Neden wikipedia'ya güvenmemeliyiz?
Veya şöyle sorayım: neden vikipedi'ye güvenmemeliyiz?
Tamam, bunu zaten biliyoruz. Tamam, şaşırmamalıyız. Günaydın, evet.
Yine de işte, iklim değişikliği sayfasına baktım. Türkçesine baktım özellikle ki utanayım.
"Küresel ısınma: Küresel ısınma kimyasal etkilidir. Canlıların solunum ve boşaltım yaptıktan ve çeşitli aktiviteleirnden sonra çıkan sera gazları ile gerçekleşir. İnsanların yaptığı fabrika gibi çeşitli etkenler de kirlenmeye neden olur."
İlkokul 2'ye gidiyoruz ve öğretmenimiz ödev verdi. O yüzden bu kadar bi açıklama yeterli. "İnsanların yaptığı fabrika gibi çeşitli etkenler", I love you. Etken ve etmen kelimelerinin israfı yasaklansa keşke.
"Etkileri: Küresel Isınma, atmosferdeki
ısının orada kalmasını sağlayarak iklimlerin normalin üzerinde sıcak
olmasını sağlar. Bu sayede örneğin kış mevsimi her zamankinden sıcak
olabilir ya da yaz mevsimi çok sıcak olabilir."
İşte bu efendim, bu külliyen yalan! küresel ısınmanın etkisi iklimlerin sıcak olması filan demek değildir! Küresel ısınmanın etkisi de değil, sonucu "iklim değişikliği"dir. Sıcak okyanus akıntıları sayesinde azıcık poposu ısınan İngilizler ve Hollandalılar gayet iyi bilir ki küresel ısınmanın onlar için sonucu resmen buz çağı olacaktır; çünkü o sıcak akıntılar kesilecek. Hani sevgili Gulf Stream var ya, ondan bahsediyorum. Aralıksız yağmur, aşırı soğuk geçen yazlar filan - bu taraflarda küresel ısınma buna denk. Üstelik öyle akıntı kesildikten sonra yüzyıllar değil, birkaç ay içinde olacak. Bunu da fal bakarak değil, araştırmayla buluyor insanoğlu. yaşasın jeoloji. Ay çok tembelseniz filmi var bunun, "the day after tomorrow". Orada da donmanın tabandan başlaması gibi fiziksel mucizeler oluyor; ama sonuçta film, anafikir alsanız yeter.
E tabii soğuk su akıntılarıyla "serinleyen" diyarların bu akıntılar kesilince yaşayacağı şey de kavrulma. Kışlar sıcak, yazlar çok sıcak. Ne kolaymış ya.
*
Lise 1'deki coğrafya hocam, kulakları çınlasın, hafif deli biriydi. Ağzı bozuktu bi kere, hiç sevmezdik. Ünlü vecizeleri arasında "Siz bu tembellikle Atatürk'ün boku bile olamazsınız!" vardır mesela. Sınav soruları ahret sualleri gibiydi. Gözümüz kapalı harita filan çizmemiz, doğal kaynakları tam yerinde işaretlememiz gerekirdi. Bu da değil, tarifi zor. Camdan dışarı baktırıp bulut çeşidi filan sorardı, her an her şeyi tazecik bileceksin! Yine de hakkını vereyim, kafamıza vura vura öğretti her şeyi. O yıl hiçbir derse çalışmadığım kadar coğrafya çalıştım. "Otobüs camından gördüğünüz dağı, dereyi merak edin!" derdi hep. Coğrafyanın ders kitabı değil, gezegenin ta kendisi olduğunu idrak ettiysem, emeği var. O dağı tepeyi merak etmeden, yediğin meyvenin de, yüzdüğün denizin de pek anlamı olmadığını öğretti. Harita cehaleti sadece ülke sınırları bilmekle giderilmiyor, gerçi fena bi başlangıç sayılmaz.
İşte böyle vikipedi zımbırtılarına sinirleniyorsam, gözümün önüne Ahmet Hoca geldiği için. Sinirlenince sesini uysal bi kedi gibi yumuşatırdı. Bunu okusa yine öyle olurdu herhalde. Biz onu sevmezdik ya, o bizi severdi bak. Sevmese bu kadar uğraşmazdı zaten. Kışlar sıcak, yazlar çok sıcak filan der, geçerdi.
28 Kasım 2012 Çarşamba
26 Kasım 2012 Pazartesi
işim gücüm
nihayet: ben de bir gönüllüyüm. çok yeni, tazecik. önümde Uganda
haritası, dersimi çalıştım. tabii kırtasiyeden yeni çıkmış ilkokul 2
çocuğu gibi olmam bambaşka bir konu. ilkokul 1 olsam, okul, ders nedir
bilmem, kırtasiye hevesim zaten olmaz; ama 2. sınıfa geçmiş bir abla
olarak, 36lı boya seti olsun, kalem arkası süsü olsun, benden soruluyordu.
ekipmanı kuşandım, çarpım tablosudur, güzel yazıdır, örtmenin bi an
önce konuya girmesini bekledim. "Yavaş yavaş
başlarız" filan dediler, ben de sabırsızlıktan, yeni kalemimi yeni
kalemtraşımla açarak vakit geçirdim. Neyse, başladılar. Bir anda başlandı. bakalım bakalım. Çok yeni bir organizasyonun henüz ilk aşaması bile başlayamamış ilk kampanyası: hepimiz amatörüz. Genel olarak bir "burun kıvırma" halim var her şeye, huyum kurusun. Burnumu düzeltip işlere bakıyorum. Londra gri ve soğukken yapılacak en iyi şey evden çalışmak işte.
*
Bu arada, Pınar Selek davası tarihin en absürd davası olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 15 yıldır sürekli diken üstünde yaşamasını, bu sırada her kurbandan beklendiği gibi "aklıselim ve dirayetli" olmasını, annesini kaybetmesini, kardeşinin hukuk okuyup avukat çıkmasını, avukatlarından biri olan babasının çile dolduran derviş gibi sabırla nefes alıp vermesini geçiyorum. Geçiyorum; çünkü bunlardan bahsettiğiniz zaman niyeyse "fazla insani" oluyor, şu üç günlük dünyada insanca yaşamak bize fazla olduğu için. Bu konudan bahsederken, pınarselek diye bir makineden bahsediyormuş gibi yapmalıyız, niyeyse. yapalım o zaman. peki. çok acırsak "kadıncağız" deriz, bir de kadınlığının zavallı halini belirtmiş oluruz, sanki 15 yıldır dimdik duran bir akademisyen olması o -cağız ekini paramparça etmiyormuş gibi.
Neyse. Bu dava, tüm bu saçmalıklarla sürüyor; çünkü genel görüş "elbet vardır bi sebebi"ciler ile, "ama o da kürtleri yazdı, aposever"ciler arasında gidip geliyor. "ama'lamak" tabir ettiğim bu alışkanlığı hayatın her alanına uygulayabilirsiniz. Ama'yı bastığınız an, sizin hangi cüretle "hak etti işte!" dediğinizi bile sorgulamaz insanlar, defansa başlarlar. "Ama" geldiği zaman, öncesi kaybolur. "tamam 15 yıldır hukuksuz bir şekilde, üstelik tam 3 kez beraat ettiği halde ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor olabilir; AMA o da kürt dedi!".
Mesela başbakan çok güzel yapıyor bunu, tam bir "ama" uzmanı. İşi gücü bırakıp o "ama"dan sonra gelen kısımları açıklama / temizleme / izah etme döngüsüne giriyorsunuz, böylece "ama" görevini yapmış oluyor: anlamsızlaştırma. Bir örneğini "roboski diyorsunuz ama kürtaj da cinayettir" cümlesinde gördük. "ama"dan sonra gelen kısım öyle dehşetengizdi ki cümlenin başını unutturdu, aklımız almadı bu cüreti. aklımız iki alakasız konunun tek bağlaçla bağlanabilmesini de almadı. aklımız ne masum, di mi? Oturup anlatıyoruz, "yani bombacı mı? yani suçsuz olduğu halde hapis mi yatsın?". Ben size özetini söyleyeyim: ben bu satırları yazarken "bilgisayarından Ece Temelkuran fotoğrafı çıkması" diye yeni bir kanıt türü gösterdi mahkemeler. Hadi buna da açıklama yapalım, güzel ve masum aklımızla!
Ben Pınar Selek davasını takip etmeye çalışıyorum. Bu dava olmasaydı da başka davalarını, yazdıkları için açılanları takip ederdim; çünkü elbet kalemine kasıtları olacaktı. Aklıma anlı şanlı üniversiteme konuşmacı olarak çağırmak istediğimizde "yani işte... ŞAİBELİ BİR İSİM" diyen rektörler, dekanlar geliyor. Gerginlik çıkmasıncı tatlı su lüferleri. onlara inat, şaibeye inat, tüm inadımla takip ediyorum.
Ah işte, şaibe. ne güzel şey. good old çamur at, izi kalsın. 29 yaşında, gencecik bir kadın, Nazlıgül, "ahlaksızlık ve disiplinsizlik" suçlamasıyla, onlarca manasız soru sorularak; ama tek bir kanıt gösterilmeden ordudan ihraç edildi ve ertesi gün intihar etti. ŞAİBELİydi çünkü. Şaibesi de neşesinden geliyordu, makyaj da yaparmış ve inanmazsınız, milli güvenlik dersine gittiğinde sivil öğretmenlerle konuşmuş! Makina Nazlı, insani temaslarda bulunmuş. Güleryüzünden rahatsız olmuşlar işte, özgüveninden. Bu sadece askerlikle, militarizmle açıklanacak bir şey değil; çünkü ordunun Nazlıgül'e sorduğu manasız sorular listesini ortalama bir erkek zaten her gün soruyor karısına. Ben daha ekleme de yapabilirim listeye isterlerse.
Makine olmalısın. İnsan olamazsın. Kadın hiç olamazsın. Ben erkek olurum. En güçlü makine benim. Erkek olamayan erkekler ibnedir ki onlar da insan değil, makine bile değil. Makinelerin özgüveni yoktur. makinelere komut girersin, yerine getirirler. Makineler iyi, bana kendimi güçlü hissettiriyorlar (Ben bu satırları yazarken ordu eşcinselliği en ağır suçlar listesine dahil etmişti ve ucunda ihraç vardı).
Kimse de çıkıp, Pınar'ın veya Nazlıgül'ün bu şaibe altında bırakılmasındaki ahlaksızlığı sorgulamıyor. Bu cüret, bu haddini bilmezlik, resmen her türlü sorgudan muaf. Onlar debelenerek kendilerini izah etmeli, açıklamalı, boktan bi şikayetleri varsa bi zahmet kendilerini aklamalılar. Boka tapanlar bokun niye orada olduğunu düşünmek zorunda değil, rica ederim. Ha burada iki kadından bahsettiysem, gündemde oldukları için. Yoksa bundan muzdarip erkek sayısı da, hepimizin bildiği üzere, ziyadesiyle fazla.
*
bundan başka: ay başından beri şehir yılbaşı havasında. ekonomiyi canlandırsın diye bel bağlanan tatil zamanlarının en kıymetlisi. ışıl ışıl, şıkır şıkır. Bir de hiçbir ağaçta yaprak kalmasa da, atkılar bereler kat kat giyinsek de bazı ağaçlar inatla çiçeklenebiliyor.
*
Bu arada, Pınar Selek davası tarihin en absürd davası olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 15 yıldır sürekli diken üstünde yaşamasını, bu sırada her kurbandan beklendiği gibi "aklıselim ve dirayetli" olmasını, annesini kaybetmesini, kardeşinin hukuk okuyup avukat çıkmasını, avukatlarından biri olan babasının çile dolduran derviş gibi sabırla nefes alıp vermesini geçiyorum. Geçiyorum; çünkü bunlardan bahsettiğiniz zaman niyeyse "fazla insani" oluyor, şu üç günlük dünyada insanca yaşamak bize fazla olduğu için. Bu konudan bahsederken, pınarselek diye bir makineden bahsediyormuş gibi yapmalıyız, niyeyse. yapalım o zaman. peki. çok acırsak "kadıncağız" deriz, bir de kadınlığının zavallı halini belirtmiş oluruz, sanki 15 yıldır dimdik duran bir akademisyen olması o -cağız ekini paramparça etmiyormuş gibi.
Neyse. Bu dava, tüm bu saçmalıklarla sürüyor; çünkü genel görüş "elbet vardır bi sebebi"ciler ile, "ama o da kürtleri yazdı, aposever"ciler arasında gidip geliyor. "ama'lamak" tabir ettiğim bu alışkanlığı hayatın her alanına uygulayabilirsiniz. Ama'yı bastığınız an, sizin hangi cüretle "hak etti işte!" dediğinizi bile sorgulamaz insanlar, defansa başlarlar. "Ama" geldiği zaman, öncesi kaybolur. "tamam 15 yıldır hukuksuz bir şekilde, üstelik tam 3 kez beraat ettiği halde ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor olabilir; AMA o da kürt dedi!".
Mesela başbakan çok güzel yapıyor bunu, tam bir "ama" uzmanı. İşi gücü bırakıp o "ama"dan sonra gelen kısımları açıklama / temizleme / izah etme döngüsüne giriyorsunuz, böylece "ama" görevini yapmış oluyor: anlamsızlaştırma. Bir örneğini "roboski diyorsunuz ama kürtaj da cinayettir" cümlesinde gördük. "ama"dan sonra gelen kısım öyle dehşetengizdi ki cümlenin başını unutturdu, aklımız almadı bu cüreti. aklımız iki alakasız konunun tek bağlaçla bağlanabilmesini de almadı. aklımız ne masum, di mi? Oturup anlatıyoruz, "yani bombacı mı? yani suçsuz olduğu halde hapis mi yatsın?". Ben size özetini söyleyeyim: ben bu satırları yazarken "bilgisayarından Ece Temelkuran fotoğrafı çıkması" diye yeni bir kanıt türü gösterdi mahkemeler. Hadi buna da açıklama yapalım, güzel ve masum aklımızla!
Ben Pınar Selek davasını takip etmeye çalışıyorum. Bu dava olmasaydı da başka davalarını, yazdıkları için açılanları takip ederdim; çünkü elbet kalemine kasıtları olacaktı. Aklıma anlı şanlı üniversiteme konuşmacı olarak çağırmak istediğimizde "yani işte... ŞAİBELİ BİR İSİM" diyen rektörler, dekanlar geliyor. Gerginlik çıkmasıncı tatlı su lüferleri. onlara inat, şaibeye inat, tüm inadımla takip ediyorum.
Ah işte, şaibe. ne güzel şey. good old çamur at, izi kalsın. 29 yaşında, gencecik bir kadın, Nazlıgül, "ahlaksızlık ve disiplinsizlik" suçlamasıyla, onlarca manasız soru sorularak; ama tek bir kanıt gösterilmeden ordudan ihraç edildi ve ertesi gün intihar etti. ŞAİBELİydi çünkü. Şaibesi de neşesinden geliyordu, makyaj da yaparmış ve inanmazsınız, milli güvenlik dersine gittiğinde sivil öğretmenlerle konuşmuş! Makina Nazlı, insani temaslarda bulunmuş. Güleryüzünden rahatsız olmuşlar işte, özgüveninden. Bu sadece askerlikle, militarizmle açıklanacak bir şey değil; çünkü ordunun Nazlıgül'e sorduğu manasız sorular listesini ortalama bir erkek zaten her gün soruyor karısına. Ben daha ekleme de yapabilirim listeye isterlerse.
Makine olmalısın. İnsan olamazsın. Kadın hiç olamazsın. Ben erkek olurum. En güçlü makine benim. Erkek olamayan erkekler ibnedir ki onlar da insan değil, makine bile değil. Makinelerin özgüveni yoktur. makinelere komut girersin, yerine getirirler. Makineler iyi, bana kendimi güçlü hissettiriyorlar (Ben bu satırları yazarken ordu eşcinselliği en ağır suçlar listesine dahil etmişti ve ucunda ihraç vardı).
Kimse de çıkıp, Pınar'ın veya Nazlıgül'ün bu şaibe altında bırakılmasındaki ahlaksızlığı sorgulamıyor. Bu cüret, bu haddini bilmezlik, resmen her türlü sorgudan muaf. Onlar debelenerek kendilerini izah etmeli, açıklamalı, boktan bi şikayetleri varsa bi zahmet kendilerini aklamalılar. Boka tapanlar bokun niye orada olduğunu düşünmek zorunda değil, rica ederim. Ha burada iki kadından bahsettiysem, gündemde oldukları için. Yoksa bundan muzdarip erkek sayısı da, hepimizin bildiği üzere, ziyadesiyle fazla.
*
bundan başka: ay başından beri şehir yılbaşı havasında. ekonomiyi canlandırsın diye bel bağlanan tatil zamanlarının en kıymetlisi. ışıl ışıl, şıkır şıkır. Bir de hiçbir ağaçta yaprak kalmasa da, atkılar bereler kat kat giyinsek de bazı ağaçlar inatla çiçeklenebiliyor.
12 Kasım 2012 Pazartesi
pokal
doğumgünü kutlamalarımı nihayet bitirdim. önce bir dim sum gecesi yaptık, hatta yan masada da doğumgünü kutlayan türk bir abla-kardeş vardı. "'asya mutfağı sevmem' diyenden kork" misali, hunharca yedim. cuma da cabaret'yi izledik. müzik ve dans güzeldi, mekanımız olan Savoy Tiyatrosu güzeldi. belki birkaç karakter daha iyi olabilirdi; ama "bir liza minelli değil" gerçeği bu.
hediye paketimden, kitapçı turlarında elimi atıp bıraktığım, merak ettiğim kitaplar çıktı. hediyenin inceliklisi daha güzel, dinlendiğinizi bilmek. cumartesi günü arkadaşlarla kutlama yaptık ve tazecik bir espresso setimiz oldu. bir de ben bundan sonra sadece bellini içerim, bellini güzel, bellini hafif.
bir de kinfolk çıktı paketimden - merak ettiğim kinfolk (manifestolu dergileri severiz). itiraf edeyim, aslında biraz abartıldığını düşündüğüm bir "fenomen"di kendisi benim için. hani şu "minimalist instagram kadınları"nın tamamında olan hipster köpek resmi, + desenli battaniye, çocuk odasındaki elma- armut resmi, siyah-beyaz washi tape filan gibi bir şeydi biraz: yetişkinlerin içindeki liseliyi tatmin eden "must-have", bir gruba aidiyet alameti. bir takım "farklı olacağız diye aynı"lıklar: siyah-gri-beyaz, bi çılgınlık yaparsak bakır. o yüzden şüpheyle karışık bir meraktı.
neyse, erteleyip duruyordum ya, aslında ne garip, çok da doğru bir zamanda karşıma çıktı. "eve misafir çağırma" konusunda istekli; ama bir şekilde "teknik aksaklık"lara takılıp erteleyen bir çiftiz. hayır, aslında ben bu konuda galiba biraz fazla hassasım; her şey tam olsun derken hiçbir şeyin olmadığı hallerdeyim. bir de galiba, iki kişilik hayatı seviyorum; çok kalabalıklara gelemiyorum. tekil misafirlerimiz oldu; ama şöyle küçük; ama etkili bir "house warming" dahi yapmış değiliz. biraz benim yüzümden, biraz da bitmeyen tesisatçı ziyaretlerinden, ertelenip durdu.
kinfolk, neredeyse tam bir "resimli kitap" olmasına rağmen, az öz kelimeleriyle midir nedir, beni çok havaya soktu. iade-i itibarla söylüyorum: evet, güzel dergi. "neyi bekliyosun be kadın?" dedi, iyi geldi. zaten bu saatten sonra dergilerde edilmemiş söz, çekilmemiş fotoğraf yok gibi, dolayısıyla o konuda bir iddiası olmasındansa, bana bir "hava" vaadinde bulunması daha anlamlı geliyor. neyse, 3 ayda bir çıkması bile kendi içinde bir citta slow havası, bir tutarlılık. bi yerde ‘rustic wooden table-ism’ tanımlamasını okumuştum, hah işte, tam da ondan. wooden table kısmı hazır. rustic için de londra'nın en uygun semtlerinden birindeyiz, deneriz. havalara girmelers.
bu vesileyle: beni mutlu eden bazı eşyalar var. bunlardan biri de ikea'da filan da satılan, ucuzun ucuzu ufak su bardakları (pokal'mış modeli). Daha önce lafını etmiş de olabilirim, benim en güzel anılarım bir şekilde bu bardaklarla çakıştı hep, londra'da da böyle. yorgunlukla oturulan kafedeki kahve, kuyruk beklenerek girilen italyan restoranındaki şarap, hep bu iddiasız; ama samimi su bardaklarındaydı. sorsanız hangi tarih, hangi gün olduğunu, hatta yanımda kim olduğunu bile hatırlamam belki; ama o hissi hatırlarım. ne bileyim, seferîyken defterinizi çıkarıp iki satır yazma isteği veren anlar vardır ya, onlar işte.
bu bardak varsa, orası sevilen bir yerdir; maaşınızı bayılmadan lezzetli şeyler yersiniz, öğrenciler bir köşede ders notu okur, gürültülü veya sessiz; herkes kendi alemindedir, yerde emekleyen bebeklerin üzerinden atlayarak servise devam eden sevimli garsonlar vardır. bu bardak, ara sokakların gizli kalmış cevherini, sahibi her zaman güleryüzlü olan hazineleri gösteren pusuladır. daha da abartabilirim, isterseniz.
Herhalde bu yüzden, bu bardaklar bana her an hareketli, bir şey kırılsa da önemli olmayan, canlı, hayat dolu mutfakları hatırlatıyor; nasıl bir mutfak istediğimi. "Müze değil, hayat". Ne bileyim, English Home sayfalarına, o hep çiçekli, hep ince desenli, hep pastel ve hep anaç mutfaklara bakmak başka bir şey, her saniye o fotoğraftaki müze hali yaşamaya çalışmanın (bence) yorgunluğu başka bir şey. Fotoğrafını beğensem de beni geriyor, öyle uzak. Ben o rustic wooden table'ı, az öz iskandinav havasını daha çok seviyorum. Yemek yemek kadar canlı, gıda kadar hayatla ilgili bir mutfak istiyorum. kendi 6'lımızı aldığımızda, saçma bi sırıtışla rafa yerleştirmem belki de bundan, bardaklara yüklediğim anlamdan. özenli ve düzenli mutfaklardan çok, herkesin her şeyin yerini bildiği, kuralların pek olmadığı mutfakların bardağı sanki.
neyse, kısaca "kinfolk bardağı" diyebilirim artık, onca anlamı kapsamak için aradığım sıfatı bir dergide buldum (ki sahiden öyleymiş). bu sıfatı buldum ya, sanki bardakların hakkını verme zamanı geldi. sonuçta sonbahar, çorbaların, sıcak şarap denemelerinin, peynir tabaklarının, kuru meyvelerin mevsimi. londra yağmurlu havaların, evde toplaşmaların, kolay ulaşımın ve arkadaşları, aileyi özleyerek geçen günlerde yeni arkadaşlar edinmenin şehri.
*
kaktüsçüklerim, daha doğrusu bir zaman türkiye'de deli gibi aradığım ve burada bulduğum air plant'lerim kaç zamandır saksı bekliyordu. bonzai saksılarına yerleştirdim, hatta komşu duvarlardan topladığım yosunlarla da dibini bezedim filan. tabii az su isteyen kaktüsle bol su isteyen yosuna birlikte bakmak çin işkencesi oldu. yosunlar gidici; ama kaktüsler sağlam. bir ara terrarium girişimim de olacak; ama malzeme topluyorum şu an. bir de yılbaşı konusunda hiç olmadığım kadar hevesliyim, etrafın beyaz-yeşil- kırmızı halinden de olabilir tabii. ağaç filan süsleyecek değilim, zaten evde yer yok; ama bakalım, bir şeyler düşüneceğim.
dün uzunca bir yürüyüş sonrası olimpiyat köyüne gidelim dedik. green way denen ana yürüyüş yolu kapalıydı, biz de etrafı dolaştık. aslında o bölge sanayi bölgesi, bolca depo var; ama bu depoların bir kısmı, en azından fish island üzerindekiler ağırlıklı olarak atölyeye çevrilmiş. kocaman bir hangarın bir kısmı cafe, bir kısmı sergi salonu bir kısmı da kiralık, özel stüdyolar. biraz ilerisinde de ingiltere'nin en eski somon işleme fabrikası var; ama koku sorunu yok gibi görünüyor; çünkü restoranı filan da var. kanal boyunca dizi dizi yerler. manzaraları pek matah değil aslında, dev bir stadyum işte. yine de güzel müzik, bir fincan çay, geniş pencereler ve sonbahar insanı mutlu etmeye yetiyor.
*
62. gün bugün. bir devletin, bizzat aynı devletin hem "size trt şeş açtık ya!" deyip hem de mahkemede "bilinmeyen bir dilde konuşuldu" kaydı tuttuğu günlerin devamı. bu bile yeterken, tutup "tadında bırakın" diyor adam. açlık grevindeki insanlara tat alma duyusu üzerinden seslenmesi bile benim canımı yakıyor, anlatsam anlamaz.
hediye paketimden, kitapçı turlarında elimi atıp bıraktığım, merak ettiğim kitaplar çıktı. hediyenin inceliklisi daha güzel, dinlendiğinizi bilmek. cumartesi günü arkadaşlarla kutlama yaptık ve tazecik bir espresso setimiz oldu. bir de ben bundan sonra sadece bellini içerim, bellini güzel, bellini hafif.
bir de kinfolk çıktı paketimden - merak ettiğim kinfolk (manifestolu dergileri severiz). itiraf edeyim, aslında biraz abartıldığını düşündüğüm bir "fenomen"di kendisi benim için. hani şu "minimalist instagram kadınları"nın tamamında olan hipster köpek resmi, + desenli battaniye, çocuk odasındaki elma- armut resmi, siyah-beyaz washi tape filan gibi bir şeydi biraz: yetişkinlerin içindeki liseliyi tatmin eden "must-have", bir gruba aidiyet alameti. bir takım "farklı olacağız diye aynı"lıklar: siyah-gri-beyaz, bi çılgınlık yaparsak bakır. o yüzden şüpheyle karışık bir meraktı.
neyse, erteleyip duruyordum ya, aslında ne garip, çok da doğru bir zamanda karşıma çıktı. "eve misafir çağırma" konusunda istekli; ama bir şekilde "teknik aksaklık"lara takılıp erteleyen bir çiftiz. hayır, aslında ben bu konuda galiba biraz fazla hassasım; her şey tam olsun derken hiçbir şeyin olmadığı hallerdeyim. bir de galiba, iki kişilik hayatı seviyorum; çok kalabalıklara gelemiyorum. tekil misafirlerimiz oldu; ama şöyle küçük; ama etkili bir "house warming" dahi yapmış değiliz. biraz benim yüzümden, biraz da bitmeyen tesisatçı ziyaretlerinden, ertelenip durdu.
kinfolk, neredeyse tam bir "resimli kitap" olmasına rağmen, az öz kelimeleriyle midir nedir, beni çok havaya soktu. iade-i itibarla söylüyorum: evet, güzel dergi. "neyi bekliyosun be kadın?" dedi, iyi geldi. zaten bu saatten sonra dergilerde edilmemiş söz, çekilmemiş fotoğraf yok gibi, dolayısıyla o konuda bir iddiası olmasındansa, bana bir "hava" vaadinde bulunması daha anlamlı geliyor. neyse, 3 ayda bir çıkması bile kendi içinde bir citta slow havası, bir tutarlılık. bi yerde ‘rustic wooden table-ism’ tanımlamasını okumuştum, hah işte, tam da ondan. wooden table kısmı hazır. rustic için de londra'nın en uygun semtlerinden birindeyiz, deneriz. havalara girmelers.
bu vesileyle: beni mutlu eden bazı eşyalar var. bunlardan biri de ikea'da filan da satılan, ucuzun ucuzu ufak su bardakları (pokal'mış modeli). Daha önce lafını etmiş de olabilirim, benim en güzel anılarım bir şekilde bu bardaklarla çakıştı hep, londra'da da böyle. yorgunlukla oturulan kafedeki kahve, kuyruk beklenerek girilen italyan restoranındaki şarap, hep bu iddiasız; ama samimi su bardaklarındaydı. sorsanız hangi tarih, hangi gün olduğunu, hatta yanımda kim olduğunu bile hatırlamam belki; ama o hissi hatırlarım. ne bileyim, seferîyken defterinizi çıkarıp iki satır yazma isteği veren anlar vardır ya, onlar işte.
bu bardak varsa, orası sevilen bir yerdir; maaşınızı bayılmadan lezzetli şeyler yersiniz, öğrenciler bir köşede ders notu okur, gürültülü veya sessiz; herkes kendi alemindedir, yerde emekleyen bebeklerin üzerinden atlayarak servise devam eden sevimli garsonlar vardır. bu bardak, ara sokakların gizli kalmış cevherini, sahibi her zaman güleryüzlü olan hazineleri gösteren pusuladır. daha da abartabilirim, isterseniz.
Herhalde bu yüzden, bu bardaklar bana her an hareketli, bir şey kırılsa da önemli olmayan, canlı, hayat dolu mutfakları hatırlatıyor; nasıl bir mutfak istediğimi. "Müze değil, hayat". Ne bileyim, English Home sayfalarına, o hep çiçekli, hep ince desenli, hep pastel ve hep anaç mutfaklara bakmak başka bir şey, her saniye o fotoğraftaki müze hali yaşamaya çalışmanın (bence) yorgunluğu başka bir şey. Fotoğrafını beğensem de beni geriyor, öyle uzak. Ben o rustic wooden table'ı, az öz iskandinav havasını daha çok seviyorum. Yemek yemek kadar canlı, gıda kadar hayatla ilgili bir mutfak istiyorum. kendi 6'lımızı aldığımızda, saçma bi sırıtışla rafa yerleştirmem belki de bundan, bardaklara yüklediğim anlamdan. özenli ve düzenli mutfaklardan çok, herkesin her şeyin yerini bildiği, kuralların pek olmadığı mutfakların bardağı sanki.
neyse, kısaca "kinfolk bardağı" diyebilirim artık, onca anlamı kapsamak için aradığım sıfatı bir dergide buldum (ki sahiden öyleymiş). bu sıfatı buldum ya, sanki bardakların hakkını verme zamanı geldi. sonuçta sonbahar, çorbaların, sıcak şarap denemelerinin, peynir tabaklarının, kuru meyvelerin mevsimi. londra yağmurlu havaların, evde toplaşmaların, kolay ulaşımın ve arkadaşları, aileyi özleyerek geçen günlerde yeni arkadaşlar edinmenin şehri.
*
kaktüsçüklerim, daha doğrusu bir zaman türkiye'de deli gibi aradığım ve burada bulduğum air plant'lerim kaç zamandır saksı bekliyordu. bonzai saksılarına yerleştirdim, hatta komşu duvarlardan topladığım yosunlarla da dibini bezedim filan. tabii az su isteyen kaktüsle bol su isteyen yosuna birlikte bakmak çin işkencesi oldu. yosunlar gidici; ama kaktüsler sağlam. bir ara terrarium girişimim de olacak; ama malzeme topluyorum şu an. bir de yılbaşı konusunda hiç olmadığım kadar hevesliyim, etrafın beyaz-yeşil- kırmızı halinden de olabilir tabii. ağaç filan süsleyecek değilim, zaten evde yer yok; ama bakalım, bir şeyler düşüneceğim.
dün uzunca bir yürüyüş sonrası olimpiyat köyüne gidelim dedik. green way denen ana yürüyüş yolu kapalıydı, biz de etrafı dolaştık. aslında o bölge sanayi bölgesi, bolca depo var; ama bu depoların bir kısmı, en azından fish island üzerindekiler ağırlıklı olarak atölyeye çevrilmiş. kocaman bir hangarın bir kısmı cafe, bir kısmı sergi salonu bir kısmı da kiralık, özel stüdyolar. biraz ilerisinde de ingiltere'nin en eski somon işleme fabrikası var; ama koku sorunu yok gibi görünüyor; çünkü restoranı filan da var. kanal boyunca dizi dizi yerler. manzaraları pek matah değil aslında, dev bir stadyum işte. yine de güzel müzik, bir fincan çay, geniş pencereler ve sonbahar insanı mutlu etmeye yetiyor.
*
62. gün bugün. bir devletin, bizzat aynı devletin hem "size trt şeş açtık ya!" deyip hem de mahkemede "bilinmeyen bir dilde konuşuldu" kaydı tuttuğu günlerin devamı. bu bile yeterken, tutup "tadında bırakın" diyor adam. açlık grevindeki insanlara tat alma duyusu üzerinden seslenmesi bile benim canımı yakıyor, anlatsam anlamaz.
7 Kasım 2012 Çarşamba
28
bi tanecik staj mülakatımdan da hayır yanıtı aldım. nedenini bilmiyorum; çünkü sormadım. çünkü bi hafta geç cevap verirken, üstelik benim dürtmemle cevap verirken insanın bunu söylemesi gerekir. bir sebep söylenmiyorsa ve cevap 6 kelimeden ibaretse, demek ki bilmeme değer bir şey değildi. "daha genç birini arıyoruz" veya "deneyimlisin, maaşlı işi buldun mu bırakırsın" filandır işte. neyse, bu benim kaba etimin üstüne zarifçe oturduğum gerçeğini değiştirmiyor; ama bir hobi olarak önümdeki maçlara bakıyorum.
yılın o vakti geldi: yarın doğumgünüm. yarın günlerden 28. benim senelik döküm zamanım. küçükken ben 16, 22 ve hatta 25 yaşımı düşünmüştüm de sonrası yoktu. 28 varmış. güzele benziyor.
geçen sene bu zamanlar yine Londra'daydım, 8 günlük bir misafir olarak. iki dileğim vardı: artık daha fazla özlememek ve bir de o zaman gündemdeki ameliyatın güzel geçmesi. ikisi de oldu bak. Ameliyatı güzel geçti, zorlu; ama iyi. Hiç hesapta yokken bir kış günü Ankara'da evlendim; hızlı, güzel, sade. İstanbul'un baharında işimden istifa ettim. Bavullar ve vedalar sonrası, o çok beklediğim Londra günleri başladı. Dinlendim, şehri dinledim, öğrendim. saygıyla ceketimi ilikleme aşamasından, "bugün keyfin nasıl Londra?"ya evrildi ilişkim. İngiltere'yle de şehir şehir tanışmaya başladım, iki kişilik hayallerimdeki gibi. Yazın Tanzanya'ya bile gittik işte, anı biriktirdik. Ankara'yı özler oldum bunca yıldan sonra, aslında sadece Ankara'dakileri. Arkadaşlarıma, aileme, buradan da yetmeye çalıştım. Skype'ı evlat edindim. Sporla hiç ilgisi olmayan biriyken, en azından düzenli "hareket" etmeye başladım; yürüdüm, egzersiz yaptım ve hatta koştum. Vakit bolluğundan kendimi sokaklara vurup ne yapacağımı şaşırdığım da oldu, battaniye altında zaman öldürdüğüm depresif günler de. Atalet kabuğuma çekildiğim an ilk önce sevdiğim adam dürttü beni, arkadaşlarım da iyice bi silkelediler, kimse o kabuğa girmeme izin vermedi. Hiç durmadığım kadar durdum. Hiç yapmadığım kadar düzenli ve çeşitli yemek yaptım, galiba sevdim de. İzlemediğim kadar film izledim, burlesk ve kabare takip eder oldum. Gazetelerden biraz uzaklaştım, beynimin gündem takibi kısmını iki ülkeye böldüm. İş aradım, arıyorum, arayacağım; sabır eğitimi gibi. Göçmen olmayı öğrendim; çalışma izniymiş, yenilemeymiş, kayıtlarmış, her şey. Arada misafir ağırladım, kısa kısa da olsa. En çok da "her şeyin başı sağlık" dedim, 25 yaş sonrası bu cümleyle başlıyor galiba.
Hani yazı yazmadan önce enine boyuna çeşitli çizgiler, daireler filan yapılır ya güzel yazı defterine; bu süre, "Londra'da düzen kurma" zamanlarım, tam da ona denk geçti işte. 2012'nin çoğu. Biraz bol vakitler, olabilir. Artık güzel yazı vaktim geldi, o yüzden bu yaşımda ilk kez, "kararlar" alacağım. genelde yılbaşına sakladığım şeydir bu kararlar ki hiçbirini beceremesem dahi doğumgünümün tadını bozmasınlar. bu sefer 31 aralık klişelerinden uzak, tamamen kendime ait: el yazısı kararlar. yeni yaş? gelsin bakalım. gelirken bana bir iş de getirebilir hani, fena olmaz. 30'a yaklaşmak filan korkutmuyor beni, belki 18'den uzaklaşmak garip geliyor denebilir, o kadar. Benim küçükken 18 sandığım şeyler 22, 25 sandığım şeyler de 30'muş galiba. sonrası iyilik, güzellik.
*
blogun arşiv kısmına gözüm takıldı demin. 2006'ta 339 yazıdan, 2011'de 170 yazıya. Her yıl 40-50 yazı azalmış ortalamada. 2012'nin kasımına gelmişiz, toplam 81 yazı. bu blog biraz biraz "fade out" dönemine girmiş, tercümesi bu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)