bugün patronum telefonda "aa kimle görüşüyorum?!" dedi. tanımadı sesimi. bööö. derya erkek adı da olabiliyo allahtan, iyileşene kadar sorun yok. neyse, uzun yazıcam korkun benden. çok daraldım bugün.
dün sulukule'ye girdiler. girmişler. birlikler. dozer nuriler. yıkacaklar kaçış yok, dümdüz edilecek. pürüz bildikleri her şeyi dümdüz edecek devasa ütülerle şehre giriyo birlikler. hiç ütü yaktı mı bi yerinizi? ütü yapışır kalır, derinizi zor ayırırsınız fazla kalırsa. öyle bi girdiler, kararlı, yıkarak, yakarak. hani kilometreler öteye diktikleri TOKİcanlar var ya, toplu toplu, konut konut... 620 ev yapılacak. 570 tanesi çoktan satılmış sulukule dışından insanlara, elde kalırsa kamulaşmasın diye. sulukuleliler toki'ye bile giremeyecek. devamını da söyliym mi? sosyal bilimler 101: girenler de satacak belki, masraf yapmasın da bari para getirsin diye. böyle tuhaf ilimler bilimler var, dünya ne garip, birileri gerizekalı gibi oturup araştırmış "kentsel düzenleme" nasıl olmalı diye. hani belediyeler filan kullanırsa diye. saflık, salaklık oysa. diğ mi diğ mi.
hcg okumak, kramplara vesile. türrrkler ve müsllllümanlar üzerine retorik köşesi. gerisi kalanlar da "olsun, sizi böyle DE sevebiliriz" insanları onun gözünde. hele bi "ulusalcı kim milliyetçi kim" yazısı vardı ki... hani "aman diym ikisi başka" paniği.. necmiye alpay cevapladı kendisini allahtan. neyse bugünden bi alıntı: Kıbrıs örneğinin ve Kürtçü ayrılıkçı faaliyetlerin, son olaylarla hiçbir benzerliği yoktur. Gürcistan, zaten federatif bir yapıya sahiptir; Abhazya ve Güney Osetya özerk cumhuriyetlerdir. Üstelik buradaki halklar, din ve kültür bakımından da tamamen farklıdır. Hmm... kıbrıs rumlarının müslüman olduğunu bilmiyodumv ve "kültür"ün dili de kapsadığını düşünürsek, kürtçe bilmediğimden de hareketle... neyse. Gürcistan, çok affedersiniz ama Gürcülerin de kabul ettiği üzere, göt kadar bi ülke. filler tepişirken ezilen çim. şimdi siz çimlere bakıp "ay bu müslüman çimi, bunu sevdim ben" derseniz, bi bakmışsınız fil hortumu ensenizde soluyo. neyse ya hcg, senden de olsun, sen de yaz. ne diym. 1984'ü okuyuşu bile renkli kendisinin.
paraguay'ın eski diktatörü geçmişte yaptıkları için özür dilemiş. ha kimimize yüzsüzce gelebilir ama bence buna da şükür. misal, nü bir resim çizip halkına da sunabilirdi, konserlerde protokolde sırıtıp en kritik zamanlarda yüzsüzce fikir belirtebilirdi. ay pardon, o bizimki. mesela zorunlu din dersleri şirinliği de kendisinin eseri. denetleyemediği şeyleri zorunlu hale getirip sonra onu da denetleyememek de bizim çilemiz, alışkanlığımız.
sonra bazı şeyleri dert edince keriz yerine konuyosunuz: DSİ allianoi'daki tarihi künkleri kırmış kepçesiyle. kırıvermiş. gerzeksin kızım sen. aynı kepçeler şehrin bi kısmını söküp atıyo bi şi yapabilen yok, allianoi kiiim, künk ne.
İmilih, sevgili belediye gülü, tükürük fıskiyesi, dikmen'de fal bakmış. cemevi yıkılacak, suç belediyeye atılacak, halk galeyana getirilecekmiş. bir, halk galeyana 15 yıldır gelmiyo imilih, müsterih olunuz. yoksa su depolarındaki pası bile söken sülfatın musluk suyundan akmasına bi şi derdi birileri. ankaranın amblemi mesela, hitit güneşi olarak kalırdı, kendi belediye mecilisin bile öyle istedi çünkü. ne biliym... keçiörende zabıtalar insanların hayatını kaydırırken, kimsenin bilmediği mahallelerde travestilerin evleri taşlanırken, VIP camii projeleri hazırlanırken (ekstra sevaplı)... tıss. yıkmak ne kelime, yakar da isterse. ankara burası: melih gökçek'in at koşturduğu futbol sahası. yakar, sonra da "yanmaz malzemeden inşa edilmemiş binaları imha etmek görevimiz" filan der. atar tutar.
bakırköy'de de 15 kişiyle ilgilenmiş zabıta, çivili sopalarla. balıkçılarla. araya girenlere de odun.
bu ara cnn ve ntv pek bi yeşil, pek bi çevreci. iyidir. cnn şöyle basit bi bilgi verdi: Almanya'nın, ki kendisi malum pek güneşli bi ülke diil, yıllık güneş enerjisi üretimi keban barajı kadar. almanya ve güneş enerjisi! kaç ay güneş var allah aşkına orda, 2 mi?? biz burda Avrupa'nın en çok güneş alan ikinci ülkesinde iki kişi arasına bile hidroelektrik santral kuruyoruz ya, yatacak yerimiz yok. yunan mitolojisinin en güzel yanı, cehennemdeki her insana günahına göre ceza verilmesi. hah, bu baraj açlığından gözü dönenlere sonsuz susuzluk cezası verilebilir bence. 65 tane yeni baraj yapılacak bu yıl, haberiniz var mı? barajlardan yeraltı sularının rejimleri bozuldu, göller, sazlıklar, sulak alanlar yok oluyo, ilginizi çeker miydi? Keban barajı, almanya... üstelik bu sadece bireysel üretim, yani hanelerdeki güneş panelleri. rüzgar konusuna girmedim bile. o kadar mümkün ki daha iyisini yapmak, yapmıyo oluşumuz sadece bizim utancımız olacak. hiçbir özrümüz yok. gerçi utanmayı bilmeyen adam aynadan korkmaz.
"çevrecinin daniskası benim" demişti başbakakalan. "yol yapıyoruz, yol yapmak çevrecilik değil mi" gibi temel bi kafa karışıklığı var aslında. bir yeşile sevdalı olduğu doğru da, bu maalesef o yeşil değil. "boş gezenler"miş. tabii boş gezmek yerine il il gezmek lazım da yeşiller partisinin maalesef o kadar parası yok. bakınız: "Balık çiftliklerinin dünyanın en güzel denizlerinden Güllük Körfezi'ni öldürdüğü haberlerine de sinirlenen Erdoğan, “Tayyip Erdoğan'a vurayım diye bunu yazamazsın. Buna hakkın yok” dedi". Nasıl bir ego, nasıl bir paranoya, nasıl bir narsis hal.. kendisine burdan bi şarkı yolluyorum: mfö- sen neymişsin be abi.
bi de radikaldeki yorumlardan seçtiğim bir cümleyi yolluyorum:
"Çevreci olduğumu kanıtlamak için 10 megavatlık rüzgar santrali mi kurmam gerekiyor? Bunu yapacak olan sensin sayın daniska."
29 Ağustos 2008 Cuma
27 Ağustos 2008 Çarşamba
üzüzü
burnum ve gözlerim akıyo, boğaz şiş. daha eylül olmadı üstelik. hatta, hala eylül olamadı, evet. düşündüm de, eylül güzel isim. nisan da öyle. ama çocuklar minik gaddar makinalar olup her isimle dalga geçebiliyolar, bunlara da bi şi bulurlar. "daha eylüle girmedik mi" filan. öğh. bende de var potansiyel.
çok çok halsizim. çok.beynimden gözlerime bi ateş süzülüyo. odamı topladım biraz o yüzden. atomize hallerden ilk kez fenalık geçirip poster, foto vs söktüm duvardan. bembeyaz ve boş duvarlara bakmak istedim... yani yorulana kadar filan yaptım öyle şeyler. sonrası hep üzüm.
odanın bi köşesinden bi şişe baloncuk üfleme zımbırtısı çıktı. niye ordaymış, ben nasıl olup da onu bitirmemişim bilmiyorum. ama bi nefeste 25-30 baloncuk filan çıkıyo. içimdeki amelie ankara semalarına bıraktığım baloncukların birilerini mutlu etmesini çok isterdi ama fazla uzun ömürlü diiller. hem, kedi yavruları bile baloncuklarla oynamazken ankaralıların başlarını kaldırıp bakıcağını bile düşünmüyorum.
25 Ağustos 2008 Pazartesi
puf.
sıcaklardan kaynaklanan bi sakarlık beni kuşatmış vaziyette. buzdolabını açıyorum, günlerdir uslu uslu duran incir reçeli yere düşüyo, içinde durduğu kase unufak oluyo, ben geriye zıplayarak caaanım ayak parmaklarımı camdan koruyorum. refleksgül. sol elimdeki minik kaynar su yanığı yeni geçiyo, gerçi o tam sakarlık sayılmaz. derisini soyuyorum, acımıyo acımıyo. az önce (nereye olduğunu bile bilmiyorum) takılıp yatağıma düştüm ve dizimle, evet dizimle toka kırdım. yürürken bakışlarımla filan bi şiler deviriyorum. sanki "sonradan x-men kadrosuna dahil olucakmışım da henüz idare etmeyi öğrenemediğim gizli gücümü bi lanet zannediyomuşum gibi" bi hava var. hayırlısı.
yani demem o ki, artık sonbahar gelebilir ve uzuuun uzuun kalabilir. sonbahar güzel şey. ilkbahar da öyle. kışı atlayabiliriz. aslında kışı atlamayalım, tarım ülkesi olarak ekinlerin korunması kollanması için filan mühim şeyler bunlar, hem susuzluktan imilih'in icadı olan sıvılarla temas halindeyiz. ama işte yaz gitsin ve uzuuuun bi sonbahar gelsin istiyorum, yapıcak bi şi yok. beynim jöle. su içmeye gitsem bu macerada başıma neler gelebilir bilmiyorum, onun için burdan kalkmiycam.
otobüs firmalarının klimalarının ayarsız oluşu bitmeyen bi sorun. yaz vakti nezle olduysam, ki oldum evet, bu yüzden. "şunu biraz kapasanız ya da bana bi şal verseniz" diyosunuz mesela. cevap şu: "dışarısı sıcak". hmmm... ama içerisi niye soğuk adam? gece vakti dışarısı 25, otobüs 18 derece, herkes 35 dereceye göre giyinmiş.. deli miyiz? "kapatabiliyo muyuz biraz?"a geri dönüyoruz, otobüs olarak öksürerek ve elimizle tepedeki üfürüklü zımbırtıyı yoklayarak. "otomatik o". bi de bu: makinayla korkutan muavin. "o otomatik, o bi makina, cıss". otomatik dediği nedir, termostat kıvamı bi şi. "e yani üşiycem mi ben, biz, çözüm nedir?". "dışarıya göre kendi şeediyo". böyle alakasız diyaloglar. otobüsün idaresi klimada aslında yani, mercedes tesislerinde özel üretilmiş süpersonik bi şi o, dokunaman. ne demiş olduk? hiç. özet: her daim hırkanız olsun. bildiklerimizi bi kez daha hatırlayalım.
sıcak ve öksürüyorum ve her şey hemen kırılıveriyo ve canım sıkkın işte.
36 saat önce uyuyodum ben, en güzel uykumu uyuyodum hem de. onu istiyorum geri.
yani demem o ki, artık sonbahar gelebilir ve uzuuun uzuun kalabilir. sonbahar güzel şey. ilkbahar da öyle. kışı atlayabiliriz. aslında kışı atlamayalım, tarım ülkesi olarak ekinlerin korunması kollanması için filan mühim şeyler bunlar, hem susuzluktan imilih'in icadı olan sıvılarla temas halindeyiz. ama işte yaz gitsin ve uzuuuun bi sonbahar gelsin istiyorum, yapıcak bi şi yok. beynim jöle. su içmeye gitsem bu macerada başıma neler gelebilir bilmiyorum, onun için burdan kalkmiycam.
otobüs firmalarının klimalarının ayarsız oluşu bitmeyen bi sorun. yaz vakti nezle olduysam, ki oldum evet, bu yüzden. "şunu biraz kapasanız ya da bana bi şal verseniz" diyosunuz mesela. cevap şu: "dışarısı sıcak". hmmm... ama içerisi niye soğuk adam? gece vakti dışarısı 25, otobüs 18 derece, herkes 35 dereceye göre giyinmiş.. deli miyiz? "kapatabiliyo muyuz biraz?"a geri dönüyoruz, otobüs olarak öksürerek ve elimizle tepedeki üfürüklü zımbırtıyı yoklayarak. "otomatik o". bi de bu: makinayla korkutan muavin. "o otomatik, o bi makina, cıss". otomatik dediği nedir, termostat kıvamı bi şi. "e yani üşiycem mi ben, biz, çözüm nedir?". "dışarıya göre kendi şeediyo". böyle alakasız diyaloglar. otobüsün idaresi klimada aslında yani, mercedes tesislerinde özel üretilmiş süpersonik bi şi o, dokunaman. ne demiş olduk? hiç. özet: her daim hırkanız olsun. bildiklerimizi bi kez daha hatırlayalım.
sıcak ve öksürüyorum ve her şey hemen kırılıveriyo ve canım sıkkın işte.
36 saat önce uyuyodum ben, en güzel uykumu uyuyodum hem de. onu istiyorum geri.
19 Ağustos 2008 Salı
duraman.
bende zaman bolken ve olimpiyatlar sürerken efendim, dün kadınlar sırıkla atlama müsabakası vardı. rus kıçı tekmelemek isteyen genç, madalyasız ve ukala amerikalı hanım kızımız ikinci oldu (4.80). Alanında tek isim haline gelmiş rus atlet yelena isinbaeva, ikinci atlayışında zaten olimpiyat madalyasını garantilemişti (4.85), son üç hakkını da solda gördüğünüz kare için kullandı, kendi dünya rekorunu kırdı. Isinbaeva'nın 24. (yirmidört) rekoruymuş bu. yuh ama yelena. havada bağırmaya başladı sevinçle, yere inince de çığlıklar... taklalar attı, bayrağını kaptı koştu, tabelaya öpücükler gönderdi filan. kazanmanın haklı gururunu ülkesine yaşattı. sonra da genç dimağ için "herkes yerini bilecek, saygı duymayı öğrenecek" gibi bi şi dedi... yani diyeceğim, sırıkla atlama da bayaa çekişmeli, insanı gaza getirecek filan bir spormuş. ayrıca havada bir kedi gibi dönebilmek zaten yeterince estetik bi şi. kadınlarda bu branş 2000 yılında dahil edilmiş olimpiyatlara, isinbaeva o zamandan beri mevcut. italik yerler de benim yorumculardan kaptığım jargon, sonuncusu kurtlar vadisi de olabilir. sırıkla atlamacılarda sanırım devasa kaslar olmuyo, hani bi koşucu baldırı filan. sadece "fazlasıyla fit" görünüyolar, madonna da o sınırda zaten. bkz. yakın çekim:
bu arada, uzun atlamada ölçüm nasıl yapılıyo bilen anlatsın. resmen krater açılıyo adamlar atlayınca. merkezi mi alıyoruz, nerden cetvel çekiyoruz? güney afrikalı adam mesela, ikinci oldu, nasıl sevimsiz bir hırs küpüydü. kumları savurmalar filan. sakin ol adamım, faul işte. nerde 800 m kadınlarda birinci ve ikinci olan kenyalı hanımların ve 3000 m engelli koşuda birinci ve üçüncü olan yine kenyalı beylerin huzuru, nerde senin asabiyet pozların... bi de uzun mesafe bi koşuda (yine 3000m engelli olabilir) bi sporcunun ayakkabısının bağı mı ne çözüldü. ne talihsizlik, ne küfür eder insan. bi ayakkabı bağlama süresinde tur bindiriyolardı resmen.
ben de o süre içinde üç üzüm tanesi yedim. heyhat.
17 Ağustos 2008 Pazar
veşimdisen
lens solüsyonum var, lensim yok.
üstümde kedi tüyü var, kedim yok.
küllük var, çakmak yok.
bazı günler, ki bugünler bitmesini istemediğiniz günlerdendir, biterken çok acıtabilir. siz de üç aromayı bi pakete sığdırdıkları yarım kiloluk dondurma kutusunu kucağınıza alır (ki ah bu çok bi amerikan dizisi sahnesidir), belirsizliklere küfreder, fonda müzeyyen senar dinleyerek gelecek güzel günler şerefine, gelmeleri ihtimaline dondurma kaşıklarsınız, aklınızda böğürtlen şarabı tadı vardır, mavi köpükler vardır. kendinize kızgın olduğunuz, kırgın olduğunuz yanlarınızı düşünürsünüz, "niye böyleyim" diye düşünürsünüz, bunları düşünmek için çok sebep vardır, mutlusunuzdur mesela ve ihtimaller önemli şeylerdir. yarı aç yarı tok, buzdolabınızda çürümeye yüz tutan sağlıklı yaşam girişimleriyle bi yemek uydurmayı düşünür, müzeyyen'i duyunca vazgeçersiniz. ankarada gökyüzü kırmızı-mor olur ki ben kırmızıyla moru yan yana çok severim, dondurma da severim. kanınıza işleyen alışkanlıklarınız vardır, sinsice ilerleyen, onlara aşık olursunuz. yapmadığınız sakızlı muhallebi dert olur. bazı şeyler rötara tabiidir, seçebilmek istersiniz. müzeyyen dördüncü şarkıya geçer.
ay tutulmasından daha heyecanlı olabilir bira içerek üzüm yemek. mesela bazen.
ve göz pınarlarım bazen o kadar acıyo ki ağlamakla alakası bile olmuyo.
üstümde kedi tüyü var, kedim yok.
küllük var, çakmak yok.
bazı günler, ki bugünler bitmesini istemediğiniz günlerdendir, biterken çok acıtabilir. siz de üç aromayı bi pakete sığdırdıkları yarım kiloluk dondurma kutusunu kucağınıza alır (ki ah bu çok bi amerikan dizisi sahnesidir), belirsizliklere küfreder, fonda müzeyyen senar dinleyerek gelecek güzel günler şerefine, gelmeleri ihtimaline dondurma kaşıklarsınız, aklınızda böğürtlen şarabı tadı vardır, mavi köpükler vardır. kendinize kızgın olduğunuz, kırgın olduğunuz yanlarınızı düşünürsünüz, "niye böyleyim" diye düşünürsünüz, bunları düşünmek için çok sebep vardır, mutlusunuzdur mesela ve ihtimaller önemli şeylerdir. yarı aç yarı tok, buzdolabınızda çürümeye yüz tutan sağlıklı yaşam girişimleriyle bi yemek uydurmayı düşünür, müzeyyen'i duyunca vazgeçersiniz. ankarada gökyüzü kırmızı-mor olur ki ben kırmızıyla moru yan yana çok severim, dondurma da severim. kanınıza işleyen alışkanlıklarınız vardır, sinsice ilerleyen, onlara aşık olursunuz. yapmadığınız sakızlı muhallebi dert olur. bazı şeyler rötara tabiidir, seçebilmek istersiniz. müzeyyen dördüncü şarkıya geçer.
ay tutulmasından daha heyecanlı olabilir bira içerek üzüm yemek. mesela bazen.
ve göz pınarlarım bazen o kadar acıyo ki ağlamakla alakası bile olmuyo.
15 Ağustos 2008 Cuma
dönüş
selamankaranaber.
bu tatilde şunu bir kez daha anladım ki, ailemi ne kadar seversem seveyim bir evde üç kişi bile fazla gelirken altı kişi bana çok zor, ve gerçek tatil evde yalnız geçecek bi on gün aslında. yaşasın çekirdek aileler, yaşasın atomize bireyler. kalabalık bi evde büyüseydim onu severdim elbet; ama yaş 24 oldu olacak, bu saatten sonra çok geç yonca. belli bi mesafeden sevelim birbirimizi.
.... demişken elimde bi alışveriş listesi var, vuhuhu. çok şen.
TSE'nin olur olmadık şeylere standart belirlediğini biliyodum da ("apartman görevlisi yabancı dil bilmelidir" vs vs), türklük standardı filan, rüzgarıyla savruldum. verdiğim linklerin yegane tıklayıcısı kızıl divad askere gitti diye boş duracak diilim, hele o kitap 14 yıldır gururla yayındayken üstelik.
bundan başka, hastasına kereviz suyu filan tavsiye eden doktora engellenemez bi şüpheyle yaklaşacağımı ilan ederim. hele hele tat versin diye salatalık da katmamı söylerse arkama bakmam giderim.
öğretmenimcanımbenim dip notu: cemal süreya. y. tek, bi tek. fransızca telaffuzunu aldığımız hiçbi kelimenin sonundaki t okunmaz: restoran, deodoran. sait faik derken de sait kısa, faik uzun. sabahattin ali de değil, âli, haliyle a uzun. bakiye derken a kısa, rakım derken a uzun. sükûnet kelimesinde de u uzun (allah aşkına yani). şapkacıklar geri gelsin.
bu tatilde şunu bir kez daha anladım ki, ailemi ne kadar seversem seveyim bir evde üç kişi bile fazla gelirken altı kişi bana çok zor, ve gerçek tatil evde yalnız geçecek bi on gün aslında. yaşasın çekirdek aileler, yaşasın atomize bireyler. kalabalık bi evde büyüseydim onu severdim elbet; ama yaş 24 oldu olacak, bu saatten sonra çok geç yonca. belli bi mesafeden sevelim birbirimizi.
.... demişken elimde bi alışveriş listesi var, vuhuhu. çok şen.
TSE'nin olur olmadık şeylere standart belirlediğini biliyodum da ("apartman görevlisi yabancı dil bilmelidir" vs vs), türklük standardı filan, rüzgarıyla savruldum. verdiğim linklerin yegane tıklayıcısı kızıl divad askere gitti diye boş duracak diilim, hele o kitap 14 yıldır gururla yayındayken üstelik.
bundan başka, hastasına kereviz suyu filan tavsiye eden doktora engellenemez bi şüpheyle yaklaşacağımı ilan ederim. hele hele tat versin diye salatalık da katmamı söylerse arkama bakmam giderim.
öğretmenimcanımbenim dip notu: cemal süreya. y. tek, bi tek. fransızca telaffuzunu aldığımız hiçbi kelimenin sonundaki t okunmaz: restoran, deodoran. sait faik derken de sait kısa, faik uzun. sabahattin ali de değil, âli, haliyle a uzun. bakiye derken a kısa, rakım derken a uzun. sükûnet kelimesinde de u uzun (allah aşkına yani). şapkacıklar geri gelsin.
12 Ağustos 2008 Salı
16 kum torbası
kum torbası... filika "deney"i yapmış tuzla'dakiler. çok bi güvenli gemicikleri hani olur da batı batıverirse, filikacıkları batı batıvermesin, sağlam olsun diye. yolcu güvenliği. yolcular güvende hissetsin diye hep zaten, adeta birer titanik yavrusu cilalanıyor her gün, işçilerin kanıyla. kum torbası yerine işçilerle filika deneylemeleri. taşeron köşede durup "bişcik olmaz yaauu binivericen amma nazlandın" demiş midir?
bunca aydır isteyen ter ter tepinsin. protesto filan, nanay. bakan gelir, uzman konuşur, sendikalar yumruk sallar. işlemiyo. tuzla'dakiler "ayna ayna çelik ayna" yapmışlar küçükken. efsunlu onlar. ufak bi ameliyatla vicdanlarını aldırmışlar, artık hiç acımıyomuş. adamlar alay eder gibi, kum torbası yerine bile koyuyor işçiyi. üç kişi ölünce de ne diyorlar, "kumlar denize saçıldı" mı? bu derece fütursuzca. MNG holding ne demişti, "kıyıyı dolduruyoruz sonradan cezasını öderiz nasıl olsa, adam mı öldü?". adam ölse de cezasını öder geçer birileri.
kum torbası.
kum torbası.
kum torbası yerine insan.
eh, bi torba dolusu kumun hakkı filan olmaz. şanslıysa işlemden geçer cam olur, ayna olur. şanssızsa cephede de kum torbası yaparlar, siper olur sonra barajlara set çekmek için kullanılır o kum torbaları. çok işlevli şey canım o torbalar. hepsi insanların güvenliği için üstelik. boğulmaktan, selden, savaştan uzak insanların güvenliğinden sorumlu, yüce gönüllü kum torbaları. biricik, narin aynaları ve camları koruyolar o hantal halleriyle.
mühim iş şu kum torbalığı. herkesin harcı değil filikada bok yoluna ölmek.
edit: 19= 16+3. sağ kalanlar 16 imiş.
bunca aydır isteyen ter ter tepinsin. protesto filan, nanay. bakan gelir, uzman konuşur, sendikalar yumruk sallar. işlemiyo. tuzla'dakiler "ayna ayna çelik ayna" yapmışlar küçükken. efsunlu onlar. ufak bi ameliyatla vicdanlarını aldırmışlar, artık hiç acımıyomuş. adamlar alay eder gibi, kum torbası yerine bile koyuyor işçiyi. üç kişi ölünce de ne diyorlar, "kumlar denize saçıldı" mı? bu derece fütursuzca. MNG holding ne demişti, "kıyıyı dolduruyoruz sonradan cezasını öderiz nasıl olsa, adam mı öldü?". adam ölse de cezasını öder geçer birileri.
kum torbası.
kum torbası.
kum torbası yerine insan.
eh, bi torba dolusu kumun hakkı filan olmaz. şanslıysa işlemden geçer cam olur, ayna olur. şanssızsa cephede de kum torbası yaparlar, siper olur sonra barajlara set çekmek için kullanılır o kum torbaları. çok işlevli şey canım o torbalar. hepsi insanların güvenliği için üstelik. boğulmaktan, selden, savaştan uzak insanların güvenliğinden sorumlu, yüce gönüllü kum torbaları. biricik, narin aynaları ve camları koruyolar o hantal halleriyle.
mühim iş şu kum torbalığı. herkesin harcı değil filikada bok yoluna ölmek.
edit: 19= 16+3. sağ kalanlar 16 imiş.
10 Ağustos 2008 Pazar
üzüm
bugün törenlerle tatilimin son 4 gününe girdim. tatil bitebilen bir şey olduğu için güzel bence. hem bu tatil çok güzel biticek. mutlu.
evde internet ne güzel, ne serin serin bi şi. imiş.
osmanlı tersanesi yenilenmiş. gittik gördük. ne gördük? hiç. hiç bu kadar büyük bi HİÇ olmamıştı. içinde sadece bi bahçemsi bi alan var. bi de eski kaptan-ı deryaların mezarı, türbesi. yanında da kocaman bi diyanet işleri tabelası: "dinimizce: türbelerde mum yakılmaz!! türbe içinde yatılmaz!! etrafında dönülmez!! çaput bağlanmaz!!!" diye giden kocaman bi liste kendisi. onu görmeye gidebilirsiniz mesela. altında da "dinimizde bunlar yoktur, ona göre" kıvamı bi uyarı. yoktur tamam (olsa nolur, o başka); ama kaç kişi kaptan-ı derya mezarına çaput bağlar ki zaten? kağıttan gemi yapıp bıraksaydık keşke. "mustafa paşadan 12 metrelik bi yat diliyoruumm". neyse yani, bu kadar mı bi şi yapılamaz? yarım yamalak bile değil. üç tabela var: "bu bi tersane", "bu bi türbe", ve hepsinden daha ihtişamlı "türbede ne yapılmaz" listesi. orda kalyonlar yapılırmış eskiden, onların maketi olsa, korsan bayrakları olsa, o türbedekilerin canlandırma resimleri olsa.. gemici düğümü öğreten bi amca olsa mesela çocuklara, hediyelik eşyacı olsa içi yelken bezleri, ara parçalar vs vs bi şilerle dolsa. eğlenceli bi yer olabilirdi orası. falan filan... yandaki moderen marina'nın yanında sararmış çimleriyle boynu bükük bahçecik gibi durmasa... müze olucaksa da olduktan sonra açılsa? misal.
zeki müren müzesini deniycez, o kaldı. bi de halikarnas balıkçısı'nın müzesi. bunca yıl gitmemek hata. kale'den sıra gelmemiş galiba.
yıllar yılı at boncuğu/ bodrum boncuğu filan diye bilinen şey şimdi turist kazıklama aracı olmuş. vuhuhuhu. ankara kalesi tek umudum, perdelerimin ucuna renk renk renk.
bunca yıl ailenin en iyi bavul düzenleyicisi dedemdi ki kendisi 15 yıl önce öldü. onun taktiklerini çalışıp ilerlettim ve bu tahta göz koydum. burdan giderken kendimi ispat ediciim, annem de nişanımı takacak. dedemin gözlük kabı hala bende, içinde de bana ölmeden 2 yıl önce yazdığı mektup var. okuma-yazmayla ilgili ilk deneyimlerim olduğu için büyük ve çok düzgün harflerle "merhaba derya, nasılsın, ben deden, seni çok özledim" filan yazıyo. doğumgününde dedesinden mektup alan 6 yaşında bi kız o gün büyümüş hisseder. sol üst köşesinde kendi adı yazılı bi zarfla yollamıştı, zarfın üstünde de benim adım. "anne bana gelmiş, ben açıcam, lütfen" filan diyerek kaşlarımı çatmış olmam.. kocaman bi ihtimal.
bi de silik sahneler: ben 3-4 yaşımdayım, ters ışıktan tanımadığım uzun saçlı, top sakallı dedemden korkuyorum, yanımdaki hiperaktif çocukluk arkadaşım ahmetle koşarak uzaklaşıyoruz. ben 5 yaşımdayım, kimbilir ne sebeple beraber bale adımları çalışıyoruz, koca göbeğiyle parmak ucunda dönüyo: adıım at, adııım at, döööönnn. yine aynı yaşlar, her akşam bana bi ufak çikolata getiriyo, ben ankarada tatildeyim ve Sabuş'un kolyelerini karıştırıyorum. her yaşta: dedemi kediler çok seviyo, dedem de kedileri. dedemi ne zaman rüyamda görsem bizi ziyarete geliyo. 5-6'yım yine, sigaralarını saklıyorum, "sigaralarım nerdeymiş benim güzel torunum" diyo, ben iltifata karşı zaafımı belli edip yerini gösteriyorum: "burda ama içme!". 7-8 civarıyken, helikopter ve bodrum aynı cümledeyse hep kötü şeyler demek, dedem üç kalp krizini de bodrumda geçirip helikopterle istanbul getiriliyo. ben 9 yaşımdayım, televizyonda "acil kan aranıyor" ilanında dedemin adı geçiyo, sigaralar dedemi fazla seviyo. dördüncü kalp krizi olmuyo, rüyamda dedem gidiyo. filan. bulanık kareler. bir de daha önce de bahsettiğim, "atakule atatürkün çıktığı ilk kuledir" konulu şakası var. ben ciddiye alıp uzun süre inanıyorum, öldükten sonra öğreniyorum işin aslını, bilmişliğime müthiş gölge düşüyo.
neyse, haliyle o gözlük kabı ve mektup haddinden fazla mühim, hatta düzgün ve alan kaybı olmadan valiz hazırlamak da.
bu arada, hala selanik gevreği yememiş olanlarınız varsa, çok şey kaçırıyosunuz.
annem satsuma mandalinalı puding yapmayı deneyecek. sonucu bildiririm.
biri var. iyi ki var, iyi ki var.
evde internet ne güzel, ne serin serin bi şi. imiş.
osmanlı tersanesi yenilenmiş. gittik gördük. ne gördük? hiç. hiç bu kadar büyük bi HİÇ olmamıştı. içinde sadece bi bahçemsi bi alan var. bi de eski kaptan-ı deryaların mezarı, türbesi. yanında da kocaman bi diyanet işleri tabelası: "dinimizce: türbelerde mum yakılmaz!! türbe içinde yatılmaz!! etrafında dönülmez!! çaput bağlanmaz!!!" diye giden kocaman bi liste kendisi. onu görmeye gidebilirsiniz mesela. altında da "dinimizde bunlar yoktur, ona göre" kıvamı bi uyarı. yoktur tamam (olsa nolur, o başka); ama kaç kişi kaptan-ı derya mezarına çaput bağlar ki zaten? kağıttan gemi yapıp bıraksaydık keşke. "mustafa paşadan 12 metrelik bi yat diliyoruumm". neyse yani, bu kadar mı bi şi yapılamaz? yarım yamalak bile değil. üç tabela var: "bu bi tersane", "bu bi türbe", ve hepsinden daha ihtişamlı "türbede ne yapılmaz" listesi. orda kalyonlar yapılırmış eskiden, onların maketi olsa, korsan bayrakları olsa, o türbedekilerin canlandırma resimleri olsa.. gemici düğümü öğreten bi amca olsa mesela çocuklara, hediyelik eşyacı olsa içi yelken bezleri, ara parçalar vs vs bi şilerle dolsa. eğlenceli bi yer olabilirdi orası. falan filan... yandaki moderen marina'nın yanında sararmış çimleriyle boynu bükük bahçecik gibi durmasa... müze olucaksa da olduktan sonra açılsa? misal.
zeki müren müzesini deniycez, o kaldı. bi de halikarnas balıkçısı'nın müzesi. bunca yıl gitmemek hata. kale'den sıra gelmemiş galiba.
yıllar yılı at boncuğu/ bodrum boncuğu filan diye bilinen şey şimdi turist kazıklama aracı olmuş. vuhuhuhu. ankara kalesi tek umudum, perdelerimin ucuna renk renk renk.
bunca yıl ailenin en iyi bavul düzenleyicisi dedemdi ki kendisi 15 yıl önce öldü. onun taktiklerini çalışıp ilerlettim ve bu tahta göz koydum. burdan giderken kendimi ispat ediciim, annem de nişanımı takacak. dedemin gözlük kabı hala bende, içinde de bana ölmeden 2 yıl önce yazdığı mektup var. okuma-yazmayla ilgili ilk deneyimlerim olduğu için büyük ve çok düzgün harflerle "merhaba derya, nasılsın, ben deden, seni çok özledim" filan yazıyo. doğumgününde dedesinden mektup alan 6 yaşında bi kız o gün büyümüş hisseder. sol üst köşesinde kendi adı yazılı bi zarfla yollamıştı, zarfın üstünde de benim adım. "anne bana gelmiş, ben açıcam, lütfen" filan diyerek kaşlarımı çatmış olmam.. kocaman bi ihtimal.
bi de silik sahneler: ben 3-4 yaşımdayım, ters ışıktan tanımadığım uzun saçlı, top sakallı dedemden korkuyorum, yanımdaki hiperaktif çocukluk arkadaşım ahmetle koşarak uzaklaşıyoruz. ben 5 yaşımdayım, kimbilir ne sebeple beraber bale adımları çalışıyoruz, koca göbeğiyle parmak ucunda dönüyo: adıım at, adııım at, döööönnn. yine aynı yaşlar, her akşam bana bi ufak çikolata getiriyo, ben ankarada tatildeyim ve Sabuş'un kolyelerini karıştırıyorum. her yaşta: dedemi kediler çok seviyo, dedem de kedileri. dedemi ne zaman rüyamda görsem bizi ziyarete geliyo. 5-6'yım yine, sigaralarını saklıyorum, "sigaralarım nerdeymiş benim güzel torunum" diyo, ben iltifata karşı zaafımı belli edip yerini gösteriyorum: "burda ama içme!". 7-8 civarıyken, helikopter ve bodrum aynı cümledeyse hep kötü şeyler demek, dedem üç kalp krizini de bodrumda geçirip helikopterle istanbul getiriliyo. ben 9 yaşımdayım, televizyonda "acil kan aranıyor" ilanında dedemin adı geçiyo, sigaralar dedemi fazla seviyo. dördüncü kalp krizi olmuyo, rüyamda dedem gidiyo. filan. bulanık kareler. bir de daha önce de bahsettiğim, "atakule atatürkün çıktığı ilk kuledir" konulu şakası var. ben ciddiye alıp uzun süre inanıyorum, öldükten sonra öğreniyorum işin aslını, bilmişliğime müthiş gölge düşüyo.
neyse, haliyle o gözlük kabı ve mektup haddinden fazla mühim, hatta düzgün ve alan kaybı olmadan valiz hazırlamak da.
bu arada, hala selanik gevreği yememiş olanlarınız varsa, çok şey kaçırıyosunuz.
annem satsuma mandalinalı puding yapmayı deneyecek. sonucu bildiririm.
biri var. iyi ki var, iyi ki var.
7 Ağustos 2008 Perşembe
rosato
bugün ev nüfusu +2 artacak. güzel şeyler bunlar arada.
şehirlerarası otobüslerin mola yerlerini özlemek de mümkün. özellikle bolu'da tuhaf şeyler görüyorum ben. ilkokul çocuğu çizmiş gibi boydan boya gökkuşağı, kahverengi kartal/şahin/doğan bi şi bi şi bi kuş, kocaman dev kelebekler... deryik doğa gördü. adeta.
üç tane seramik başlı kanca askı aldım, dünyam değişecek diye umuyorum.
annemin kendini 50 küsur yaşından sonra dikişe ve "zorla insanları dans ettirmeye" vuran bi arkadaşı var. mesleki olarak da civarında geziniyorum.
derken efendim bi tükan gördüm.türkbükü'nün "halk" tarafında. pek halk işi diil fiyatları ama olsun, mühim değil. bakmaya geldik. sahibi olan hanım çok şekerdi. artık üretilmeyen el işi göz nuru kumaşları toplayıp, dikip, gerekirse çok güzel renklere boyayıp, yeniden elbiseler yapıyolar. yani ama cidden yapıyolar. insana delice dokunma, üst üste yığıp içinde yüzme isteği veren yumuşaklıkta kumaşlar. kolunun kenarında minik bi iş. "o kumaş 300 yıllık, işlemesi 200 yıllık" böyle bi şi. müzelik. satıyolar. alıp giyen oluyo mu diye sordum, insan cidden kıyamaz gibi. oluyomuş ki tükanmış. tükan tükan.
sonra tülbent denen güzide kumaşa yıllardır dokunmadığımı orda fark ettim. tülbent ya, bildiğimiz tülbent. yok. eskiden elbiseleri olurdu tiril tiril, çok güzel. made in india olmayan. beyaz tülbent, ipek gibi, ay hatta resmen: bebek poposu gibi. şimdi siz merakla tükanın adını bekliyosunuzdur belki, istanbul şubesi de varmış acıbadem'de hatta... ama kesinlikle hatırlamıyorum. deryik farkı ho ho ho. neyse amaç tanıtım değil, birilerinin buna kafa yormasına sevinmek. o kumaşların kalmadığına yanmak. belki tekstil sanayiicileri birliği (mi neyse artık) ortak bi sergi (mi neyse artık) hazırliycakmış. etrafta şile bezi bile yok. buldan'da tezgahlar 2000'den 300'e inmiş. annemin romantik romantik "bütün kış iğne oyası yapıyosunuz diğğ miiğğ" dediği pazarcı teyze "yooo bunlar makine, bak sentetik, biz de toptan alıyoruz" dedi mesela. öyle bi şi işte. yaşasın okulumuz, makinemiz. ama insan dokunmak da istiyo yahu. terinizi silecek tülbent kalmadı, "çin'de üretim yapalım"mış. yapın yapın. üretin satın. bi de alıp atalım. bürümcük 30 cm dokunup sonra açılırmış mesela. bilmiyodum öğrendim. yokmuş yok. orda kalıp saatlerce konuşabilirdik gibi. güzeldi işte. evet bi servet istiyo her parçaya, evet acaba kumaşı topladıklarının cebine ne kadar para kalıyo vs vs... soru çok. ama parmak uçlarım bayram etti, ben pamuklu kumaşa çok uzun zamandan sonra ilk kez dokunmuşum. tülbenti çok uçuk, ekru gibi bi renge boyamışlar, tülbent resmen rengini bulmuş.
neyse işte, dokunma hissi de mühim bi şi. tülbentler de tükenebilen şeyler.
çakma lacost t-shirt ve prada çanta hayaliyle kavrulan turistlere vaha olmayı bi bıraksak mesela... "pazarlık yapın" dendi diye arsızca 40 ytl'lik mala "a 15 veririm en çok" diyen hollandalı turiste "yürü git" diyebilen o teyzeden bikaç tane daha olsa. semt pazarları "ay doğuya geldim ne şirin, pazarlık yapmayı öğrenicem hihihihi" turistleri, "ne satsak kardır" hesabı her dilden her milletten kadına uygun laf atan cingöz ve terli gençleri, bebek arabasında yarı baygın veletler, şehrin içinde yağlı ve terli gezmeyi tatil sanan bir sürü bira göbekli, orta yaşlı ve kırmızı erkek turist ve kumaş yığını altında, havasız, sıcaktan bunalmış,bi şiler satmaya çalışan satıcılarla dolu çok hazin yerler artık. koca kıçına uygun taklit pantolon bulamayınca iskoç aksanıyla satıcıya söven kadını mesela, merdaneli çamaşır makinesinden geçirmek istemiştim, kısmet değilmiş.
neyse. bu da böyle bir trt 2, bucak bucak anadolu ve onun kaybolan el sanatları seansı olsun. dokundukça gözleri dolan bi tuhaf aile olduğumuzu da orda fark ettik ve ben annemin bu kadar çok kumaş çeşidi filan bildiğini yeni öğrendim.
tükandaki hanfendi "kendimize çok ayıp ediyoruz, başka bir şey değil" demişti. aynen öyle.
şehirlerarası otobüslerin mola yerlerini özlemek de mümkün. özellikle bolu'da tuhaf şeyler görüyorum ben. ilkokul çocuğu çizmiş gibi boydan boya gökkuşağı, kahverengi kartal/şahin/doğan bi şi bi şi bi kuş, kocaman dev kelebekler... deryik doğa gördü. adeta.
üç tane seramik başlı kanca askı aldım, dünyam değişecek diye umuyorum.
annemin kendini 50 küsur yaşından sonra dikişe ve "zorla insanları dans ettirmeye" vuran bi arkadaşı var. mesleki olarak da civarında geziniyorum.
derken efendim bi tükan gördüm.türkbükü'nün "halk" tarafında. pek halk işi diil fiyatları ama olsun, mühim değil. bakmaya geldik. sahibi olan hanım çok şekerdi. artık üretilmeyen el işi göz nuru kumaşları toplayıp, dikip, gerekirse çok güzel renklere boyayıp, yeniden elbiseler yapıyolar. yani ama cidden yapıyolar. insana delice dokunma, üst üste yığıp içinde yüzme isteği veren yumuşaklıkta kumaşlar. kolunun kenarında minik bi iş. "o kumaş 300 yıllık, işlemesi 200 yıllık" böyle bi şi. müzelik. satıyolar. alıp giyen oluyo mu diye sordum, insan cidden kıyamaz gibi. oluyomuş ki tükanmış. tükan tükan.
sonra tülbent denen güzide kumaşa yıllardır dokunmadığımı orda fark ettim. tülbent ya, bildiğimiz tülbent. yok. eskiden elbiseleri olurdu tiril tiril, çok güzel. made in india olmayan. beyaz tülbent, ipek gibi, ay hatta resmen: bebek poposu gibi. şimdi siz merakla tükanın adını bekliyosunuzdur belki, istanbul şubesi de varmış acıbadem'de hatta... ama kesinlikle hatırlamıyorum. deryik farkı ho ho ho. neyse amaç tanıtım değil, birilerinin buna kafa yormasına sevinmek. o kumaşların kalmadığına yanmak. belki tekstil sanayiicileri birliği (mi neyse artık) ortak bi sergi (mi neyse artık) hazırliycakmış. etrafta şile bezi bile yok. buldan'da tezgahlar 2000'den 300'e inmiş. annemin romantik romantik "bütün kış iğne oyası yapıyosunuz diğğ miiğğ" dediği pazarcı teyze "yooo bunlar makine, bak sentetik, biz de toptan alıyoruz" dedi mesela. öyle bi şi işte. yaşasın okulumuz, makinemiz. ama insan dokunmak da istiyo yahu. terinizi silecek tülbent kalmadı, "çin'de üretim yapalım"mış. yapın yapın. üretin satın. bi de alıp atalım. bürümcük 30 cm dokunup sonra açılırmış mesela. bilmiyodum öğrendim. yokmuş yok. orda kalıp saatlerce konuşabilirdik gibi. güzeldi işte. evet bi servet istiyo her parçaya, evet acaba kumaşı topladıklarının cebine ne kadar para kalıyo vs vs... soru çok. ama parmak uçlarım bayram etti, ben pamuklu kumaşa çok uzun zamandan sonra ilk kez dokunmuşum. tülbenti çok uçuk, ekru gibi bi renge boyamışlar, tülbent resmen rengini bulmuş.
neyse işte, dokunma hissi de mühim bi şi. tülbentler de tükenebilen şeyler.
çakma lacost t-shirt ve prada çanta hayaliyle kavrulan turistlere vaha olmayı bi bıraksak mesela... "pazarlık yapın" dendi diye arsızca 40 ytl'lik mala "a 15 veririm en çok" diyen hollandalı turiste "yürü git" diyebilen o teyzeden bikaç tane daha olsa. semt pazarları "ay doğuya geldim ne şirin, pazarlık yapmayı öğrenicem hihihihi" turistleri, "ne satsak kardır" hesabı her dilden her milletten kadına uygun laf atan cingöz ve terli gençleri, bebek arabasında yarı baygın veletler, şehrin içinde yağlı ve terli gezmeyi tatil sanan bir sürü bira göbekli, orta yaşlı ve kırmızı erkek turist ve kumaş yığını altında, havasız, sıcaktan bunalmış,bi şiler satmaya çalışan satıcılarla dolu çok hazin yerler artık. koca kıçına uygun taklit pantolon bulamayınca iskoç aksanıyla satıcıya söven kadını mesela, merdaneli çamaşır makinesinden geçirmek istemiştim, kısmet değilmiş.
neyse. bu da böyle bir trt 2, bucak bucak anadolu ve onun kaybolan el sanatları seansı olsun. dokundukça gözleri dolan bi tuhaf aile olduğumuzu da orda fark ettik ve ben annemin bu kadar çok kumaş çeşidi filan bildiğini yeni öğrendim.
tükandaki hanfendi "kendimize çok ayıp ediyoruz, başka bir şey değil" demişti. aynen öyle.
4 Ağustos 2008 Pazartesi
taze badem
burda hiç girmediğim konular var (tam biir, ikiii, üüüçç taneee), oysa bir tanesi hakkında şu ara saatlerce, metrelerce, kilolarca konuşabilirim. mutluyum blog, o kaa diim ben sağa. çok hem de. söylemeyecek kadar. yazıyorum anca kuytulara.
bundan başka: iş ilanları görüyorum. başvuruyorum arada, bi tanesi beni mülakata bile çağırmadı, küstüm. oysa mülakatta yüzüme gülerek "kızııaaam şaka mısııaaan" bile deseler olurdu. insan bi yalandan çağırır. hem sebebini de bilmiyorum. "iyisin hoşsun ama bana boşsun" filan dediler galiba. neyse, egomuzu tozlu raflara tıkalı oluyo bayaa. hem bu iş ankaradaydı, üzüldük mü, nayır. bir tanesinin de başvuru tarihinin yarın dolduğunu, eski yöntem, zarflı postalı diploma fotokopili filan başvuru istediklerini az önce gördüm. güneş batarken bir tepenin ardından, teletabiler el mi sallıyodu neydi, öyle bi his. o da ankarada, haliyle gülümsenebilir. neyse, bu vesileyle itiraf ediyorum, yapacağım işte kullanılan dil ingilizce olursa galiba daha rahat ederim ben. yani araştırma işinde filan diyorum, kendi aramızda sohbet değil. Daha hakimim, evet; maalesef de denebilir ama böyle bu. Bir de özellikle son iş deneyimimden sonra uzun cümlelere tahammül edemez oldum. bölüp anlatın ey akademisyenler, araştırmacılar. 6 satırlık cümle olmaz. bölün. eylemsi kullanabiliyo olmak sizi daha zeki yapmıyo, sadece karşınızdakini yoruyo ve o raporu okuyan adam zaten sadece "rapor içindeki renkli kutucukları ve sonuç bölümünü" okuyan biri. yaa yaa. kırp. böl. kes. okunabilirlik. kendime de.
kitaplarım bitti. çaresizce bekliyorum.
kitaplarda güzel bi paragraf, cümle vs görünce panik oluyorum. insan kenara not alır, olmadı annem gibi altını çizer filan. bazen oluyo bu da, genelde ilk bulduğum noktaya gözlerimi dikip o kelimeleri düşünüyorum. sanki kayededicem. zorla şiir ezberleyen çocuklar gibi. hatta latin alfabesiyle okunuşunu ezberlettirdikleri arapça dualar gibi. bu esnada bütün duaları sınıfça melodileri sayesinde ezberlediğimizi, şarkı gibi birbirimize tekrar ettirdiğimizi söylemeyi borç bilirim. türkçe mealini ezberletselerdi eğer (ki ezberci eğitime karşıyız filan ama dua dediğin şey, öğrenilmez ki. ezberlenir anca), en azından belki bi şiler hissederdik. mini müezzin gibi kendimizce makam tutturmazdık. ilkokul 4'teki din hocamız "burası pavyon mu" dediğinde bön bön bakmazdık. filan. hani illa olacaksa bari bi şi anlasaydık... fatiha'yı biliyoruz da noldu, tüm dua boyunca tam olarak ne dendiğini bilen kaç kişi var acaba? neyse, herkes ölüsüyle içinden konuşur zaten. lenka yenge gibi. ölülerle en güzel lenka yenge konuşur. neyse konu dağıldı. ne diyodum, işte onun gibi, ezberler gibi oluyorum dışardan. o yazının verdiği hissi kaybetmemek için bi noktaya bakıyorum, tekrar ediyorum kelimeleri, bazen gülümsüyorum... haliyle okuduğum bi kitaptan sonra aklımda bolca duvar, masa, yatak örtüsü vs görüntüler kalıyo. nerden aklıma geldi, jelatinin alıntısı feci halde mavi bir bardak canlandırdı gözümde, ondan.
yarın peştamal alıp, onlardan perde yapmak için bir kez daha kumaş pazarına dalma günü. ankaraya dönmeden önce yalıkavak ve turgutreis pazarlarını da yakalarsam bir bodrum üçlemesini daha sevinçle tamamlamış olacağım. burda ruhum yaşlanıyo ama pek şikayetim yok artık. peştamal avı diye bi şi var (bu cümle burcu için geldi). 5 tanesi 10 ytl olanları parmak ucumuzla elleyip "hmm sentetik buu" demek, tanesi 5 ytl olanlara şüpheyle "dokuma mı bu ne bu hımmm" diye okuma gözlüğümüzün üstünden bakmak filan... okuma gözlüğü yoksa da aynı mimik işe yarıyo. bi de incir mevsimi tabii, ondan gidilmeli.
yalıçiftlik hiç olmadığı kadar güzeldi. insanın içinde bazen çiçekler açıyo.
pinatımbatırım bu cuma memlekete bi süre ara veriyo. kendisi benim kişisel tarihimdir, arşivimdir, beni onun kadar bilecek 1-2 kişi daha vardır anca. günbatımına karşı bir sürü tespitte bulunduk biz, 5 yıllık kalkınma planlarından uzak bi ikili olarak 5 yılın kaç ne olduğunu düşünür gibi filan yaptık anca. hani belli bi sayıdan sonra hepsi çok büyük ya, mesela 300 milyar dolarla 900 milyar dolar arasında fark göremiyoruz ya, onun gibi. 5 de büyük bazen. neyse işte... gidiyo resmen. durumu henüz idrak edemediğimi düşündüğümden ankaraya gelip burcuyla sindirmeyi planlıyorum. aslansın kaplansın git o karların hepsini suya çevir filan demiyorum şimdilik. başka derdim var. siz hiç arşivinizden uzağa düştünüz mü? bencilce ama öyle işte... biz hiç bu kadar uzaklaşmadık, ist-ank arası mekansal geçişmeler dışında.
eylül ayı geldiğinde şu rehavet-atalet halimden eser kalmamış olsun nolur.
bunun için ilk hamle benden. söz.
bundan başka: iş ilanları görüyorum. başvuruyorum arada, bi tanesi beni mülakata bile çağırmadı, küstüm. oysa mülakatta yüzüme gülerek "kızııaaam şaka mısııaaan" bile deseler olurdu. insan bi yalandan çağırır. hem sebebini de bilmiyorum. "iyisin hoşsun ama bana boşsun" filan dediler galiba. neyse, egomuzu tozlu raflara tıkalı oluyo bayaa. hem bu iş ankaradaydı, üzüldük mü, nayır. bir tanesinin de başvuru tarihinin yarın dolduğunu, eski yöntem, zarflı postalı diploma fotokopili filan başvuru istediklerini az önce gördüm. güneş batarken bir tepenin ardından, teletabiler el mi sallıyodu neydi, öyle bi his. o da ankarada, haliyle gülümsenebilir. neyse, bu vesileyle itiraf ediyorum, yapacağım işte kullanılan dil ingilizce olursa galiba daha rahat ederim ben. yani araştırma işinde filan diyorum, kendi aramızda sohbet değil. Daha hakimim, evet; maalesef de denebilir ama böyle bu. Bir de özellikle son iş deneyimimden sonra uzun cümlelere tahammül edemez oldum. bölüp anlatın ey akademisyenler, araştırmacılar. 6 satırlık cümle olmaz. bölün. eylemsi kullanabiliyo olmak sizi daha zeki yapmıyo, sadece karşınızdakini yoruyo ve o raporu okuyan adam zaten sadece "rapor içindeki renkli kutucukları ve sonuç bölümünü" okuyan biri. yaa yaa. kırp. böl. kes. okunabilirlik. kendime de.
kitaplarım bitti. çaresizce bekliyorum.
kitaplarda güzel bi paragraf, cümle vs görünce panik oluyorum. insan kenara not alır, olmadı annem gibi altını çizer filan. bazen oluyo bu da, genelde ilk bulduğum noktaya gözlerimi dikip o kelimeleri düşünüyorum. sanki kayededicem. zorla şiir ezberleyen çocuklar gibi. hatta latin alfabesiyle okunuşunu ezberlettirdikleri arapça dualar gibi. bu esnada bütün duaları sınıfça melodileri sayesinde ezberlediğimizi, şarkı gibi birbirimize tekrar ettirdiğimizi söylemeyi borç bilirim. türkçe mealini ezberletselerdi eğer (ki ezberci eğitime karşıyız filan ama dua dediğin şey, öğrenilmez ki. ezberlenir anca), en azından belki bi şiler hissederdik. mini müezzin gibi kendimizce makam tutturmazdık. ilkokul 4'teki din hocamız "burası pavyon mu" dediğinde bön bön bakmazdık. filan. hani illa olacaksa bari bi şi anlasaydık... fatiha'yı biliyoruz da noldu, tüm dua boyunca tam olarak ne dendiğini bilen kaç kişi var acaba? neyse, herkes ölüsüyle içinden konuşur zaten. lenka yenge gibi. ölülerle en güzel lenka yenge konuşur. neyse konu dağıldı. ne diyodum, işte onun gibi, ezberler gibi oluyorum dışardan. o yazının verdiği hissi kaybetmemek için bi noktaya bakıyorum, tekrar ediyorum kelimeleri, bazen gülümsüyorum... haliyle okuduğum bi kitaptan sonra aklımda bolca duvar, masa, yatak örtüsü vs görüntüler kalıyo. nerden aklıma geldi, jelatinin alıntısı feci halde mavi bir bardak canlandırdı gözümde, ondan.
yarın peştamal alıp, onlardan perde yapmak için bir kez daha kumaş pazarına dalma günü. ankaraya dönmeden önce yalıkavak ve turgutreis pazarlarını da yakalarsam bir bodrum üçlemesini daha sevinçle tamamlamış olacağım. burda ruhum yaşlanıyo ama pek şikayetim yok artık. peştamal avı diye bi şi var (bu cümle burcu için geldi). 5 tanesi 10 ytl olanları parmak ucumuzla elleyip "hmm sentetik buu" demek, tanesi 5 ytl olanlara şüpheyle "dokuma mı bu ne bu hımmm" diye okuma gözlüğümüzün üstünden bakmak filan... okuma gözlüğü yoksa da aynı mimik işe yarıyo. bi de incir mevsimi tabii, ondan gidilmeli.
yalıçiftlik hiç olmadığı kadar güzeldi. insanın içinde bazen çiçekler açıyo.
pinatımbatırım bu cuma memlekete bi süre ara veriyo. kendisi benim kişisel tarihimdir, arşivimdir, beni onun kadar bilecek 1-2 kişi daha vardır anca. günbatımına karşı bir sürü tespitte bulunduk biz, 5 yıllık kalkınma planlarından uzak bi ikili olarak 5 yılın kaç ne olduğunu düşünür gibi filan yaptık anca. hani belli bi sayıdan sonra hepsi çok büyük ya, mesela 300 milyar dolarla 900 milyar dolar arasında fark göremiyoruz ya, onun gibi. 5 de büyük bazen. neyse işte... gidiyo resmen. durumu henüz idrak edemediğimi düşündüğümden ankaraya gelip burcuyla sindirmeyi planlıyorum. aslansın kaplansın git o karların hepsini suya çevir filan demiyorum şimdilik. başka derdim var. siz hiç arşivinizden uzağa düştünüz mü? bencilce ama öyle işte... biz hiç bu kadar uzaklaşmadık, ist-ank arası mekansal geçişmeler dışında.
eylül ayı geldiğinde şu rehavet-atalet halimden eser kalmamış olsun nolur.
bunun için ilk hamle benden. söz.
1 Ağustos 2008 Cuma
irmik helvası
aheste günler. terli terli su içmeyiniz ve iki kapı ağzında oturmayınız. doğru şeyler bunlar, sonra manasız bi boğaz ağrısı başlar; nezle desen değil, öksürük yok, bir sürü iğne batışı... gerek yok. süt için süt içirin bi de, bu da mühim.
dünyadan bihaber yaşantımızı üç bi yandan gelen "akp kapatılmadı haberiniz olsun" duyurusu açıklıyo aslında. gazetelerin ege baskısı bombalama haberini bir gün rötarla duyurdu mesela. parti kapatılması telaşından da uzaktık. biz o sırada annemin cin-tonik seansı için aldığı misket limonlarını buzluktan çıkartıp çözmekle uğraşıyoduk, cin vardı, tonik vardı, yeşil ve ekşi misket limonu vardı, güneş batıyodu, hafif bi meltem vardı, torba denizi o saatlerce en lacivert ürperir hem. dışardan çok bi tü kaka, "ah bu hararetli günlerin dehşetine nasıl da kapılmamış pis tatilci" olarak görünüyosam, hepsi doğru. çakıl taşı olucam dedim, oldum sayılır. az kaldı. hem inanın, "buzdolabında misket limonu var mıdır yok mudur" sorusu, bence "akp kapatılır mı" sorusundan daha çok bilinmezlik, gizem vs içeriyodu.
bolca sait faik okuyorum ve günler sait faikmişim, olabilirmişim gibi geçiyo. ada varmış, sandal varmış, sokaktaki insanlar o kadar hikayeliymiş, etrafta o kadar güzel esmer, beyaz dişli, kıvrımlı kadınlar ve rum balıkçılar varmış gibi.
turkcell'de esnaf cinliğği bitmiyor. kampuscell tarifesi şöyle bi şi: günde 3 mesajdan sonrası bedava. yani üst sınır 1000, ama insaf, o kadar da değil. ben kampüslü değil 26 yaş altında olduğum için ordayım, hemen atlamayınız. neyse, geçen gün kandilmiş. turkcellden öğrendim. şöyle bi mesaj: "kandil sırasında yaşanan mesaj yoğunluğunu sebebiyle, üç mesajdan sonra bedava kampanyamız bugün saat 17:00'ye kadar sürecektir". yok ya.. bak sen. bayramlarda ne yapıciiiz diye heyecanla bekliyorum. belki bulunduğumuz şehre göre de bi şiler ayarlanabilir, "muğlanın düşman işgalinden kurtuluşu sebebiyle...". saat beşe kadar tıkırr tıkırr işleyen servis ağı, ne oluyosa artık o saatten sonra kitleniyo herhal. yemedik ama yaşlandık, geçiyoruz turkcell.
kitaplara geri dönüyorum. annem çok söylemişti de dinlemek vakit almıştı, hem anneler daima haklıdır, benden size tavsiye, annenizden önce davranırım belki: "dinle küçük adam"ı bulun, okuyun. wilhelm reich kitabı. bunu kendiniz için yapın. kısa öz. hem içinde çizimler var, resimli kitap. ama cidden, okuyun. dinleküçükadamdinleküçükadam.
bundan kelli, bu gece saat iki itibariyle şen, mutlu, ve çakıltaşlığına bi süre ara vermiş biri olucam. sürprizler güzeldir, zor olsalar dahi. hem torba, 12 yıldır bu anı bekliyor, o da haketti. ve alışmak istemediğiniz şeyler varsa hayatta çok sevgili okuyucularım, size bir sır veriyorum: alışmamalısınız. alışmanız gerekmiyor. bi paragraf üstteki kitabı alın okuyun, o sırada bunu düşünün. hiçbi halta alışmanız gerekmiyor, çabalamanız gerekiyor bolca, o kadar. aradaki tercih size ait. bazı şeylere üşenmemek lazım. ama ben derim ki, alışacaksanız illa, sait faikliğe alışın.
dünyadan bihaber yaşantımızı üç bi yandan gelen "akp kapatılmadı haberiniz olsun" duyurusu açıklıyo aslında. gazetelerin ege baskısı bombalama haberini bir gün rötarla duyurdu mesela. parti kapatılması telaşından da uzaktık. biz o sırada annemin cin-tonik seansı için aldığı misket limonlarını buzluktan çıkartıp çözmekle uğraşıyoduk, cin vardı, tonik vardı, yeşil ve ekşi misket limonu vardı, güneş batıyodu, hafif bi meltem vardı, torba denizi o saatlerce en lacivert ürperir hem. dışardan çok bi tü kaka, "ah bu hararetli günlerin dehşetine nasıl da kapılmamış pis tatilci" olarak görünüyosam, hepsi doğru. çakıl taşı olucam dedim, oldum sayılır. az kaldı. hem inanın, "buzdolabında misket limonu var mıdır yok mudur" sorusu, bence "akp kapatılır mı" sorusundan daha çok bilinmezlik, gizem vs içeriyodu.
bolca sait faik okuyorum ve günler sait faikmişim, olabilirmişim gibi geçiyo. ada varmış, sandal varmış, sokaktaki insanlar o kadar hikayeliymiş, etrafta o kadar güzel esmer, beyaz dişli, kıvrımlı kadınlar ve rum balıkçılar varmış gibi.
turkcell'de esnaf cinliğği bitmiyor. kampuscell tarifesi şöyle bi şi: günde 3 mesajdan sonrası bedava. yani üst sınır 1000, ama insaf, o kadar da değil. ben kampüslü değil 26 yaş altında olduğum için ordayım, hemen atlamayınız. neyse, geçen gün kandilmiş. turkcellden öğrendim. şöyle bi mesaj: "kandil sırasında yaşanan mesaj yoğunluğunu sebebiyle, üç mesajdan sonra bedava kampanyamız bugün saat 17:00'ye kadar sürecektir". yok ya.. bak sen. bayramlarda ne yapıciiiz diye heyecanla bekliyorum. belki bulunduğumuz şehre göre de bi şiler ayarlanabilir, "muğlanın düşman işgalinden kurtuluşu sebebiyle...". saat beşe kadar tıkırr tıkırr işleyen servis ağı, ne oluyosa artık o saatten sonra kitleniyo herhal. yemedik ama yaşlandık, geçiyoruz turkcell.
kitaplara geri dönüyorum. annem çok söylemişti de dinlemek vakit almıştı, hem anneler daima haklıdır, benden size tavsiye, annenizden önce davranırım belki: "dinle küçük adam"ı bulun, okuyun. wilhelm reich kitabı. bunu kendiniz için yapın. kısa öz. hem içinde çizimler var, resimli kitap. ama cidden, okuyun. dinleküçükadamdinleküçükadam.
bundan kelli, bu gece saat iki itibariyle şen, mutlu, ve çakıltaşlığına bi süre ara vermiş biri olucam. sürprizler güzeldir, zor olsalar dahi. hem torba, 12 yıldır bu anı bekliyor, o da haketti. ve alışmak istemediğiniz şeyler varsa hayatta çok sevgili okuyucularım, size bir sır veriyorum: alışmamalısınız. alışmanız gerekmiyor. bi paragraf üstteki kitabı alın okuyun, o sırada bunu düşünün. hiçbi halta alışmanız gerekmiyor, çabalamanız gerekiyor bolca, o kadar. aradaki tercih size ait. bazı şeylere üşenmemek lazım. ama ben derim ki, alışacaksanız illa, sait faikliğe alışın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)