu hala yazarına çaktırmadıklarım da var. link listemi pek sık yenilemiyorum, biliyorum.. ama olsun varsın. şu aralar blog ve blogla ilişkim rölantide. sıra gelmiyo diyebilirim. sıkılmak değil cidden, adam gibi özenememek. cam şişeleri bekliyo blog da.
bence ödülü devam ettirin ve hepimizin devasa ödülleri olsun.
ciddiyim.
17 Şubat 2009 Salı
güzel aslında. cidden bak.
dün öyle güzel kar yağdı ki sabahki taksici amcanın gözlemine göre 1 saat sonra erimiş olmasına ilk kez üzüldüm. sessizce izlenesi.. ayrıca sabahki gün doğuşu da çok güzeldi. neyse, kar tabakalar halindeydi. hatta, biz yurttayken neslinin taa malatyadan getirdiği ve benimparça parça zevkle yediğim yassı dut pestili gibi köpük köpüktü. hatta, ben geçen gün tam ışıklarda karşıdan karışıya geçerken birini nesliye benzettim. "nesli??" dedim. gülümseyerek" evet?" diye döndü. be kadın, niye gülümseyerek "evet" diye dönüyosun, beni heveslendiriyosun? "aa tanımadın mı" dedim bozuk, o daha dönüşünü tamamlamadan. yani tam bi "yanlışlıkla yoldan rastgele birini seçen ama kendine güveni tavan yapmış kız çocuğu" cümlesi, hatta o cümlelerin piri... telefonda olsa hadi sesini benzettin, burda kanlı canlı karşında. ve üstelik nesli istanbulda bile olmamalı bildiğim kadarıyla. ben bu anı bi de 4-5 yaşımda yaşamıştım, yine çirkindi. neyse işte, kız nesli olmadığı gibi bi de kendini nesli sanıyodu. yeşil ışık yanmasına 5 saniye olduğunu göz ucumla gördüm, "neslihan diil galiba adınız?" dedim. yine aynı gevrek gülümseyişle "eheeh evet diil" dedi. hop birlikte adım attık ana caddeye, karınca karınca. saat sabahın çok erkenine beş vardı, ondan olabilir. yeşil ışığı heyecanla bekliyo olmaktan olabilir.
neyse feci dağıldım yine... dün gece kar dut pestili gibi köpük köpük; ama beyaz yağdı. fotoğrafını çektim. belki paylaşırım bile, üşenmemem lazım.
ofiste ergonomik mouse altlığı yok ve mouse da ufak. bileğim kasılıyo, elim ağrıyo türk orta sınıfı. uygun ürünlere ihtiyacım var. şaka diil, bu mouse yüzünden eli atele alınmış amcalar biliyorum ben.
şunca yıldır annemin kızıyım, "aa hava lodos", "aa hava poyraz" cümlelerini isabetli kullanamıyorum. annemse akdeniz seferinden yeni dönmüş denizci gibi havayı kokluyo resmen. bulutların şekline göre ertesi günün ahva tahminini filan yapıyo. banysa sanki hep lodos. ısınsak lodos, fırtına olsa lodos. lodos sanki bütün rüzgarların genel adı, kızdırmaya gelmeyen rüzgar tanrısı filan. poyrazın rolünü çözemedim. onun da fırtınası var tabii. yönlerini bilmemekten değil. yoksa lodos güneybatı, poyraz kuzeydoğu. yaa yaa. hissiyat meselesi bahsettiğim. neyse işte. ayrıca "keşişleme" bi meze adı olabilirmiş.
14 saatlik iş günümün sonuna gelememekteyim inatla. hep böyle diil hayır.
büyüyünce ben de tanesi bin pound eden raporlar yazıcam blog. parayı ilimden irfandan kırıcam. yes novlıc iz pavır. sanki ölümsüzlüğün sırrını veriyolar, sanki simya formülü. peh.
reflüm dirildi. daha doğrusu diriliyo. hani zombilerin toprak altından yavaş yavaş çıkışı gibi. önce eller ve kol filan. geliyorum geliyorum diyo.
aaay öyle işte.
neyse feci dağıldım yine... dün gece kar dut pestili gibi köpük köpük; ama beyaz yağdı. fotoğrafını çektim. belki paylaşırım bile, üşenmemem lazım.
ofiste ergonomik mouse altlığı yok ve mouse da ufak. bileğim kasılıyo, elim ağrıyo türk orta sınıfı. uygun ürünlere ihtiyacım var. şaka diil, bu mouse yüzünden eli atele alınmış amcalar biliyorum ben.
şunca yıldır annemin kızıyım, "aa hava lodos", "aa hava poyraz" cümlelerini isabetli kullanamıyorum. annemse akdeniz seferinden yeni dönmüş denizci gibi havayı kokluyo resmen. bulutların şekline göre ertesi günün ahva tahminini filan yapıyo. banysa sanki hep lodos. ısınsak lodos, fırtına olsa lodos. lodos sanki bütün rüzgarların genel adı, kızdırmaya gelmeyen rüzgar tanrısı filan. poyrazın rolünü çözemedim. onun da fırtınası var tabii. yönlerini bilmemekten değil. yoksa lodos güneybatı, poyraz kuzeydoğu. yaa yaa. hissiyat meselesi bahsettiğim. neyse işte. ayrıca "keşişleme" bi meze adı olabilirmiş.
14 saatlik iş günümün sonuna gelememekteyim inatla. hep böyle diil hayır.
büyüyünce ben de tanesi bin pound eden raporlar yazıcam blog. parayı ilimden irfandan kırıcam. yes novlıc iz pavır. sanki ölümsüzlüğün sırrını veriyolar, sanki simya formülü. peh.
reflüm dirildi. daha doğrusu diriliyo. hani zombilerin toprak altından yavaş yavaş çıkışı gibi. önce eller ve kol filan. geliyorum geliyorum diyo.
aaay öyle işte.
16 Şubat 2009 Pazartesi
bu işte bi iş var yonca
konu: SİT alanlarına baraj yapılmaması. biraz uzun ama okuyun, iyidir.
“Balıkçılık, sanayi suyu, sulama suyu için en büyük ihtiyaçtır. Baraj yapılması bir zarurettir, bir mecburiyettir. Bir kere iklimi güzelleştiriyor. Avrupa'da olduğu gibi bizde sürekli akan nehirler yok. Barajları keyif için yapmıyoruz, ihtiyaç olduğu için yapıyoruz”
"Türkiye'de hidroelektrik potansiyelimizin beşte birini kullanıyorduk. Biz bunu üçte bire çıkardık. Hükümete geldiğimizde 26 milyar kilovatsaat elektrik üretimimiz vardı. Biz bunu 46- 50 milyar kilovatsaata çıkardık. Türkiye'nin yıllık 130 milyar kilovatsaat elektriğe ihtiyacı var. 80 milyar kilovat saat su boşa akıyor. Yani 7 milyar dolar boşa akıyor demektir. Hidroelektrik santraller elektrik üretimidir, su kaybı değildir. Hidroelektrik santrallerde dışarıya doğal gaz parası ödemiyoruz. İhtiyacımızı karşılıyor. Aynı zamanda bölgeye zenginlik veriyor, istihdam sağlıyor. Her hidroelektrik santralinin başına birkaç kişi koyuyorsunuz, yüzlerce kişi buralarda çalışıyor. O bakımdan, hem yerli kaynak olması hem yenilenebilir temiz kaynak olması açısından önemlidir”
“Milli Park alanlarında hidroelektrik santralleri yapılması söz konusu olduğu zaman zarar vermeyecek şekilde planlıyoruz. Çevre etkileme planları yapılıyor. Etraflıca bütün kurullar inceliyor. 18 - 20 tane kurumun vereceği ’mahsuru yok’ raporunu alıyoruz. ‘Şu şartlarda yapılsın, şu tedbirler alınsın’ deniliyor, biz de o tedbirleri ve şartları gözeterek santralleri kuruyoruz. Birileri kalkıp da ‘bu yasak’ diyor. Neye göre yasak? Bütün devletin ‘uygun’ raporu verdiği bir yatırıma uyduruk bir raporla ‘uygun değildir’ demek yanlıştır. Bana göre bunun altında art niyet aramak gerekir. Doğalgaz satanların, doğalgazla elektrik üretenlerin bir planı mı diye düşünüyoruz. Burada herkes kazanıyor. Millet kazanıyor, ülke kazanıyor. Boşa akan sularımızı değerlendiriyoruz, sudan elektrik üretiyoruz. Hidroelektrik santraller suyu yutmuyor. Düşüşünü alıyor, yeniden suyu bırakıyor. Taşkın koruma için de fayda sağlıyor. Regülatör yaptığınız zaman taşkını da önlüyor. Dövizi az ödeyeceğiz. Yerli kaynak. Ayrıca enerji çeşitliliği açısından faydalıdır. Bir tek doğalgaza bağlı olursak ne yapacağız?”
demiş ..... Bakanımız.
yoo Sanayi değil.
yoo Başbakan değil.
yoo yoo Enerji de değil.
ÇEVRE!
ne alaka diyecek olursanız yanıt anahtarını veriyorum:
ilk paragraf: "iklimi güzelleştirmek"
ikinci paragraf: "yenilenebilir temiz kaynak"
üçüncü paragraf: hmm bulamadım.. "taşkın koruma" belki?
diğer bakanlarımız bu müthiş kelime dağarcığını kullanmayacağından, yukardaki metnin çevre bakanına ait olduğunu bir çırpıda anlayabiliriz. anlamayana şaşarım. ben mesela, 15 ayımı kırsal - çevresel kalkınmaya verdiğim için, hemen anladım. yoksa çok derinlerde gizlenmiş gibi görünebilir; ama öyle değil. bakınız nasıl da bariz. tamam başta sanki kavram ve koltuk kargaşası yaşanıyo gibi durabilir. halbuki bunlar hep hitabet sanatıyla ilgili. bakınız işi bilen biri olarak bendeniz "yenilenebilir"i gördüm, "aman tanrım, bu o" dedim hemen.
neyse. başbakanın dediği gibi, şimdi bana küfrettireceksiniz.
not: bu haberin yanında bunu da veriyolar.
“Balıkçılık, sanayi suyu, sulama suyu için en büyük ihtiyaçtır. Baraj yapılması bir zarurettir, bir mecburiyettir. Bir kere iklimi güzelleştiriyor. Avrupa'da olduğu gibi bizde sürekli akan nehirler yok. Barajları keyif için yapmıyoruz, ihtiyaç olduğu için yapıyoruz”
"Türkiye'de hidroelektrik potansiyelimizin beşte birini kullanıyorduk. Biz bunu üçte bire çıkardık. Hükümete geldiğimizde 26 milyar kilovatsaat elektrik üretimimiz vardı. Biz bunu 46- 50 milyar kilovatsaata çıkardık. Türkiye'nin yıllık 130 milyar kilovatsaat elektriğe ihtiyacı var. 80 milyar kilovat saat su boşa akıyor. Yani 7 milyar dolar boşa akıyor demektir. Hidroelektrik santraller elektrik üretimidir, su kaybı değildir. Hidroelektrik santrallerde dışarıya doğal gaz parası ödemiyoruz. İhtiyacımızı karşılıyor. Aynı zamanda bölgeye zenginlik veriyor, istihdam sağlıyor. Her hidroelektrik santralinin başına birkaç kişi koyuyorsunuz, yüzlerce kişi buralarda çalışıyor. O bakımdan, hem yerli kaynak olması hem yenilenebilir temiz kaynak olması açısından önemlidir”
“Milli Park alanlarında hidroelektrik santralleri yapılması söz konusu olduğu zaman zarar vermeyecek şekilde planlıyoruz. Çevre etkileme planları yapılıyor. Etraflıca bütün kurullar inceliyor. 18 - 20 tane kurumun vereceği ’mahsuru yok’ raporunu alıyoruz. ‘Şu şartlarda yapılsın, şu tedbirler alınsın’ deniliyor, biz de o tedbirleri ve şartları gözeterek santralleri kuruyoruz. Birileri kalkıp da ‘bu yasak’ diyor. Neye göre yasak? Bütün devletin ‘uygun’ raporu verdiği bir yatırıma uyduruk bir raporla ‘uygun değildir’ demek yanlıştır. Bana göre bunun altında art niyet aramak gerekir. Doğalgaz satanların, doğalgazla elektrik üretenlerin bir planı mı diye düşünüyoruz. Burada herkes kazanıyor. Millet kazanıyor, ülke kazanıyor. Boşa akan sularımızı değerlendiriyoruz, sudan elektrik üretiyoruz. Hidroelektrik santraller suyu yutmuyor. Düşüşünü alıyor, yeniden suyu bırakıyor. Taşkın koruma için de fayda sağlıyor. Regülatör yaptığınız zaman taşkını da önlüyor. Dövizi az ödeyeceğiz. Yerli kaynak. Ayrıca enerji çeşitliliği açısından faydalıdır. Bir tek doğalgaza bağlı olursak ne yapacağız?”
demiş ..... Bakanımız.
yoo Sanayi değil.
yoo Başbakan değil.
yoo yoo Enerji de değil.
ÇEVRE!
ne alaka diyecek olursanız yanıt anahtarını veriyorum:
ilk paragraf: "iklimi güzelleştirmek"
ikinci paragraf: "yenilenebilir temiz kaynak"
üçüncü paragraf: hmm bulamadım.. "taşkın koruma" belki?
diğer bakanlarımız bu müthiş kelime dağarcığını kullanmayacağından, yukardaki metnin çevre bakanına ait olduğunu bir çırpıda anlayabiliriz. anlamayana şaşarım. ben mesela, 15 ayımı kırsal - çevresel kalkınmaya verdiğim için, hemen anladım. yoksa çok derinlerde gizlenmiş gibi görünebilir; ama öyle değil. bakınız nasıl da bariz. tamam başta sanki kavram ve koltuk kargaşası yaşanıyo gibi durabilir. halbuki bunlar hep hitabet sanatıyla ilgili. bakınız işi bilen biri olarak bendeniz "yenilenebilir"i gördüm, "aman tanrım, bu o" dedim hemen.
neyse. başbakanın dediği gibi, şimdi bana küfrettireceksiniz.
not: bu haberin yanında bunu da veriyolar.
12 Şubat 2009 Perşembe
tartışmayı açıyorum (hep bu cümleye özendim ben).
yeni kanuna göre, evlilik sebebiyle işten ayrılan kadına kıdem tazminatı verilecekmiş. 1 yıl çalışmış olma koşulu filan var tabii.
bu bi nedir?
düşünüyorum düşünüyorum, bi kadının evlendi diye işten kovulmuş gibi davranılıp kıdem tazminatı almasını açıklayamıyorum. bu kadın için "evlenince işi bırakma" durumuna teşvik gibi geliyor bana. yani evlenip işi bırakmak, bir zorunluluk hali sanki. olmazsa olmaz. patronun üstlenmesi gereken bi şi. "evlilik yüzünden istifa" değil. tazminatı hak ediyor. kadın, evlenip işi bırakınca bir kayıp yaşamayacak böylece.
abesle iştigal bi durum görüyorum ben. "evlenince hiç çekinmeden işi bırakabilirsiniz, artık kıdem tazminatı var!" gibi bi şi bu. ben mi anlamıyorum, kaş yaparken göz mü çıkmış?
hem niye kadın sadece? erkekler evlenince işi bırakmıyo tabii, daha da asılıyo. bu da gerzekçe. "karıcım uslu uslu otur ben 2 kişilik kazanırım" diyen adamda bi enayilik yok mu yani? evlenen erkek olsa, zam isteyebilir mesela. "patroncum evlendim, harcamam arttı, evin erkeği oldum". kadınaysa kıdem tazminatı. "şekerim sen işi hiiç dert etme, al tazminatın, koşa koşa mantı aç" gibi bi şi bu. sanki. gibi geliyo bana. daha iyi bilen varsa rica edicem anlatsın.
ayrıca kadın evlendi diye işi bırakıyosa kıdem tazminatını koca ödemeli bence, patron değil.
ve daha da ayrıca, kadınların işe alınmasına iyice engel olucak bu. "aman ilerde evlenip işi bırakır, bi de kıdem tazminatı ödemek zorunda kalırız"a dönecek olay. şu genç yaşımda "bugün, yarın ve daima"yı kapsayan bi medeni hal sorgusundan geçerek işe alındım, ordan biliyorum.
evet tartışmayı açtım: ben anlamoor. hayırlı uurlu ossun.
bu bi nedir?
düşünüyorum düşünüyorum, bi kadının evlendi diye işten kovulmuş gibi davranılıp kıdem tazminatı almasını açıklayamıyorum. bu kadın için "evlenince işi bırakma" durumuna teşvik gibi geliyor bana. yani evlenip işi bırakmak, bir zorunluluk hali sanki. olmazsa olmaz. patronun üstlenmesi gereken bi şi. "evlilik yüzünden istifa" değil. tazminatı hak ediyor. kadın, evlenip işi bırakınca bir kayıp yaşamayacak böylece.
abesle iştigal bi durum görüyorum ben. "evlenince hiç çekinmeden işi bırakabilirsiniz, artık kıdem tazminatı var!" gibi bi şi bu. ben mi anlamıyorum, kaş yaparken göz mü çıkmış?
hem niye kadın sadece? erkekler evlenince işi bırakmıyo tabii, daha da asılıyo. bu da gerzekçe. "karıcım uslu uslu otur ben 2 kişilik kazanırım" diyen adamda bi enayilik yok mu yani? evlenen erkek olsa, zam isteyebilir mesela. "patroncum evlendim, harcamam arttı, evin erkeği oldum". kadınaysa kıdem tazminatı. "şekerim sen işi hiiç dert etme, al tazminatın, koşa koşa mantı aç" gibi bi şi bu. sanki. gibi geliyo bana. daha iyi bilen varsa rica edicem anlatsın.
ayrıca kadın evlendi diye işi bırakıyosa kıdem tazminatını koca ödemeli bence, patron değil.
ve daha da ayrıca, kadınların işe alınmasına iyice engel olucak bu. "aman ilerde evlenip işi bırakır, bi de kıdem tazminatı ödemek zorunda kalırız"a dönecek olay. şu genç yaşımda "bugün, yarın ve daima"yı kapsayan bi medeni hal sorgusundan geçerek işe alındım, ordan biliyorum.
evet tartışmayı açtım: ben anlamoor. hayırlı uurlu ossun.
11 Şubat 2009 Çarşamba
LEBLEBI
bu aralar bitemeyen bir nezle, işe yaramayan antibiyotikler, acıyan bacak kasları ve dinmeyen yağmur eşliğinde çok mutluyum ben. sebep aramadan buluyorum. misal: bunların hepsi istanbulda oluyo. istanbulun yokuşundan, istanbulun havasından. kavuşmalardan.
tell all the disasters im back in town icabında. alayı gelse yıkılmam. söylenirim, ahlarım puflarım; ama ciddiyim yıkılmam.
ayrıca şehrin bi yerinde erken açmış pembe beyaz bahar dalı gördüm ben. artık güneşin açısı mı ağacın acelesi mi ben bilmem. açmıştı, pembe-beyazdı, yağmur altında çırpındı biraz. şubatın 15'i bile gelmemişken beni epey bi süre idare edecek kadar mutlu etti kendisi. üzücü tabii donarak ölen çiçekler; ama çok şık, çok kokoş bi ağaçtı. ilkokul çocuğu gibi neşeliydi.
bi de bi de: dediğimi yaptım. kendime çiçek aldım. ofis masama diil (aa benim ofisim var!) çünkü ofis masam pek çiçeklik diil. ışık da yok pek, ölürler. ama aldım işte. mor sümbül hem de.
işe gelirken aklımdan bi şiler geçiyo, yazmaya vakit olmuyo. mesela ankaradaki kızkulesi sokağın acıklı halini yazıcaktım. değil denizin üstünde olmak, ana caddeyi bile görmeyen bi sokak. tek yön bi sokaktan inince önce kız kulesi apartmanını, devamında da kız kulesi sokağını görüyosunuz. adı bana hüzünlü geliyo. anneannemi hatırlatıyo, sanki istanbula dönemediği için binaya, sokağa en sevdiği yerin adını vermiş birileri yaşamış orda. neyse işte, istanbul hasreti romantizmim mutlu sonla bittiğinden, bu sokağı anmadan olmazdı. o sokak bana gitmem gerektiğini, istanbulu, istanbuldakileri hatırlatan şeylerden biriydi ankarada.
ben bu akşam yine bavul yapıcam, yerleşik düzene geçene kadar olacak arada böyle sanırım.
olsun olsun olsun.
her şeye peki, her şeye tamam, her şeye olsun: istanbuldayım.
ruh halim aynen budur.
gazetede ekonomi sayfası dışında bi şi okumadığımdan da olabilir.
ha bu arada, "fbi ajanı kadın, tutukluya seksle işkence yaptı" diye bi haber var. biz buna tecavüz diyoruz sanki? yani evet, teknik olarak bi kadının erkeğe tecavüzü. "seksle işkence" nedir yahu. adını koyun.
okudum da noldu, peh.
tell all the disasters im back in town icabında. alayı gelse yıkılmam. söylenirim, ahlarım puflarım; ama ciddiyim yıkılmam.
ayrıca şehrin bi yerinde erken açmış pembe beyaz bahar dalı gördüm ben. artık güneşin açısı mı ağacın acelesi mi ben bilmem. açmıştı, pembe-beyazdı, yağmur altında çırpındı biraz. şubatın 15'i bile gelmemişken beni epey bi süre idare edecek kadar mutlu etti kendisi. üzücü tabii donarak ölen çiçekler; ama çok şık, çok kokoş bi ağaçtı. ilkokul çocuğu gibi neşeliydi.
bi de bi de: dediğimi yaptım. kendime çiçek aldım. ofis masama diil (aa benim ofisim var!) çünkü ofis masam pek çiçeklik diil. ışık da yok pek, ölürler. ama aldım işte. mor sümbül hem de.
işe gelirken aklımdan bi şiler geçiyo, yazmaya vakit olmuyo. mesela ankaradaki kızkulesi sokağın acıklı halini yazıcaktım. değil denizin üstünde olmak, ana caddeyi bile görmeyen bi sokak. tek yön bi sokaktan inince önce kız kulesi apartmanını, devamında da kız kulesi sokağını görüyosunuz. adı bana hüzünlü geliyo. anneannemi hatırlatıyo, sanki istanbula dönemediği için binaya, sokağa en sevdiği yerin adını vermiş birileri yaşamış orda. neyse işte, istanbul hasreti romantizmim mutlu sonla bittiğinden, bu sokağı anmadan olmazdı. o sokak bana gitmem gerektiğini, istanbulu, istanbuldakileri hatırlatan şeylerden biriydi ankarada.
ben bu akşam yine bavul yapıcam, yerleşik düzene geçene kadar olacak arada böyle sanırım.
olsun olsun olsun.
her şeye peki, her şeye tamam, her şeye olsun: istanbuldayım.
ruh halim aynen budur.
gazetede ekonomi sayfası dışında bi şi okumadığımdan da olabilir.
ha bu arada, "fbi ajanı kadın, tutukluya seksle işkence yaptı" diye bi haber var. biz buna tecavüz diyoruz sanki? yani evet, teknik olarak bi kadının erkeğe tecavüzü. "seksle işkence" nedir yahu. adını koyun.
okudum da noldu, peh.
10 Şubat 2009 Salı
...çünkü insanlar günler boyunca/ hiç soru sormadan...
samimiyet bazen eski şarkılardan bir kuple, günümüzden bir buse, gelecekten bir çikolatalı sufle filan falan. biz bizeyken yani.
algıda seçicilik oluyo, insan kusuru. ama acıda seçicilik.. o çirkin işte. olmadığından diil, pek tabii oluyo da çok çirkin. kendi acılarına hadi körsün. görmedin, duymadın. "diğerlerinin acıları" ihtisası yaptın, ki yapmalısın zaten. ama o acılar, "en acı"lar ve "daha az acı"lar diye ikiye ayrılmıyor. pala ve kalaşnikof, fosfor bombalarından daha az can yakmıyor. daha az "acil" değil. hadi tanıdık dilden açıklayalım: daha az bebek ölmüyor.
hele hele "hayda bre pehlevan" tarafgirliğinin, cengaverliğinin, "ya ya ya şa şa şa"cılığının acıda seçiciliği, daha da samimiyetsiz bi şi. çirkin. denizli horozunun ötüp ötüp son anda nefessiz kalması gibi.
kuplesiz, busesiz, çikolatalı suflesiz. daha basit anlatamam galiba.
acılarına başına ve sonuna "ama" eklendikçe de öyle kalacak.
algıda seçicilik oluyo, insan kusuru. ama acıda seçicilik.. o çirkin işte. olmadığından diil, pek tabii oluyo da çok çirkin. kendi acılarına hadi körsün. görmedin, duymadın. "diğerlerinin acıları" ihtisası yaptın, ki yapmalısın zaten. ama o acılar, "en acı"lar ve "daha az acı"lar diye ikiye ayrılmıyor. pala ve kalaşnikof, fosfor bombalarından daha az can yakmıyor. daha az "acil" değil. hadi tanıdık dilden açıklayalım: daha az bebek ölmüyor.
hele hele "hayda bre pehlevan" tarafgirliğinin, cengaverliğinin, "ya ya ya şa şa şa"cılığının acıda seçiciliği, daha da samimiyetsiz bi şi. çirkin. denizli horozunun ötüp ötüp son anda nefessiz kalması gibi.
kuplesiz, busesiz, çikolatalı suflesiz. daha basit anlatamam galiba.
acılarına başına ve sonuna "ama" eklendikçe de öyle kalacak.
lüzumsuz dip not: biz Sudan'a pala ihraç ediyoruz.
söylemiştim, hatırlatıyorum.
söylemiştim, hatırlatıyorum.
2 Şubat 2009 Pazartesi
öğrendim.
yeni bi keşif diil biliyorum; ama beynimi ve muhtemel bütün kelimelerimi yasemin mori'ye emanet etmişim de kendisi en artık kısa cümleler dahi kurmuyorum; sadece anlatıyorum haliyle onlardan cümle yapmış, his yapmış, hatta eskiyen dolunaylarımı kırpıp yıldız yapmış gibi mutluyum.
bu kadar uzun bi cümle kurmak matah bi şi diil.
yapılması gerekenler yapmak oysa, matah bi şi.
çalan: replikas- acayip korkak birisiyim. 0:23 uzunluğuyla inci minci kim birinci.
gerisi: autour de lucie. mesela l'eau qui dort.
neyse bugünkü eğlencem çeşme'yi dubaiye çevirmek isteyen aday. dubaililer nereleriyle gülmüşlerdir acebağ.
bi de bir haber daha... biraz fazla mı tanıdık ne. ipekçi ailesindeki sabır, acı, acısabır, sabır acısı, ne denirse artık, her yıl sanki en çok gözlerine yükleniyor, gözleri daha da derinlerden bakıyor. büyük acı yaşayanların gülümsemeleri de çok aydınlık oluyor. öyle bi tuhaf aydınlık ki bir ülke gözlerine gölge düşürüyo bu insanların, onlar ışıyolar. çok çok tuhaf.
davos filan da yazıcaktım da, geçen gün sedayla konuşurken fark ettim ki tenezzül edememe hali var üstümde. tamam, izlerken ağzım açık kaldı, idrak dahi edemedim bi süre. kendi kendime de tepkdim. ama yani hangi bi ipe sapa gelmez yerinden başlanır bilmiyorum. bence sahnenin en güzel anı şu: amr musa gaza gelip ayaklandığında, tam erdoğanın peşi sıra gidecekken banki-moon'a bakar, banki-moon amca pat pat koltuğa vurup "du hele gel otur bi" yapar, kös kös oturur amr musa, oturduğu yerden sırıtır. tey allahım. sizi sırayla mı dizmişler nedir yani! diğeri de el kol, etrafta kim varsa yapışıp "abicim du bi bak bi dinle bi.." diyen bi başbakan. şey gibi tam: hani "saygı duyarım, saygı duyarım" tiki var ya medyada 15 dakikalık şöhretini yaşayan BBG/ Yemekteyiz vs şahsiyetlerde.. öyle bi el kol. tey tey. ne dedi nasıl dedi, düşünmek bile geriyo beni. sunucunun vahim yanı da, aslında, "kısa keselim yemek yiycez" diyebilmiş olması. belki de. oysa bakınız biz bir pal sokağı çocuğu gibi, son lafı koymuş ergen kız gibi mutlu, gururlu, gazlı bi haldeyiz. dönüp öpücük üflese, ya da savuracak saçı olsa bence baya bi olay olurdu.
üslupsuzluk yeni bir şey diil. tüm muhalefetin el pençe destek olması da yeni değil. biz kol kırılır yen içinde kırılır bi ülkeyiz. yani biri bi patavatsızlık ediyosa da biz bize etsin. dışarda aslınsın kaplansın. "Hamas seçilmiş demokratik bi parti" diye yırtınan başbakanın, DTP davasında sesinin ne tonda çıktığını biliyoruz. derken kendi partisi söz konusu olunca başka ton. ton ton bi haller. yani yanardöner bi şi siyaset zaten. dışişleri dediğin zaten monşerlik, 4 yıl boyunca fakültede ne okutuluyo sanıyosunuz? robdöşambr giyerek viski nasıl içilir, ceket mendiliyle çorap uyumu nasıl sağlanır falan filan. oysa hayat üniversitesi öyle mi... adeta dış politika neferi, diplomasi komandosu, davos piyadesi filan olarak yetişirsiniz.
yani kitabı kendi bile okumayıp özetini yardımcılarına çıkarttıran bir şahsiyetin görevi ne olursa olsun, üslup konusunda temel eksiklikleri olacağını biliyoruz. ne bileyim insan pamuk prenses masalını bile kendi okumalı. cadı var mesela, melodik melodik kötü büyüler yapıyo. o bile bi kazançtır derim ben.
iki recep tanıyoruz. biri ivedik. başbakan olanı işaretleyiniz.
bu kadar uzun bi cümle kurmak matah bi şi diil.
yapılması gerekenler yapmak oysa, matah bi şi.
çalan: replikas- acayip korkak birisiyim. 0:23 uzunluğuyla inci minci kim birinci.
gerisi: autour de lucie. mesela l'eau qui dort.
neyse bugünkü eğlencem çeşme'yi dubaiye çevirmek isteyen aday. dubaililer nereleriyle gülmüşlerdir acebağ.
bi de bir haber daha... biraz fazla mı tanıdık ne. ipekçi ailesindeki sabır, acı, acısabır, sabır acısı, ne denirse artık, her yıl sanki en çok gözlerine yükleniyor, gözleri daha da derinlerden bakıyor. büyük acı yaşayanların gülümsemeleri de çok aydınlık oluyor. öyle bi tuhaf aydınlık ki bir ülke gözlerine gölge düşürüyo bu insanların, onlar ışıyolar. çok çok tuhaf.
davos filan da yazıcaktım da, geçen gün sedayla konuşurken fark ettim ki tenezzül edememe hali var üstümde. tamam, izlerken ağzım açık kaldı, idrak dahi edemedim bi süre. kendi kendime de tepkdim. ama yani hangi bi ipe sapa gelmez yerinden başlanır bilmiyorum. bence sahnenin en güzel anı şu: amr musa gaza gelip ayaklandığında, tam erdoğanın peşi sıra gidecekken banki-moon'a bakar, banki-moon amca pat pat koltuğa vurup "du hele gel otur bi" yapar, kös kös oturur amr musa, oturduğu yerden sırıtır. tey allahım. sizi sırayla mı dizmişler nedir yani! diğeri de el kol, etrafta kim varsa yapışıp "abicim du bi bak bi dinle bi.." diyen bi başbakan. şey gibi tam: hani "saygı duyarım, saygı duyarım" tiki var ya medyada 15 dakikalık şöhretini yaşayan BBG/ Yemekteyiz vs şahsiyetlerde.. öyle bi el kol. tey tey. ne dedi nasıl dedi, düşünmek bile geriyo beni. sunucunun vahim yanı da, aslında, "kısa keselim yemek yiycez" diyebilmiş olması. belki de. oysa bakınız biz bir pal sokağı çocuğu gibi, son lafı koymuş ergen kız gibi mutlu, gururlu, gazlı bi haldeyiz. dönüp öpücük üflese, ya da savuracak saçı olsa bence baya bi olay olurdu.
üslupsuzluk yeni bir şey diil. tüm muhalefetin el pençe destek olması da yeni değil. biz kol kırılır yen içinde kırılır bi ülkeyiz. yani biri bi patavatsızlık ediyosa da biz bize etsin. dışarda aslınsın kaplansın. "Hamas seçilmiş demokratik bi parti" diye yırtınan başbakanın, DTP davasında sesinin ne tonda çıktığını biliyoruz. derken kendi partisi söz konusu olunca başka ton. ton ton bi haller. yani yanardöner bi şi siyaset zaten. dışişleri dediğin zaten monşerlik, 4 yıl boyunca fakültede ne okutuluyo sanıyosunuz? robdöşambr giyerek viski nasıl içilir, ceket mendiliyle çorap uyumu nasıl sağlanır falan filan. oysa hayat üniversitesi öyle mi... adeta dış politika neferi, diplomasi komandosu, davos piyadesi filan olarak yetişirsiniz.
yani kitabı kendi bile okumayıp özetini yardımcılarına çıkarttıran bir şahsiyetin görevi ne olursa olsun, üslup konusunda temel eksiklikleri olacağını biliyoruz. ne bileyim insan pamuk prenses masalını bile kendi okumalı. cadı var mesela, melodik melodik kötü büyüler yapıyo. o bile bi kazançtır derim ben.
iki recep tanıyoruz. biri ivedik. başbakan olanı işaretleyiniz.
kafamı dağıttığın için teşekkürler blog.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)