25 Şubat 2013 Pazartesi

En büyük kıta olmasının dışında

"In the year of the pig"i nihayet izledikten sonra "hmm Vietnam savaşı? komünist kuzey yandaş güney, amerika yeniliyo, dağ tepe tüm vientam direniyo" düzeyindeki bilgimden utandım. Bizde ülkenin yeni kuşak solcusu bile anca latin amerikayla ilgilendiği için, Asya cehaleti belki de normal; ama eskiden bu işler böyle değilmiş.

Neyse, Fransız İnduçin, Ho Chi Minh, Fransa'nın geri çekilmesi, çekilirken "kuzeyde bi seçim yapılsın, güneyi öyle boşaltalım" koşulu yüzünden yaşanan bölünme; ama aslında tam da bölünmeme, güneydeki Diem yönetimi, Amerikan işgali, Vietnam direnişi ve Minh'in bağımsız Vietnam'ı ilan ederken Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nden yaptığı o güzide alıntı. Bunlar Wikipedia düzeyi bilgiler zaten; ama film olarak izlediğinizde, Vietnam'ın tarihinin tamamının Çin olsun, Japonya olsun direniş olduğunu gördüğünüzde, artık o kadar da mucizevi gelmiyor zaferleri. Olacağı belli bir şeymiş sanki.

 ABD'nin Vietnam'ın tarım arazilerine 10 yıl boyunca yaptığı kimyasal saldırlar ayrı hikaye; toplam 76 milyon litre, jet yakıtı karıştırılmış tarım ilacı. Laos ve Kamboçya da etkileniyor, binlerce insan köylerini boşaltıp Amerikan yönetimindeki şehirlere kaçıyor.  Agent Orange, bu saldırıların en fenası. 400.000 kişi ölüyor, 500.000 bebek sakat doğuyor. Hala etkisi sürüyor. Bilmemek değil merak etmemek ayıp.

Pek de bilmediğimiz diğer şeylerden kısa başlıklar derledim. Bunları okurken,  6 yıllık 2. dünya savaşı sırasında Avrupa genelindeki Holocaust kurbanlarının 6 milyon olduğunu hatırlamak lazım. Sidik yarıştırmak için değil, onu bilirken bunları nasıl olur da bilmeyiz, utanmak için.


Harita da koydum, tembellik etmeyip bakın. Türkçe haritalar biraz düşük çözünürlüklüydü, idare edin artık.
Başlıyoruz. 

- Kamboçya'daki Kızıl Kmer yönetimi. 1975'te başa geçiyorlar. Batı ilmini, kütüphaneleri, dini yasakladıktan sonra 11. yüzyıl modeline dayanan bir tarım toplumu kurmaya kalkıyorlar. Sonuç: o zamanlar 8 milyon olan Kamboçya nüfusunun en az 1 milyonunun idamlar, toplama kampları, hastalık, aşırı çalıştırma vb koşullarda ölmesi. Gerçek sayının 2 milyon olduğu söyleniyor; yani nüfusun dörtte biri! Özellikle Çinliler, Vietnamlılar, Cham müslümanları gibi etnik azınlıklar hedef olmuş.  Hedef derken, nüfusun yarısı veya daha fazlası öldürülmüş. Etnik kökeni Kmer olanlar da sağ çıkmamış gerçi, "entelektüel" olan herkes, doktorundan avukatına herkes öldürülmüş. Bu soykırımın işaretleri toplu mezar olmuş "ölüm tarlaları". Bu manyak Kmer rejimi komşu Vietnam'ın müdahalesiyle sonlanıyor. 2010'da Kızıl Kmer yöneticilerinden birine insanlığa karşı suçları yüzünden ömür boyu hapis cezası veriliyor. Bu kadar.

- Geçenlerde Koray Çalışkan Öldürme Eylemi adlı filmi yazmış, Endonezya'yla ilgili. Ben Endonezyalı arkadaşlarımdan tek bir ismi dinledim hep: Suharto. Suharto ve bir ülkeyi allak bullak eden askeri rejimi. Ülkenin kurucu başkanına karşı darbede 500 bin kişi ölüyor. ABD desteğini alıp giriştikleri piyasa düzeninin sonucu olarak, Endonezya'nın verimli tarım arazilerinde "gıda" namına yetişen bir şey kalmıyor, başta palmiye olmak üzere "cash crop"a yöneliyor ülke. Doğu Timor'daki olayları belki hatırlayan olur; orada da 100 bin kişi katlediliyor. Suharto nihayet 90ların sonunda görevi bırakıyor, elleri kanlı ve kendisi pek gururlu.

- Burma /Myanmar'daki olaylar daha güncel. Kısaca: Ülkede 2011 yılına kadar dünyanın en uç askeri cuntalarından biri vardı. Örneğin Rohingya azınlıklarının hiçbir hakkı yok, vatandaş bile sayılmıyorlar. Devletin gözünde "Bangladeşli Müslüman göçmenler" olarak tanımlandıkları için kimlikleri bile yok. Seyahat edemedikleri gibi mülk de edinemiyorlar ve ikiden fazla çocuk sahibi olamıyorlar. 60 milyonluk ülkede toplam nüfusları 200 bin civarıymış. Bu politikaların devamı olarak ülkeden kovulma bazlı bir etnik temizlik yaşanmış, yarısı komşu ülkelere gönderilmiş. Burma'daki cuntanın "idare yöntemleri"nden biri de sistemli tecavüz ve cinsel kölelikti. Her ne kadar cunta 2011'de resmen sonlansa da tüm bu uygulamalar 2012'de de devam etmiş. Askeri yönetimin askerleri dediğimiz de 40 dolar karşılığında satılan çocuklar. Çocuk askerler konusunda dünyanın en kirli ordularından biri Burma'da. Bir de dünyanın en büyük afyon üretimi yine bu ülkede.
Geçen yıllarda tutuklu muhaliflerden Aung San Suu Kyi serbest bırakılınca ABD ve AB tarafından büyük bir insanlık adımı sayıldı, ekonomik ilişkiler toparladı, Obama görüşmeye gitti ki biliyosunuz, Obama'nın onayı ormanda on kaplan gücünde. Tabii Burma'nın petrol başta olmak üzere yeraltı kaynaklarının bu konuda hiçbir etkisi olmadı, asla. Bu arada inatla Burma diyorum; çünkü böylesine sadist bir cuntanın ülke adını "Myanmar" olarak değiştirme hakkını tanımayan binlerce Burmalı için yapabileceğim ilk şey bu. Malum, her güncellemeyi hayata geçirmek gerekmiyor, biz iphone değiliz.

-Sıkılmak yok, devam ediyoruz. Güney Asya'yla devam. Bangladeş, bugün dünyanın en yoğun nüfusa sahip ülkesi. Ülke  Türkiye'nin yaklaşık 1/5'i kadar; ama nüfus 140 milyon (and counting). İngilizlerin Hindistan'dan çıkmasıyla birlikte Bengal bölgesi ikiye ayrılıyor: Batısı Hindistan'da kalırken, müslüman nüfuslu Doğu Bengal Pakistan'a bağlanıyor.  Yani Pakistan'la sınırları bile yok; ama tamamen din bazlı bir ayrım yapılmış. ABDli bir ordu komutanı Pakistan Ordusu'nun 1971'de Doğu Bengal'de yaptıklarını "Nazilerin Polonya'sına yakın" diye tanımlamış ki aynen öyle. Neyse, 267 günlük cehennemin sonunda, BBC'de 500 bin kişilik bir zaiyattan bahsedilirken Bangladeş bu sayının 3 milyon olduğunu savunuyor ki insan hakları örgütleri de araştırmalarında en az 2,5 milyon diyorlar. Bunun sebebi dönemin Pakistan liderinin "3 milyonunu öldürün, gerisi elimizden yer" demesi. Başkent Dakka'da bi haftada 30 bin kişi öldürülüyor. Ülkede 10 milyon kadar da mülteci var. Direniş sonunda bağımsızlık kazanılıyor.
Peki Pakistan'ın derdi neymiş? Biraz başa saralım. Pakistan'da konuşulan dil Urdu, Doğu Bengal'in dili ise Bangla / Bengali. Pakistan "tek dil, tek millet" politikasını başlatınca büyük ayaklanmalar çıkıyor. Onlarca çatışma sonunda Bangla resmi olarak tanınsa da ülkede bir bağımsızlık dalgası başlıyor. Sonunda 6 maddeli bir otonom yönetim talebi hazırlanıyor (bizim kongre kararları gibi) ve bölge adı Bangla-deş yani "Bangla konuşanların ülkesi" olarak belirleniyor. Bugün ülkenin en önemli resmi günü Bangla dili günü ve dil şehitlerini anıyorlar. Bu olaylarla tetiklenen (ve onlarca başka olaydan beslenen) (Awami League liderliğindeki) milliyetçi dalgayı  bastırmak için de 1971'deki bu etnik temizlik yaşanıyor; entelektüeller, kadınlar, azınlıklar - herkes kurban. Tabii Pakistan'la işbirliği içinde olan gruplar da var ama artık nokta.

- Bu son: Çin. Doğu Çin'in Nanking bölgesi, yıl 1937. Japonya'nın bölgeyi 6 haftalık işgali sırasında yaşanan toplu tecavüz ve cinayetlerde 250-300 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Japonya milliyetçiliğinin temelinde bu olayın kesin reddi yatıyor; çoğunluk çok az kişinin çatışma sırasında öldüğü ve sayının abartıldığı görüşünde. "Nanking Tecavüzü" diye bir terim bile kabul edilmişken ve hem fotoğraf hem de video kanıtları varken bu reddediş biraz komik tabii. 2005'te bazı Japon komutanlar gün içinde "ilk kim kılıçla 100 kişi öldürecek" diye yarıştıklarını itiraf etmiş. Bir konu da şu: japon ordusunda savaş sırasında tecavüz "kanunen" yasak olduğu için, komutanların tavsiyesiyle (!) askerler tecavüz kurbanlarını mutlaka öldürmüş ki iz kalmasın. Savaş esirlerinin de aynı mantıkla öldürülme emri veriliyor. Tecavüz kurbanların yaşı 8 ile 70 arasında değişiyor. Erkeklere karşı da zorla ensest ilişki, zorla nekrofili vb işkenceler var.
Bu olayın enteresan bir yüzü de şu: 2. Dünya Savaşında Japonya'nın müttefiki olan Almanya'dan hem de azılı Nazi bir işadamı, Nanking'de bir "güvenli bölge" kurulmasına liderlik ediyor. Japonya "Çin askeri olmayan yerlere saldırılmayacağız" dediği için, bu sayede on binlerce Çinli kurtuluyor. "Bi güvenli bölge de Almanya'da, Polonya'da kuraydın be adam!" demek istiyor insan.

*
Wikipedia desteğiyle hızlandırılmış Asya tarihi burada biter. Tabii ki sadece bunlarla kısıtlı değil; ama dostum, bu da bi blog. Seçtim de koydum. Maksat merak edin. Belki satır aralarında rahatsız edici derecede tanıdık şeyler görürsünüz hem.

Böyle yani. Artık Çin yeni yılına mı bağlarsınız bilemem, ben bu ara Asya açığımı kapamak istiyorum.

21 Şubat 2013 Perşembe

virgül

Bu sabah. "Berfo Ana hayatını kaybetti". İlk düşünebildiğim şey, "acısını söndüremeden" oldu. acısı öyle kor ateş gibi canlı halde, bedenini ve beynini 33 yıl besleyen, onu 105'ine kadar yaşatan acısı. "Beni toprağa gömmeyin" demiş. Ölürken bile, inatla dimdik durup beklemek için önlem almış resmen: "onu bulmadan, beni gömmeyin".  Gömmeyin ki, görünmez olmasın bekleyişi. oğlunun kayboluşundan sonra çektiği acı da kaybolmasın.

Sabah sabah, cenin pozisyonuna geçip ağlayan bebekler gibi bandista'ya sığındım, benim annem cumartesi. ah cemil ah. "anne bul beni" diyen cemil. bu seferki dinleyişimde o ses cemildi. 33 yıldır annesinin beyninde inleyen sesiyle, "anne bul beni" diyordu. çocuğum yok; ama düşündüm, kardeşim gitse böyle. götürseler. "abla bul beni" dese kafamın içinde. korkunç. düşünmekten anında vazgeçecek kadar, sanki düşünürsem ihtimali olurmuş gibi korkutacak kadar korkunç. hah işte insanlar bunu 33 yıldır yaşıyor. Tahayyül edemeyeceğim kadar derin.

"Oğluna kavuştu" diyenler var, çok normal bir evlat acısı çekmiş gibi. "normal" derken, evlat acısı ağırdır tamam; ama kör kurşun, trafik kazası veya bir hastalık değildi ki yaşanan. Oğlunun kemiklerini dilenen bir anne bıraktılar geriye. İki şey istedi: katillerini ve kemiklerini. "Bakmadığı tek bi yer kalmıştı, orada oğlunu arıyordur şimdi" demiş biri. öyle işte.


12 Eylül davasının iki sanığı, dönemin Genelkurmay Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren (94) ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya (84) yaşları dolayısıyla var olan rahatsızlıkları nedeniyle sanık sandalyesine oturmadı ancak 105 yaşındaki Berfo Ana Kars'tan Ankara'ya geldi. Berfo Ana, 12. Ağır Ceza Mahkemesi önüne ambulansla geldi, dün gün boyunca ambulansta bekledi.

Pişkinlik ne büyük. Bir insan ömrü ne kadar normalde? 80 yıl, 85 yıl? bir tanecik ömrünüzün baharında kaybediliyorsunuz, işkencede mi öldünüz, taş bağlayıp denize mi attılar, belirsiz. yoksunuz. geriye kalan onlarca insanın, ailenin, arkadaşın hayatında da kocaman bir göçük açılıyor. onların hayatı orada duruveriyor işte. Berfo Ana, bir tanecik ömrünü acı çekerek geçirdi. telafisi yok, tazminatı yok. acıdan ömrü uzadı kadının. acısına bir saksı çiçeği gibi özenle baktı; suladı, büyüttü, besledi. Acısı çiçek çiçek açtı, dayanmak için.

Yalnız mı, tek o mu var? Hayır. yüzlerce, binlerce insan yaşadı ve yaşıyor bunları. "ölüm kuyusu" diye bir gerçeklik var Türkiye'de. Geçenlerde bahsettiğim "nostalgia for the light" adlı belgeseli o yüzden, bir kez daha tavsiye edeceğim. dışındakilerin o çembere girmesi, acıyı anlaması zor ya, bari o özenle büyütülen çiçeklerin dikeni batsın elimize, bir şey hissedelim diye. ne bileyim, ucundan bi fikrimiz olsun.

Şilili anneler, "bizi görmek istemiyorlar" demişti o filmde. bakmıyorlar ve görmüyorlar. en çok da etkilemişti beni. Sahi, insanlar geçmişi unutmayı  o kadar istiyor ki "unutturuyorlar" demeye ne hacet. Kimse zorla unutturmuyor ki kuzum? birebir mağdurları dışında herkes unutmaya dünden hazır. Kimse hatırlamak, yüzleşmek, hesaplaşmak istemiyor. dolar üzerinden mark üzerinden, atlarımızı refah dolu bir geleceğe sürmek varken, ne acısı yani, rica ederim? Gezegenin diğer ucundaki insanların bu acıyı bu kadar iyi anlaması; ama burnunun dibindekinin kör olması.

Hakim Süleyman İnce, Berfo Kırbayır salona girdiğinde "Annemiz Türkçe biliyor mu?" diye sordu. Berfo Ana bunun üzerine konuşmaya başladı:
"Kenan Evren sen hiç utanmadın mı benim çocuğumu öldürürken? Evin yıkılsın ocağın sönsün. Sen benim evimi yıktın."
"Elin ayağın titremesin Evren buraya gel!"
Sonra hakime dönerek, "Sen o namussuzu neden buraya getirmedin" dedi.

Sonuna nokta konamayacak kadar bitmemiş bir hikaye bu; şunca acı taptazeyken, ölüm sadece bir virgül.

20 Şubat 2013 Çarşamba

iyi şeyler de oluyor; çünkü iyi insanlar da var.

Hani şu "ilham veren kişi" lafı pek bi klişeleşti, sakız oldu ya, sahiden böyle insanlar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Benim bir adaşım var ki bana hep gerçeküstü gelir. Çok zeki olması, başarıları değil sadece; bir de hep gülen yüzünün olması, iyi niyetle dolu olması. ODTÜ Havacılık Mühendisliği'ni birincilikle bitirip MIT'de oşinografi çalışmaları yapan bir harika insan; kutuplara da gider, karayiplerde dalış da yapar. Yetmez, Türkiye'deki baraj projelerini takip eder, yetmez, kilometreler öteden gönüllü destek verir. Yetmez, imza kampanyaları açar, birçok şeye "hayır!" der. Mızlanmadan, elini taşın altına koyarak. İsyan eder; ama orada kalmaz isyanı - bir şey yapar. Bunları yaparken de gülümser hep.  Çok yakından tanıma şansım olmasa da, birkaç görüşme, aile dostluğu ve haber alma diyelim; ama hani iyi birinin iyi biri olduğunu bilirsiniz ya, fotoğrafında bile bi hare vardır sanki, öyledir işte.

Ali Nesin'in Şirince'deki matematik köyü'nü bilen biliyor. buraya bir kütüphane kurulacakmış, kitap bekliyorlarmış. Tabii SMS'le 5 TL göndermek filan da bir seçenek; ama bu sevgili insan, MIT'de olmasını bir sorumluluk bilmiş, matematik kitabı kampanyası düzenlemeye karar vermiş ve 1 ton kitap toplamış! Öyle basit bir iş değil bu; iki koli yapmış herkes bilir ki o 1 ton kitabı nerede tutacağınız, nasıl tasnif edeceğiniz, nasıl göndereceğiniz filan,  hepsi meseledir. Tabii hayata karşı sorumluluk duygusu olanlar için mesele: yoksa "kitap bulduklarına şükretsinler" demek de mümkün. İşte o "iyi insan haresi" farkı burada kendini gösteriyor. Kitaplar için bir dizin oluşturmak (adını yazmak değil sadece, tek tek fotoğraflayıp tartmak!), 6 ay boyunca kitapları muhafaza edecek yer bulmak, gümrük şirketlerinden nakliyecilere kadar onlarca insanla pazarlık ve görüşme yapmak, okuldan nakliye masrafları için bütçe almak vs vs. sonuç: MIT'nin, dünyanın sayılı teknik üniversitelerinden birinin matematik kitapları şimdi Şirince'de. Kütüphane kurulduktan sonra da raflara dizilecek.

Bu harika insanla tanışmanızı istedim. Size de ilham versin. Her gün onlarca berbat haber okuyup onlarca yüzsüz insanla tanışırken, iyi insanlar da duyulsun. Şikayet etmektense harekete geçme gücünü, işe yarama dürtüsünü size de bulaştırsın. Bir de not: blogu uzun süredir okuyanlar, onun annesiyle de tanışmıştı zamanında. Güzel insanlar böyle işte: karanfil elden ele, kuşaktan kuşağa.

13 Şubat 2013 Çarşamba

guguk zaferi

Ben HES projelerini takipten bıktım. Yani iptal edilen projenin karara rağmen sürdürülmesine artık şaşırmıyorum, başbakan çıkıp aynı şeyi Taksim projesi için söyledi zaten. O da proje, bu da proje. Geberene kadar, varını yoğunu harcayarak çabalıyor insanlar. bir "hukuk zaferi" kazanıyorlar. o gün mutlu uyuyorlar yahu, "yaptım, kurtardım" diye. Takan yok. inşaat devam ediyor, mühürlenmeye bile tenezzül edilmeden. İşte tam o an delirebilir insan, delirmeyip direniyor. beni bıktıran bu.

Yani öyle bir hal düşünün ki insanlar "Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu Meclis gündeminden geri çekilsin" diye kampanya yapıyor. "Kötü adamlar" yapmıyor, hayır. Kampanyayı başlatan kişi Nasuh Mahruki. Sebebi de bu güzel isimli kanunun aslında tam bir rant kapısı olması. Milli Parkların, yaban hayatı koruma alanlarının inşaata açılmasından ibaret bir düzenleme. Bir benzerini "şehir içi sit alanları" düzenlemesinde görmüştük, dönüp dolaşıp "kentsel dönüşüm" denen ucubeliği yaratmıştı. Sonra bi de "afet riski taşıma" düzenlemesi çıktı başımıza. Bak normalde bunun da adı ne güzel, deprem ülkesinde şart. Şöyle küçük bi ayrıntı var tabii; afet riski taşıyorsa eğer, bir yerin sit alanı olmasından kaynaklı koruma kararı kaldırılıyor; çünkü afet beklemez! Tabii bu düzenlemeyi kılıf edip, çoğunluğu 3. ve 4. derece deprem bölgesi olan Ankara'daki şu son şahesere imza atmaları enteresan oldu: "Devlet Mahallesi'ni yıkacaaaz, tükkanlara çevirip turizm hizmetine açacaaaz, hem angara hem ülke kazanacaak".

Neyse, zaten gözünü sevdiğim muktedirler senin benim kelimelerimizi alıp, içini boşaltıp, yepyeni ve rant dolu bir şeyle doldurmaya bayılıyor. Sonra da çıkıp "ne yani? biyoçeşitlilik korunmasın mı?! sen ne biçim çevrecisin? işte bunlar hep terör!" diyebiliyor. "ne yani, depremde ölsün mü canım Ankaralı? kentsel  dönüşmesin mi fakir vatandaşım, hep sen mi yiyeceksin soğanın cücüğünü?" Biz de de gak gak gubarak, "ama ama ama" diyoruz - izah etmekten nefesi kesilen denizli horozları olarak. 

 Bakınız: Kazım Delal, HESlere karşı dava açabilmek için ahırdaki tek ineğini satmıştı. İkinci davanın ücreti olan yaklaşık 4500 TL'yi bulabilmek için zamanında ondan habersiz (adına PTT havalesi göndererek) bir kampanya da başlatıldı, yeterli olmayınca Delal bir bankadan kredi çekmiş. Öyle kolay iş değil yani dava açmak, birey olarak şirketlere kafa tutmanın maddi boyutu büyük. Karısı ve akrabalarıyla birlikte yaptı bunu 67 yaşındaki "Yurttaş Kazım". Nihayetinde, davayı kazandı.  Rize İdare Mahkemesi, Salarha Vadisi üzerinde kurulması planlanan Ambarlık HES Projesinin ÇED olumlu raporunu iptal etti. Haberi okursanız, "emsal niteliğinde" dendiğini göreceksiniz. Oysa "çevreci cephe" ben en son bıraktığımda, açtıkları 36 davanın 35'ini kazanmıştı ve diğeri de devam eden bir davaydı.Yani emsal zaten çok, uygulama sorun. Birilerinin kürsü başında ter ter tepinmesini gerektirecek kadar haklı bu çevreciler: o yüzden de hukuk her aşamada çiğnenerek hem doğal hem bireysel haklar ihlal ediliyor. Bir vatandaşın hukuki yollara başvurarak haklılığını ispat ettiği haklarını gasp edebiliyor özel şirketler. Konu tabii ki sadece HES değil, "doğal kaynak"ın her türü. Madencilik de aynı hikaye.  20 metreyi bulan uzunlukta mahkeme kararını gösteren köylülere rağmen taş ocağı inşaatı devam ediyorsa, kim n'apsın?

Ha nedir, o kanunlar ve bu hukuk ihlallerinin sonucu şu oluyor: Antalya'daki bir milli parkın göbeğine HES kurmayı planlayabiliyor şirketler. N'olacak ki yani, pardon? 32'si endemik, 111 bitki türü varsa n'olacak? Orkidelerin (ki soğanlarının çift sökülmesi yüzünden zaten tehdit altındalar) son yaşam alanıysa ne fark eder? "Kanuna göre yasak" mı diyorsunuz? "hukuka aykırı" mı diyorsunuz? yasama bunun için var. Kanunla hukuku değiştiririz, olur biter. Minareyi çalmaya niyetlendikten sonra, istersen kılıfını kanaviçe ör, ister halı motifli doku, fark etmez.

Sen seni düşünmezsen, kim seni düşünsün? Türkiye, gemi sökümü yapan 6 ülkeden biri, en büyük 4 tesisten biri bizde. Asbest yüklü tankerlerin iskenderun'a gelişini belki hatırlarsınız. Parası bol tabii. Bu öyle bir sektör ki, Bangladeş'te çalışanlarının çoğu 15 yaşın altında, ağır zehirli kimyasallardan hasta olmuş vaziyette, AB ülkelerinin pisliğini temizliyor. Gemi sökümünden çıkan metaller de (ki %100 dönüşüm esas) kendi çelik sektöründe işlenmek üzere gönderiliyor. Ayrıntısını okusanız, UND bandralı şileplerin tamamından nefret edersiniz.


 Benim en net hatırladığım olay: Hollanda'dan Türkiye'ye gönderilen gemi asbest içeriği normalin 100 (veya 1000? olabilir) katı olduğu halde evrakta sahte beyanla yola çıkmıştı, Türkiye kabul etmeyince Hollanda çevre bakanı aceleyle Ankara ziyaretinde bulunmuş ve dolaylı rüşvet teklif etmişti. Kabul etmedik, o ayrı. Sanırım o gemi daha sonra Fas'a mı ne gönderildi. Zaten daha önce benzer evrak sahteciliğiyle Fas'a gönderdikleri ve "çıkan hafriyatı baraj yapımında kullanabilirsiniz! işte size etinden sütünden faydalanma önerisi!" dedikleri ortaya çıkmıştı. Bunları tek tek hatırlıyor olmak beynimi yoruyor. Konuyu uzatmayayım:

Şimdi AB'de yeni bir düzenleme önerisi var. Artık evrakta sahtecilikle kendimizi yormayalım: toksik atıklı gemilerin sökümü serbest olsun! Neden mi? e canım, bu sektör yoksul ülkelerde istihdam yaratıyor! yaa yaa, öyle mühim. İşsizlik diye ağlaşan zengin ülkeler nedense bunu kendi ülkelerine çekmeyecek ve o istihdamı kendi ülkelerinde yaratmayacak kadar da bonkörler ve biz pis fakirler kıymet bilmiyoruz! Aklıselim hukuk insanları var da "şey yalnız, öyle olmaz o iş" filan diye itiraz etmişler, bakalım. Türkiye gündemine girer mi, yoksa önce başbakanın hangi diziye laf ettiğini mi takip etmek icap eder, bilmiyorum. Suni gündemler gaz bulutu gibi çöküyor her yere.


Bulutsuz günler dilerim efendim. Dağıtın bulutları.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker