24 Temmuz 2012 Salı

zanzibar'la tanışma: bulutsuzluk özlemi

gün 4:  Unguja Adası, Zanzibar.

Sabah bavulumuzu toplayıp kahvaltı yaptıktan sonra, pırpır uçağımızı beklemeye başladık. 1 saat rötarla geldi. uçak pisti çalının ortasında dümdüz, açık bir alandan ibaret olduğundan impalalar gece burada uyuyormuş, zürafalar da gezinmeyi pek seviyor. dolayısıyla uçak gelmeden önce arabayla tur atarak hepsini kovalamamız icap etti. uçak gelince selous'ya veda ettik ve darüsselam üzerinden  Zanzibar takımadası'nın en büyük adası olan ve bu yüzden Zanzibar diye bilinen Unguja'ya geçtik.

*

1,5 saatlik uçuşumuzun sonunda, otelin ayarladığı şoför bizi karşıladı. ilk izlenim: sefalet. koyu renkli camlı arabanın "bunlar beyaz turist!" diye bangır bangır bağırdığı bir sefalet. yol kenarında 3 duvarı olan her yer bir dükkan; bakkal, bolca mobilyacı filan. kimin parası var da alıyor, anlamadım. insanların çoğu bir yerden bir yere yürüyerek gidiyor, bazı bazı bisikletliler var. bu arada ben hiç kola içmem, sevmem; ama coca-cola'dan bir ömürlük nefret ettim. her yerdeydi. her bakkalda, her yıkık duvarın üstündeki ilanda, her yerde. küçücük çocukların 500 şilin verip bir şişe alınca kendini özel hissedeceği en ücra köylerde bile vardı. süt değil, su değil, kola. sahiden nefret ettim, kolay da geçmez heralde.

hani böyle "ay fakir ve çıplak ayaklı çocuk, hadi gel gülümse de dostlar içlensin" insanları oluyor ya, onlara da sinir oluyorum. fotoğraf filan çekmedik bu sebeple. batının sefalet turizmi hevesini ayrıca ele alacağımdır. arapların adadaki uzuun mevcudiyetinin etkisiyle, nüfusun %98'i filan müslüman. şehre yakın yerlerde kadınlarda siyah çarşaf ve peçe yaygınken daha kırsal taraflarda renkli, 2 parça örtüler vardı.


neyse, 1 saatlik yolu son hız, bisikletli ve yaya sollayarak gittikten sonra otelimize vardık. otel de demeyeyim, "lodge". zanzibar'da otelin karşılığı 5 yıldızlı tatil köyü, dört duvarla çevrili kurtarılmış bölgeler, bizimki öyle değildi. zanzibarın otel yatırımını yapanlar genellikle italyanlar olduğu için turistlerin de %75'i filan italyan. zamanında portekiz, almanya ve ingiltere sömürgeciliği, arap ve fars yönetimi filan görmüş bir adanın bugün italyanlara çalışması da işte "kültürel zenginlik".

neyse, 9 gece kalacağımız shooting star'da bizi tam bi "cingöz küçük esnaf" olan resepsiyon şefi karşıladı. kendisini hiç sevmedik; ama bize harika bir haber verdi: deniz manzaralı odamız, 3 katlı suit'e "upgrade" edilmişti, işletme sahibinin jestiydi! tesisin 3 tip odası var; bahçe manzaralı, deniz manzaralı ve özel suitler. özel suit 2 tane. her birinin kendi havuzu, genişçe bir terası var. manzarası da süper. bizim başka otel önerilerini takmayıp illa da burayı istememizin sebebidir. çocuklu aileler ve balayı çiftleri için özel; ama bizim bütçemizin iki katı olduğu için fotoğraflarına bakmıştık, o kadar. ilk tercihimiz olan bahçe manzaralı odayı deniz'e çevirirken de güzel bi indirim yaptıkları için böyle bi jest beklemiyoduk.

santorini havalı terasımız & manzarası
girişteki havuzcuğumuz


 "git" hali fena.
kampın aksine burası yarım pansiyondu, yani öğle yemekleri bizden. resepsiyon şefi bize yemek alanını ve hemen ötesindeki "infinity pool"u gösterdi (bunun türkçesi "sonsuz havuz" filan değildir umarım). neyse, yüzülebilecek büyüklükte, manzaraya sıfır bir havuz. tesis minik bir tepenin üstünde olduğu için, havuzun devamı hint okyanusuymuş gibi görünüyor. bu arada hava tamamen bulutla kaplıydı, okyanus çekilmiş, dibindeki her türlü kum, yosun görünüyordu - hiç hoş bir "merhaba" değil. "aa bu hep böyle mi ne bu" diye gevelenerek odamıza gittik. çekilince 400- 500 m filan çekiliyor ve deniz seviyesi ayak bileği seviyenize iniyor. ha tabii bu da lazım, yosun çiftlikleri böylece ortaya çıkıyor, yerli kadınlar gidip yosunlarını topluyolar. evet, yosun çiftliği.


öğle yemeğinden sonra okyanusun yükseldiğini fark edip, akşam 5 gibi koşarak kendimizi attık. deniz ayakkabıları can kurtaran, o kayalardan, deniz kestanelerinden bizi korudu. suya düşen karpuz kabukları gibi keyifli bir şekilde dalgalarla oynadıktan sonra, sahile döndük. şezlong olmasına rağmen kimse yoktu, bi garip tabii. bizim otelin yanında da geniş bir "beach" görünüyordu.

ben havluma sarınmış yatarken, 15-16 yaşlarında 8-9 tane erkek çocuğu geldi ve tam önümde dikildiler. yani seyretmek, gözetlemek filan değil, hiç "çaktırmadan" değil. 2 adım mesafede, ellerinde bir çekirdek eksik, ben de işte 1 gün önce bakıştığım zürafa olmuşum, öyle bir hal. zanzibar'da çarşafa girmedikçe yeterince "kapalı" sayılmayacağım için, illa ki seyredilecektim. ortak bir diliniz yok ve oranın yerli halkına "hiişt git bakiyim" diyecek bir durumunuz da yok. eh, biz eşyaları toplayıp otele çıktık. onlar da biz merdivenlerde kaybolana kadar arkamızdan baktılar.

tanıştırayım: beach boys! ağırlıklı olarak adanın kuzeyindeki otellerin kumsalında gezinen ve kadın seyreden ergenler. biz ilk gün böyle bir açılış yapınca, "ne yani sahil yok mu, havuza mı kaldık, bu ne?!" diye içlendik; ama bir daha karşılaşmadık kendileriyle. yine de bu bir zanzibar gerçeği efendim, aklınızda olsun. fiziki bir temas veya bir zararları yok; ama işte, uzaylı gibi seyrediliyorsunuz ve o sırada düşündükleri ve konuştukları şeyleri bilmek istemiyorsunuz.

kaldığımız yerdeki tek aksiyon, gelgit'ti. eğer özel bir şey istiyorsan, parasıyla. ilgi alaka olarak da ortalama bir otel kadar işte, bir önceki kamp alanında sürekli el üstünde tutulduktan sonra terk edilmiş gibi hissettik diyebilirim. bir sürü tur seçeneği vardı, biraz onları inceledik. bu arada hava bulutluydu, güneş yoktu. akşamları da rüzgarlı, bodrum'un ekim ayı gibi. adanın doğusunda olduğumuz için, bağrımız hint okyanusuna dönüktü, n'aparsın.

 akşam yemeğinde, bize jesti yapan otel sahibi ile tanıştık, teşekkür ettik. kendisi resmen el ense çekerek ikimizi de sımsıkı öptü, aynı coşkuyla diğer masalara gitti. akşam yemeği menüsü öğlene biraz fazla benziyodu bu arada.


 zanzibardaki ilk günümüzün özeti: oda dışında, eh işte. çekilmiş denizi ve bulutlu haliyle kartpostaldakine pek benzemiyordu; ama 9 gecemiz vardı, elbet güzel geçecekti.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

çalıda son tur

Gün 3: Selous Game Reserve, Tanzanya. Program: kendine gelmeler ve kapanış.

bir gün önceki 15 saatlik maceradan sonra, 3. günümüzü mümkün olduğunca tembellikle geçirmek istedik. Aslında normal şartlarda yarım gün yürüyüş ve yarım gün de "nehir safarisi" olacaktı; ama halimiz kalmamıştı. Bunun yerine öğleden sonrayı yürüyüş ve balık tutmaya ayırmaya karar verdik. Kahvaltı sonrası havuza girdik ve bilimum tembellikler.

sabır taşı
Akşamüstü, bir gün önceki rehberimiz, yürüyüş için yeni rehber ve av tüfekli bekçi eşliğinde arabayla yola çıktık. Hani olur da filmlik bir sahne yaşarsak bekçimiz havaya ateş edip bizi kurtaracaktı. 10 dakika sonra nehir kenarında balık tutacağımız yere geldik. Misina dışında hiçbir deneyimi olmayan ve misinayla da boş çekmiş bir ikili olarak üçer balık tutmamız heralde nehrin bereketini anlatıyordur.

Tuttuğumuz balıkların ikisini saklayıp geri kalanını geri attık. İlk 3 olta sallayışımda 2 küçük balık tuttuktan sonra işler biraz kesatlaştı. Ben de nehir akıntısından medet umup hep o tarafa salladım. Pisibalığı çok yaygın, birkaç türü var. Yakaladığımız büyük balık bile çok kılçıklı çıktı, haliyle akşama ziyafet filan çekmedik; ama sofraya getirilmesi havalıydı tabii. bu arada "oltayla ne kadar vakit geçirebiliriz ki?" deyip 2 saatten fazla balık tutmakla geçirmişiz, bir acele yürüyüşe başladık. Tamam, galata köprüsü'nü terapi amaçlı kullanan erkek ordusunun farkındayım, olta sallamak için teee tanzanyalara gitmek de başta garip gelebilir; ama yanı başınızda su aygırları var, üstünüzde kartal uçuyor. sonuçta eğlenceliydi ve amaç da iyi vakit geçirmek.

Yeni rehberimiz bize birer maasai asası verdi. çakma asalarımızla çok havalıydık. maasailer aslan saldırısı olduğunda bu asayı aslanın boğazına saplayıp koca hayvanı öldürebiliyorlarmış. evet, ağzı açık, üstünüze atlayan bir aslanın boğazına sopa saplamak! maasai bölgesinde değildik; ama iyi ki de değildik. açıkçası "insan safarisi" fikri hiç hoşuma gitmiyor. kuzeyde de olsaydık maasailerin para karşılığı zıplaması filan, bizi çok utandırırdı heralde. o yüzden halimizden memnunduk, bir asadan bir şey olmaz.

benekli ve mutlu
turumuz sırasında iki gün önce gördüğümüz zürafa iskeletinin yakınlarında bir de erkek impala kafatası da görünce az ötedeki incecik nehir yatağına pusu kuran bir aslanın kalan iki gram suyu içmek için gelen hayvanları avladığına karar verildi. "koskoca ruhaha'nın dibindeyken niye kuytularda takılıyorlar?" derseniz, aslandan kaçmak için. evet böyle de bi çelişkiler öbeği.

sonra efendim, bolca su aygırı. sürekli bağırışlarını dinlediğimiz hayvanlara yaklaşmak güzeldi, bir nevi başrol oyuncusu sayılırlar o bölgede. bi ara iki tanesi kavga etmeye başlayınca gerildik, her an koşabilen manyak hayvanlar ve dördümüzü aynı anda ezmesi çok kolay. sakin sakin uzaklaştık. Bir su aygırı ailesinden diğerine geçerken pek nadide bir sürpriz karşımıza çıktı: albino su aygırı. hepsi güzel güzel kamufle olurken o benekleriyle pek bir bebek odası şirinliğinde, hemen göze batıyordu.



hayatımda gördüğüm en güzel gün batımlarından birini seyrederek kampa kadar yürüdük. Ufuk çizgisi sonsuz gibi, sanki tam turu tamamlayıp ayağınızın altından geçecek. bu arada baobab ağacı filizi gördük ve yerli halk arasında yaygın olan "hiç genç baobab yoktur, onlar atalarımızdan kalma" inanışı tarumar oldu.

Bölgedeki kurumuş ağaçların her biri heykel gibi. bir tanesi vardı ki metal alaşımı kadar sertmiş gövdesi. tahtakuruları filan bulaşmazmış hiç. dışardan hiç belli etmiyordu tabii.

*

neyse efendim, bu light turdan sonra kampa döndük ki bize "10 dakika içinde tekrar çıkılacak, hızlıca hazırlanın" dendi. bir acele üst baş değiştirip geri döndük, bindik arabalara. karanlıkta bi 10 dakika yol gittikten sonra çalılığın diplerinden fenerler görünmeye başladı. kocaman bir mangal kurulmuş. kamp işletmecisi peter ve anita, fotoğraf çekip arada bir bol nükteli laflar eden rob, biz ve aynı gün gelen diğer balayı çifti koltuklara dizildik. yemek öncesi bir şeyler içip sohbet ettik.

bu diğer çift de londra'dan geliyordu. ben bu kadar hırslı bir insanlar görmedim diyebilirimi ikisi de finansçıymış ama yeterli açıklama değil. barbie ve ken gibiydiler. gelin hanım amerikalı, iki yıl hiç tatile çıkmayıp 4 haftalık izni biriktirmiş. 6 ay öncesinden her hazırlığını bitirdiği bir paris düğünü ve üstüne de bu tatili organize etmiş. onlar da bizim gibi devamında okyanus kenarına gideceklerdi; ama zanzibar'ın ana adası unguja'ya değil, dalgıç cenneti, yavru pemba'ya. gelin dalmayı, damat kışın kayak yapmayı seviyormuş. kızımız damadın hatrına kayak yapmayı öğrenmiş ve her tatil dağlara çıkmışlar; ama bu tatili ayarladıktan sonra "sıra sende" deyip bir de ona tüm kış gideceği bir dalma kursu hediye etmiş. tek ümidi damadın hoşuna gitmesi, bundan sonra birlikte gezmeleri ve amerikada sık sık yaptığı gibi, okyanusa gitmekti. damatsa "meeh.. yani... ben havuzda dalmayı hiç sevmedim. okyanusun NE FARKI OLABİLİR Kİ?" diyen bir hanzoydu. gelinin fetiş derecesinde sualtı tutkusunu görseniz, fobiniz olsa bile "tamam canım, bi denerim" filan derdiniz, öyle bir seviyor. üstelik daha önce pemba'ya giden herkes övgüyle anlatıyordu; ama adam hep "yanii işte.. havuz.. meeeh.." dedi! tabii benim "tatil planlarını dağlara doğru manipüle etmek isteyen bencil bir hanzo" gördüğüm yerde gelin aşk  görüyodu, "aa öyle konuşma, seveceğini biliyorum" diye alttan alta adamı işliyodu.

gecenin bombası, "ay camiler filan, istanbul'u çok merak ediyorum!" diyen 4 kişiden 3'ünün Türkiye nüfusunun ağırlıklı müslüman olduğunu bilmemesiydi (sarkastik rob dahil) ki amerikalı gelinimiz bile şaştı buna. "e cami diyosunuz ya işte?" filan dedim anca, insan kitleniyor. çok garip ya. insan daha çok "hayır deve tepesinde kebap yiyip göbek atmıyorum!" savunmasına geçmek üzere reflekslerini bilemiş oluyor galiba, bu kadarıyla başa çıkamadım.

neyse, konu dağıldı. akşam yemeğimiz swahili mutfağından seçmeler olduğu için, bol baharatlı tavuk, soslu balık, tabii ki hafif lapa pilav filan vardı. gayet lezzetliydi, ben zaten çok yemek seçen biri değilimdir. şarap da her zamanki güney afrika seçkilerindendi ve çok güzeldi. tatlı yiyemedim, ölürdüm heralde; ama kampın en güzel öğünü kesinlikle tatlılardı hep. güzel bir son gece yemeği oldu.
 
kampa dönünce, odamıza hemen giremedik - kapımızın önünü bir su aygırı tutmuştu! az geri çekilip gürültü filan yaptık, ağır ağır uzaklaştı. biricik çadırımıza ulaşınca, bi gece önceden el süremediğimiz sevgili moet'yi açtık ve son gecemizde, ay ışığı altında hakkından geldik.

20 Temmuz 2012 Cuma

gün 2: tam günlük tur veya neydi bu başımıza gelen

Şimdi ben böyle metrelerce yazıyorum ya, hayır, 15 günün 15'i de böyle olmayacak. nihayetinde esas aksiyon selous'daydı, zanzibar taş çatlasın 2 post. hadi 3. kendim bile sonradan okumaya üşeniyorum ama arşivlik diye işte, yaz babam yaz.

Gün 2: Selous Game Reserve, Tanzanya. Program: Tam günlük safari.

Sabah yola çıkış saatimiz 6:30 idi, yol uzun. Selous haritası bulmak zahmetli. Rehberin bi tane vardı, gösterdi; ama elletmedi. google maps filan da hak getire. bu sebeple engin paint sanatı ve dedemin dedesinden gelen haritacılık maharetimle (bu kısım ciddi) halimizi kabaca tarif edeyim:
kabaca derken ciddiydim.
Amaç: Göle gitmek. kurak mevsimde her hayvanın gideceği yer tabii ki asla kurumayan manyara gölü. Yerimiz: ruhaha'nın dibi. Gördüğünüz üzere çoğu diğer kamp kuzeyde, gölün yakınında (tam bu noktada "insan gibi" denebilir, o gün demiştik.  bizim kampsa güneyde, "deli dürtmüş gibi". demiştik bunu da evet. anlatıcam)


dere yatağı derken.
Kamptan göle mesafe taş çatlasa 70 km. yakın sandınız di miiii? çakallar sizi. ortada yol yok. Kurumuş dere yatakları var, şanslıysan toprak yol, daha doğrusu sadece toprak. Kahvaltımızı da yolda ederiz diye çıktık yola. Rehberimiz mümkün olan en hızlı şekilde gitmeye çalışıyor, allahım sabah ayazı denen şey ilik ilik işliyor. kazak nafile, çantaya yapışmış, tesbih böceğiyim. Arabada hoplayıp zıplıyoruz; koltuğun kollarını bıraktığın an yükselip iniyosun, bu arada kolunu bi yerlere çarpıyosun, savruluyosun. arada çalılar kolunu kesiyo filan. azıcık yavaşladığımız an, mesela bi fotoğraf molasında, inanılmaz bir çeçe saldırısı. ormanlık alana yaklaştıkça "sinek ilaçlı hobbit pelerini" filan hayal etmeye başladım. yine de yolumuz güzel, orada bi kartal, burada bol zürafa, gidiyoruz. arada arabayı da etraflıca ilaçladık ki kaçak misafir sinekler konamasın.

güzergahımız kabaca şöyleydi: bitmeyen dere yatağı - toprak yol (kilometrelerce devam eden yanık arazi, yer yer tütüyor) - orman - yanık arazi boyu yol & dere yatağı. orman sonrasında bi kahvaltı molası verdik ki arabadan inmeden, hızlı hızlı atıştırma. son dere yatağını da geçip, akasya caddesi olarak anacağım son düzlüğe vardık. sağlı sollu akasya çalılarının ötesinde onlarca zürafa vardı. bolca fotoğraf çektik. dürbünle buffalo sürüsü de gördük. impalalar artık dönüp bakmadığımız sokak kedileri gibiydi. rehber göl tarafındaki hayvanların araçlara nispeten daha alışkın olduğunu söylemişti, sahiden de birkaç zürafa kaçmadan yakınımızda durdu. bu arada bu çalı yakma işi çığrından çıkmış, bazı yerlerde zaten kontrolü kaybettiklerini derinleşmesinden anlıyor insan. en az bi 30 km filan böyle gittik. 

göl ufukta göründüğünde saat 10 buçuğa geliyordu. yani 4 saat. kahvaltıyı düşünüz, hadi 3,5 saat. otelden çıkarken akşam 18:30'da döneceğimiz söylenmişti ama yol için de 2-3 saat demişlerdi, haliyle ben bir işkillendim; çünkü işkil benim adım. yol boyu hansel & gratel gibi kendimce kerteriz noktaları seçtim, orman kaç dakika sürdü, kaç dakika zıpladık filan.

neyse, geze geze gitmeye devam ettik, yollar azıcık normalleşti. sizi yeterince gerdiysem, güzel kısma gelelim. manyara gölü'ndeki ilk sahnemiz:
familya
telsizden gelen sesi takiben: 3 dişi aslan, 6 yavru ve bi gün önce avladıkları zebra. erkek aslan ortada yoktu. Yavrulardan 2'si henüz süt emdiği için ortada zıp zıp dolanıp duruyorlardı. Biz de 3-5 m ötedeydik. çok tuhaf. şu sağdaki hanfendi zebrayı boynundan tutup ağacın gölgesine taşıdı, tabureymiş gibi, hafifmiş gibi, rahatça. arka taraftaki ağaçta da 5 tane akbaba, hevesle sıra bekliyor. zebrayı 4 günde anca yedikleri için, akbaba nöbetindeler.

zebraya yazık tabii de o an değil; o an 4 yavrunun kan içindeki yüzünde tokluk, nefes nefese annenin yüzünde de bebeğine süt verme rahatlığı var. Ayrıca mesela kafalarına esip iki adım öteye zıplasalar ben varım, kolum bacağım emirlerine amade. çok tuhaf. cücük kadar bir şeysin, acizsin, zavallısın. onlar bilek hakkı zebralarını yerken, sırf tok oldukları ve aslında pek ürkek oldukları için saldırmıyolar. aslan, yaya olsanız bile, aniden karşısına çıkmadığınız sürece saldırmazmış, saldırması da korkup panikten. uzaktan görürse mesela, genelde tırıs tırıs geri dönermiş. bi de bu ailelerde genelde erkek yavrular aileyi babadan devraldığı; ama ailedeki anne ve kız kardeşler devam ettiği için ensest çokmuş, haliyle sakatlık ve sağlık sorunu da oluyomuş.

öyle işte, çok garip. tek diyebileceğim, sahiden tuhaf bi deneyim olduğu. dev dişi, zebra kemiğini kuzu pirzolası gibi tıkır tıkır kemirirken orada durup bakmak ve yavru aslanın size doğru yürüyüp "pıhhh?" demesi. evet, soru işaretli bi pıhh ve pıhh derken bildiğin kedi olması. renk - ışık açıyorum biraz, karanlık gibiydi.

ötedeki akbabalara ailecek gıcığız.
neyse efendim, daha fotoğraf çok da işte yerken, kemirirken filan. şu pıhhlayan cengaver tatlıydı çok, her işin içinde, hatta bi ara uzaklaştı, kardeşlerden biri topladı. ha biz kendilerini izlerken 2 araç daha vardı, bizden önce ayrıldılar. çembere almadık yani.


bu arada göl güzel, çok güzel. su kuşları, suyun hayat verişi bi başka güzel. en tuhaf kuru ağaçların ortasında, masmavi. su aygırının sırtındaki yosunlardan beslenen kuşlar kadar güzel.

heralde bi yarım saat filan aslanlarla harcadık, emin olamıyorum. sonra biraz daha dolandık, babunlar ve impalalar. bi vakitler geçmiş olmalı; çünkü tek hatırladığım, bi şekilde yine yemek vakti olmuştu. portatifleri serdik, pek güzel bir yemek sofrası kuruldu. şaşkın iki türk olarak "içli köfteaa" diye sevindiğimiz şeyin içinden haşlanmış bütün bir YUMURTA çıkması üzücüydü tabii. onun dışında her şey lezzetliydi, pek de iyi geldi.

bu arada yanımıza bi sincap geldi ki hyde park'takiler kadar evcildi. garip tabii. meğer turistler yasak olmasına rağmen beslemişler. parktaki "yasak" başka, afrika'nın göbeğindeki başka. bi zahmet azıcık saygı duyacaksınız. çok terbiyesizce bir cüret; ama n'eylersin.

kudular ve şaşkın impala
sonra saat 14:00 filandı ki rehberimiz, "yeter oyalandığımız, dönüş vakti!" dedi. daha yeni geldiğimizi düşündüğümüz için pek bi bozulduk. gölün batısında kısa bir tur atacağımızı, sonra da şarap molası olacağını söyledi. bizim  de tek ve nihai hedefimiz, pek uzaktan da olsa bir fil görmek. yol boyu balon isteyen velet gibi "fil var mıdır gölde? göl filli mi? filler göl mü?" filan deyip durmuştum, o da "söz vermiym ama bi yerdelerse, göldedirler" demişti. 5 büyükler konusunda bi hırsımız yoktu aslında; ama aslanı görünce bi güven geliyor insana. neyse, biz de bu sebeple gölün doğusuna da gitmek istedik, daha geniş bi alan olduğu için. cık efendim, vakit yok. eh, peki napalım. aracımıza atladık, gölün batısını turladık, heralde yarım saattir. güzeldi tabii; ama filsizdi. kudu gördük, zürafalar, impalalar ve elbette su aygırları. fotoğrafını koymadığım wildbeast ve waterbuck denen antilop da vardı etrafta.

yola düştük. bu arada diğer araçlarla selamlaşıyoruz, bolca swahili kelimeler filan. rehberimiz "bir diğer rehberi arayabilir miyim?" diye bizden izin istiyor, ki aslanları böyle bulmuştuk. neyse efendim, bir hintli ailenin olduğu araca yaklaşıyoruz. etrafta daha büyük bir aslan ailesi de görülmüş, onu da görmek için tutturmuşlar, rehberleri pek dertli; çünkü aslanların son yeri muamma. rehberimiz gülerek anlatıyor, biz de "bize aslan yetti, keşke fil görsek" diyoruz. bunları yazıyosam bi sebebi var okuyucu, az bekle.

sonra yolumuza devam ettik ama geldiğimiz yol değil. resmen yol olmayan bi yerden gittik, sarı sarı kuru otlar, berbat bir yer. biz sürekli az sağımıza bakıyoruz, "yol şu taraf değil mi ya?" diye. neyse. zınk diye durduk. rehber ayağa kalkıp ileri baktı, "bu yolu kapamışlar tüh ya, geri döneceğiz" dedi. hangi yol yahu, yol yok? taş var, ot var! nasıl da kötü bir zemin, biri bel fıtığı ameliyatı geçirmiş, diğeri siyatikli bir ikili için azap. "nasıl ya?" filan dedik, "işte yol vardı burda, yok şimdi, bi şi olmaz hop diye diğer yerden saparız" filan dedi, döndük. n'apacaksın, direksiyonda olan o (YANLIŞ!) dönüşte yine hintli aile, yine selamlaşmalar ve doğru yola çıkış. bu yanlış yola sapma sebebiyle 1 saat kaybettik. tabii ki tek tepkimiz "biz yanlış yoldayken gölün doğusunda filler zıplıyodu :(" oldu; ama ses etmedik, insandır, hata yapar, olabilirdir.

bu rahatsız, hoppala zıppala arabaların bir etkisi de uyku. o kadar çok sallanıyosunuz ki bilinçaltınızda beşik anılarınız canlanıyor, uyuyorsunuz. eh biz de yemek üstü sallantı sonucu, uyumuşuz. saat 4 gibi rehber "şarap isteyen?" dedi, cık, istemiyoduk. önceden öyle konuşulmuştu; ama hem fazla toktuk hem de 1 saatlik kayıp yüzünden bir an önce gitmek istiyorduk. az şaşıran rehber yola devam etti. biz de nasıl bir uyukluyoruz, dönüş yolu rehaveti heralde. saat 4 buçuk olmuşken aniden durduk, "işte şarap içmek isteseydiniz molayı burada verecektik" dedi rehberimiz. "hmm güzel, devam edelim o zaman" dedik ve - U döndük. aksi yöne devam ediyoruz geze geze! ben kerterizlerimi arıyorum; sıra sıra dağlar biz gelirken de sağımızdaydı, inatla sağdalar. solda olmaları gerek. bizim batıya gitmemiz gerek; güneş arkamızda batıyor! resmen geri dönüyoruz göle; ama o kadar aptalca ki, anlam veremiyoruz.

işte sevgili dostlar tam o sırada yapılması gereken şey arabayı durdurmaktı. biz ne yaptık? ben sakince "göle mi dönüyoruz?" dedim. "yok yani göl yolu ama hayır" dedi rehber. "burası göle gidiyosa, niye biz kampa dönmüyoruz?" dedim. "ya göle de gidiyo ama kampa da gidiyo, hakuna matata" dedi sırıtarak. biz de gayet uyanmış bir vaziyette, "noluyo layn?" diye yolu izledik işte. hakuna matata'ymış. sonra, ana yoldan göle dönüş sapağını da geçince, "heralde bu yol dönüş yoluna filan bağlanıyo, heralde kestirmeden arayı kapayacak" dedik kendimizce. hani boşuna 1 saat dolaştık ya! gittikçe gidiyoruz, çıldırasıya. bi yarım saat sonra, araba yavaşladı. "biz kampa dönüyoruz, di mi?!" dedim. cevap şu: "ya ben sizi aslan ailesine getirdim, az ilerdeler. size söylemeyi unuttum :(".

yüzlerine bakmadık bile
LAN?! aptallaştım, "hıı tamam o zaman" filan dedim, anlamıyorum. sahiden de 5-6 aslan yerde yatıyor, az ilerde de o hintli ailenin olduğu araba! benim aptallığımla kalmadık allahtan, kocam the aslanparçası "hop bi dakka!" girizgahından sonra, "ne demek size söylemedim? bize söylemeden bizi nereye götürüyosun?" dedi. aslan fetişisti hintli ailenin rehberinin gazıyla daireler çizip duruyoruz iyi hoş da, o aile otelin dibinde, 1 saatlik mesafede kalıyor, bizim gideceğimiz yol belli. evin erkeki "biz buraya gelmek istemedik, aslan da istemedik, gölden aceleyle ayrılıp 2,5 saat daire çizdirmek ne demek? böyle iletişimsizlik olmaz ki" diye kabardı.  ben de arada "hem fil! fil hem! göl hep filli şimdi!" dedim. rehberimiz onlarca defa özür diledi. biz de "eh tamam, insanlık hali ama ayıp oldu" dedik. sonradan, tüm bunları "on numara bahşişlik jest" olarak gördüğü kanaatine vardık; "ta taaa aslan!"diyecek, çok etkileneceğiz.

kapanış konuşması: "kaç saatte döneriz?" "ee... üç". saat olmuş 5, hava 6.30 dedin mi zifir! rehber saatin farkında bile değil! daha da fenası, biz bunca saattir dönüş yolunda olduğumuzu, boşa zıplamadığımızı, az kaldığını filan düşünüp dakika sayarken yolu uzattığımızı öğrendik. belinize bir şey olacak endişesi taşırken çok, çok fena bir ruh hali.

böylece, ana yoldaki kerteriz noktam olan "bol kuş yuvalı dev ağaç"ın önünden dördüncü ve son kez geçerek dönüş yoluna başladık. dağlar solda, batıya doğru. 2 gündür neşeyle sohbet edilen arabada ölüm sessizliği, ben yolun değil 3, en az 4 saat süreceğini hesaplamışım; ama sesim çıkmıyor. rehber hatasını anlamış halde son hız gitti, o hızlandıkça biz koltukta debelendik. bir tek gün batımında 30 saniye durup fotoğraf çektik, şimdi o da komik geliyor. saat 6 buçuk olduğunda telsizden anonslar gelmeye başladı, belli ki bizi soruyorlar. cık, rehber 10 taneden birine cevap veriyor, durmak yok.

sonra... sonra saat 7.30'du, dolunay vardı ve biz ormandaydık. gecenin zifir karanlığında aniden durduk, "leopar!" dedi rehber. sağımızdan son hız uzaklaştı, kuyruğunun ucunu görebildim. sayarsanız, 5 büyüklerden 3'ü tamam. yol, sonsuz gibi. saat 8'e çeyrek kala araba pat diye durdu. rehberimiz nerden estiyse bize bilgi verdi: "aracın benzin pompası bozulmuş. elle pompalamam gerekiyor; ama merak etmeyin, başka araç yolda".

ne hoş değil mi? diğer araç yolda ama biz daha ormandayız. böylece dura dura, arada benzin pompalayarak yola devam ettik. diğer araçla 1 saat içinde karşılaşsak, demek ki bi saatlik yol daha var! insanı çıldırtan bi düşünce; ama o bitkinlikle çıldırmıyor insan, oturup zıplıyo sadece. önümüze aniden su aygırları çıkıyor, ışık ve kornayla korkutup kaçırmaya çalışıyoruz. hantal hantal koşuyor. tek güzel yanı, habire havalanan beyaz kuşlardı sanırım. neyse, 1 saat sonra sahiden diğer araç görüldü. "siz devam edin biz takip edeceğiz" dediler, yola devam ettik. simbazi'ye geldik. nehir yatağı o kadar dik ki çıkmamız imkansız. kaldık tabii ki. diğer araca geçip kampa vardığımızda saat 9 buçuktu.

hesaplamanız için: dönüş yolu 4,5 saat. toplamda 15 saat.

kampta olağanüstü hal ilan edilmiş, ıslak havlular, içecek filan ile karşılandık. kamp sahipleri defalarca özür diledi. akşam yemeği meğer zaten odamıza hazırlanmış, o iyi oldu. bize özellikle neyin nasıl olduğunu anlattırdılar, dikkatlice dinlediler. ben hala 7 yıllık rehberin bu davranışını çözemiyorum, ya adam da kitlendi bi an, ya bahşiş hırsı, bilemedim. ha tüm bu yola sebep olan bahşişini verdik yine, o ayrı. dediği gibi yol sadece 3 saat sürseydi, daha çok bile alırdı heralde; ama o kadar kesinti olsun. böyle bir yorgunluk hissi yok. bitkinlik, tükenmiş bi sersemlik. araba durduğunda geri geri gittiğimizi sanıyorduk, sallanarak yürür halde. ayrıca arabanın bozulması, orman filan bi süre sonra aptallaştırıyor: oradaki herhangi bir canlı benden daha hızlı. tüm gün bunu dinlemişim. elimdeki tek şey ışık, ondan kaçar. o kadar. hani bizi parçalamaları değil mesele, ama bi su aygırının gece görüşü çok zayıf. binbir tane olasılık dönüyor.

bu arada rehberimizin kampa girişte "yarın sabah yine 6.30 uygun mu?" diye sorması da fıkra olsun (tabii ki öyle bir şey yapmadık). işletmecilerin de özür dilemesi yetti aslında; hani "aa bi şi olmadı ki hop hop acımadı ki" pişkinliğine vurmadılar. endişelenmek değil; ama üzülmüşlerdi halimize. jest olarak odamıza rose moet gönderdiler ama biz içemeden devrilip uyuduk. mucize olan şey şu: ikimizin de beli hiç ağrımadı!

hamiş: rehber dediğin hep iletişim halinde olacak, sen rehbere hep "burası neresi, şimdi nereye" diyeceksin. rehbere güven tabii; ama bi yere kadar. bizde biraz da "beyaz adam"lıktan rahatsız olma durumu vardı, kibarlıktan öldük bittik yarabbim, aman yanlış anlaşılmasın! tabii öyle de, sonuçta canı çıkan biz olduk yok yere ve kafasına göre iş yapan da o. iletişim kopmayacak, her an her saniye, bir sonraki 3 adımı biliyor olacaksın. budur hamiş.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

gün 1: yarım günlük tur

Gün 1: Selous Game Reserve, Tanzanya. Program: yarım günlük safari.

Şimdi efendim, buralarda safariye safari denmiyor. bizim yaptığımız şey "game drive" idi, yani arazi aracıyla hayvan takibi. safari çok daha uzun bir "sefer" olduğundan ve 60larda ilk başladığı zamanlar avlanmayı da içinde barındırdığından, bi nevi "politically correct" versiyonu bu kelime olmuş sanki. ben öyle anladım.

Neyse, daha önce de bahsettim, gün tam 12 saat, 6:15 dedin mi güneş doğuyor. Sabah 6'da oda servisi kahve-çayla bizi uyandırdı. Bej-kahve tonlarındaki safari giysilerimizi ve ince kazağımızı giydik, bi kat güneş kremi, üstüne birkaç kat sinek ilacı sürdük, şapkalar, dürbün, su matarası ve tabii ki fotoğraf makinesi yüklendik, savaşa hazır vaziyette odadan çıktık. Bu ince kazak kısmı çok mühim, sabah ayazında henüz kahvaltı etmemiş, uyku sıcaklığından ayılmamış halde, her yanı açık arazi arabasında giderken onu çok seveceksiniz. Arabada sinek ilacı, dürbün ve tabii ki tonla su filan vardı; yani matara kısmı gereksiz oldu; ama iyi ki dürbün almışız; çünkü tek dürbünle sırayla bakmak filan mümkün değil. Bu arada normalde bizim araç diğer misafirlerle paylaşılacaktı; ama hem başka gelecek kişi olmadığı için hem de balayı çiftiyiz diye özel araçla gezdik. yine de kalınacak yere mutlaka "shared" mi, özel mi diye sormak lazım.

şimdii, giriş bilgileri: Rehberimiz 7 yıldır bu işte çalışıyordu. Tanzanya'nın kuzeyinde vahşi yaşam rehberliği okulları varmış. 1 yıl  sertifika, 2 yıl diploma, 3 yıl lisans olmak üzere farklı seçenekler varmış. kendisi 2 yıllıktan mezundu. ayaklı fauna rehberi gibiydi. rehber mühim şey, yoksa varlığını kamuflaja borçlu onca hayvanı, sık çalı ve ağaçlar arasında sizin çıplak gözle görmeniz mümkün değil. hatta ben bazen dürbünle bile göremedim. o yüzden rehberin eğitimi ve  deneyimi  kadar, bölgeyi bilmesi de önemli. ne nerde olur, ne zaman olur, kitapta yazmıyor. sonuçta arabayı kullanan o, hiçbir tabela yok ve siz bölgeyi hiç bilmiyorsunuz. bir sonraki postta bunun önemi anlaşılacak.

neyse, kuzey bölge malum, serengeti. bir süre orada çalıştıktan sonra 1 yıldır selous'daymış kendisi. serengeti'yi şöyle özetledi: iyi yanı, hayvanlar '60lardan beri gördükleri için arazi araçlarına fazlasıyla alışık, dibine kadar girebiliyorsun ve kaçmıyor. kötü yanı: muhtemelen dibine giremiyorsun çünkü hayvanın etrafı en az 20-30 arabayla çevrilmiş durumda. hele ki yoğun sezon zamanı işkence olabiliyormuş. bizim selous her ne kadar sakin olsa da hayvanlara yaklaşmak mucize gibiydi. yaklaşmak derken, dibine girmek değil, görebilmekten / bol zoom'lu fotoğraf çekebilmekten bahsediyorum. tercih sizin; ama bilerek gitmek önemli, hayal kırıklığı yaşamayın. uzanamadığı ciğere mundar demek gibi olmasın; ama serengeti'yi açık hava hayvanat bahçesi gibi anlattılar, teselli oldu. mesela biz asla bir zebraya yaklaşamadık (bi sefer hariç); e çünkü o bi zebra, tabana kuvvet koşuyor, dursa garip. neyse, ben size güneyi anlatayım, kuzey zaten belli.

bekar impala bey
sabah arabamız bir iz takip ederek ilerliyodu. ben teker izi sandım, su aygırıymış. bacakları ayrık olduğu için nerdeyse arabayla aynı iz. sabahın erken saatlerinde ilk gördüğümüz şey impalalar oldu. bir çeşit antilop kendisi, pek bi narin. bizim kampın civarında da çok vardı. sürü tek erkekli bir harem olarak dolaşıyor, etraflarında da her daim bi grup bekar erkek oluyor, fırsat olursa haremi devralmak için. fotoğraf filan ekliyorum ama süpersonik cihazlarla gitmediğimiz için elinizdekiyle yetininiz. benim çekemediğim her şey google'da mevcut. açıkçası o kadar ürkekler ki böyle şaşkınlıktan donakaldıkları haller dışında daha çok popolarını görüyorsunuz. popolarında da siyah bir M harfi var, o yüzden kendisine "mcdonald's" da deniyormuş.

roller
bir diğer güzellik kuşlar. roller denen renkli kuş, iri bir kelebek gibi. çiftleşme zamanı havaya fırlayıp taklalar attığı için bu adı almış. olmadık yerlerden havalanıyor, kanadı parlak bir mavi. küçük kuş zaten çok severim, her görüşümde mest oldum. yabani kumrular da çoktu, çift haldeler hep. bir de adını kesinlikle hatırlamadığım; ama yılbaşı ağacı süsü gibi yuva yapan ve var gücüyle, her daim şakıyan bir kuş vardı. bu yuvalar her yerde, kaçırmanız imkansız. "bu kadar gürültülü hayvana yırtıcılar saldırmıyo mu?" diye sordum, saldırıyomuş ama bazen de sesten korkuyolarmış, yankılanıyormuş. doğa garip bir şey ve sizin garip bulduğunuz her şeyin bir mantığı var.

sinsi ağaç
açılışımızı bu ağaçla yaptık: candelabra. rehber ağaca bir taş attı ve her yerinden bembeyaz reçine damlamaya başladı. bu reçine zehirliymiş; su aygırı, fil gibi hayvanlara felç geçirtebiliyor. türünün en beteri. insan teninde anında yanık izi gibi yapıyor, göze değerse kör ediyor. hatta "kanarken" ağaca fazla yakın durursanız asitli kokusu boğazı yakıyormuş. yerli halk bu ağaçtan yaptıkları oklarla balık avlıyormuş, kendinden zehirli tabii. devamında minik pembe çiçekler gördük. "aa rozet bu!" filan diyodum ki ı-ıh. bu da zehirli. aynı şekilde, dokunduğun an lenf sistemine etki edip uyuşturuyor, felç ediyor filan. bunlar biraz da "her gördüğüne atlama, her şeyle elleşme" notumuzdu.



"3 metreye kadar yükselebilir" adlı eser
bir sonraki durağımız "termite mound" denen, bir nevi devasa karınca yuvası. belgeselini izlemişler olarak pek bir heyecanlandık. şimdi karınca deyince insanı kaşıntı basabilir; ama bunların insanlarla işi yok, tahta kemiriyolar genelde. efendim içinde tabii kral ve kraliçe karıncalar var, el kadarlarmış. kraliçe mütemadiyen yumurtluyor, işçiler de habire bu kuleyi yükseltiyor. kaskatı, beton gibi. içi hem yuva, hem de mantar tarlası! karıncalar selüloz sindiremedikleri için bitkilerden tam fayda alamazmış. bu tepenin dibinde selüloz sindiren mantar yetiştiriyolarmış. karıncayiyenler filan sıkça saldırıyor, koloni hemen yama yapıyor. eğer başarılı bir saldırıysa boşalan bu kule daha sonra yılan, kemirgen yuvası filan oluyor. koloni dağılıp yuva öldüğünde, yerli halk bu sağlam malzemeden tuğla yapıp evinde kullanıyormuş. her ağacın dibinde, yol kenarlarında bir heykel gibi, bir küçük tapınak gibi yükseliyordu. böcekleri sevmeyebilirsiniz; ama gökdelen dikip tarım yapan versiyona saygı duymak kaçınılmaz. bu yüksekliğe 3 ayda gelmesi de dip not.

 neyse efendim, bu dolanıp durmalardan sonra onlarca kuş yuvası olan bir ağacın yakınına arabayı park ettik, kahvaltımızı ettik. bu arada hava bulutlu olmasına rağmen biraz daha aydınlandı. haliyle bu ot-kuş-böcek maceramız çeşitlenmeye hazırdı.

arabayla o impala senin, bu kuş benim gezinirken, akbaba gördük. buralarda akbaba "action" demek. tam gaz o tarafa sürdük. bir anda 14 tane yabani köpek (yaban köpeği?)! yeni avlandıkları için hepsinin karnı iyice şişmiş, gölgede dinlenen bir aile. bizden korkmayan tek hayvan, sahiden köpek gibi, sopa atsan getirir gibi. Sadece Afrika'da yaşıyormuş; en yüksek sayıda oldukları yerlerden biri de Selous. Etçil olan memeliler arasında tazmanya canavarından sonra en güçlü ısırığa sahip hayvanmış; ama biz gördüğümüzde oldukça uysal ve hatta oynanabilecek gibilerdi. kamp alanındaki diğer misafir olan fotoğrafçı rob sabah 6dan itibaren bölgede yabani köpek arayıp bulamazken bizim 14'lü aileye denk gelmemiz şans oldu.

bu arada habire sinek ilacı sürdük, yeniledik, tazeledik. arabada gitmediğiniz sürece kaçışınız yok, çeçe sinekleri ısırıyor. "ısırmak" doğru tabir; en saçma yerlerinizi ısırıp acıtıyor, saplanıp kalıyor, rahatsız edici bir hayvan. uzaklaştırmak da imkansız. en son, arabanın en rüzgarsız yerine saklanıp bizle seyahat ettiklerini ve her duruşumuzda saldırdıklarını fark ettik. ısırılıyorsunuz, şişiyor, kanatana kadar kaşımak istiyorsunuz filan. onun için ısırık sonrası kremler en mühim şey.


 zürafa komik bir hayvan, genellikle kuru birağacın, çalının filan arkasına saklanıp şekildeki gibi sizi izliyor. böyle yazınca normal gibi; ama değil, bakışıyorsunuz. hızlı koşabilen ama genelde süzülerek hareket eden bir hayvan. eğer bakmakta ısrarcıysanız, "of iyi ben gidiym" diyor ve aheste bir şekilde, salınma- süzülme arası bir şekilde koşuyor. büyük, çok büyük. tekmesiyle aslan öldürebilen; ama bir yandan da su içmek için her eğilişinde kalbi durma noktasına gelen bir hayvan. yavru varsa, hep biraz uzağındalar; yırtıcı hayvanlar anne-babayı görüp yakalamasın diye.


zürafa denen bu güzelliği görmenizi sağlayacak şey: akasya çalısı. azot açısından çok zengin olduğu için hem hayvanlar tercih ediyor, hem de etrafındaki toprak çok verimli oluyor. bu sipsivri dikenlerinin içi bir tür böceğin yuvası, barınma karşılığında zürafaların burnunu filan ısırıyormuş. her şeye yetişebilecek bir hayvanın bunca zahmete rağmen akasya diye diretmesi de ayrı bir olay.



sonra efendim, büyükbaşlardan, "çamurda serinleyen yaban domuzu ailesi":


(AGHHH! yazı bitmek bilmiyor. iyiydi güzeldi diyp kesmek üzereyim.)

Efendiiiim, hava iyice ısınınca, öğlen 1 gibi kampa geri döndük, yemek yine pek bir güzeldi. saat 4'e kadar dinlendik, anca kendimize geldik. arazi aracı insanı aptala çeviriyor. bu sefer kampın hemen yanındaki nehir boyunca dolaştık, gün batımına kadar 1-2 saat geçirdik. balıkçı kartal denen bir kartal türü var, sadece balıkla besleniyor. diğer kartallara göre 2 kat daha fazla yaşıyormuş, kırmızı et yerken aklınızda olsun. araçla dolanırken, ayağım büyüklüğünde kemiklere denk geldik, kafatasını da görünce anlaşıldı ki zürafa. ayağım kadar olan şey boyun omurlarından biriymiş.

su aygırlarının bitmeyen haykırışları eşliğinde turumuzu attık. nehir kenarında 1800lerden kalma bir köyün kalıntıları da vardı, yüzeyde seramik parçaları filan bulmak mümkün. toprak kayması çok sık olduğu ve dere yatağı böyle genişlediği için, tahmin edilen şey köyün bu şekilde yok olduğu. yakınımızda bir mezar taşı vardı, köyün esas merkezinin de şu an nehrin ortasına filan denk geldiğini söyledi rehber.


Dolandıktan sonra kendimize açık bir düzlük seçtik, portatif masamızı kurup serengeti biralarımızı açtık, gün batımını beklemeye başladık. çok bekletmeden, tüm renkleriyle geldi, tüm göğe kuruldu. 360 derece fotoğraf çekebilmek isterdim, tarifi zor bir şey. ufuk çizgisi nerdeyse ayağınızın altında.

arkamızdaki manzara, önümüzdeki manzara
sonrası kamp. akşam yemeğimiz nehir kenarına kurulmuştu, etrafı da minik fenerlerle aydınlatılmıştı. nehir kenarı dediğim, zevkle suda oynayan su aygırlarından 20-30 metre mesafede yemek demek. dolunay varken, tüm nehirde parlıyorken yemek zaten çok lezzetli geliyor insana.

ertesi gün, büyük gün: tam günlük tur. erken yattık ki enerjimiz olsun. çok çok iyi bir kararmış.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

gün 0: uçmalara doyamamak, bir türlü varamamak

Eveeeaatt başlıyoruz.

Tanzanya'ya doğru: 30 Haziran / 1 Temmuz. uçuş ve varış.

Akşamüstü sırt çantalarını yüklenip önce Paddington'a, oradan da Heathrow'a gittik. Kişi başı 10 kg ile gayet hafif seyahat ettik aslında. Beklerken bir şeyler yemek için bi italyan restoranına girdik, bir yandan da Wimbledon maçını izledik. Atatürk Havaalanındaki fiyatları biri bana açıklasın, ortalama bir pub fiyatını aşmıyordu bizim yediklerimiz.

dubai havaalanında suni vaha
Biz Emirates ile Dubai aktarmalı olarak Darüsselam'a uçtuk. Londra- Dubai uçuşumuz 15-20 dakika rötarla başladı. Uzun; ama rahat bir uçuş oldu, herkes Bollywood filmleri izliyordu niyeyse. 7 saatten sonra Dubai'ye indik, Darüsselam için 2,5 saatlik bekleme başladı. Bekleme koltukları şezlong formunda ve pofuduk olduğu için büyük bi keyifle 1 saat filan uyuduk. Dubai Havaalanı, günahım kadar merak etmediğim bir şehri özet olarak anlatabilecek bir yerdi: Fazla yeni,  fazla gösterişli, fazla büyük, fazla suni. Evet, "adamlar yapmış"; ama betonla yapılabilecek çok şey olması beni şaşırtmıyor.

Bekleme süresi uzadıkça biz gerilmeye başladık. Darüsselam'a indikten sonra 1 saat 15 dakika içinde iç hat uçuşumuz vardı, üstelik pırpır bir şeyle. Dubai rötarı 30 dakikayı buldu. boarding yetkilisi olan mavi lensli, esmer barbie ise durumdan habersiz ojelerini seyrediyordu, "aa evet gecikme olmuş" filan dedi, içimi kıyım kıyım kıyarak. Tanzanya'daki uçak firması coastal aviation'ı aradım. "30 dakika kala uçağınız inmiş olursa sizi yetiştiririz" dediler. Biz de saati seyretmeye başladık; çünkü o gün başka uçak yoktu, dar'da 1 gece kalmak istemiyorduk ve arabayla filan gitmek imkansız.

Diğer uçağa tam yarım saat kala Dar'a indik. Bu arada "iç hat terminali"nin öyle hemen yan tarafta filan değil de arabayla 5 dakika mesafede olduğunu öğrendik! Uçağın tekeri yere değdiği an öne koştuk, kabin memuru dahil birkaç kişinin üstünden atladık. iş bitirici coastal aviation adamlarını aradım, sahiden frankie bizi bekliyodu. Pasaport kontrolü, parmak izi filan, yine insan aşarak, kontrol memuruna gülüm gülüm gülümseyerek hızlıca bitti (vizenizi önceden aldıysanız, bir giriş formu doldurup, parmak izi basıp uçuyorsunuz, o kadar). sonra: çantalar. bu kadar lanet bir bekleyiş olamaz. Havaalanı zaten gayet minimal bir durumda, hatta Bodrum Havaalanının ilk yılı gibi diyebilirim. bi bant var, arkasında yükleme yapan adamları görebiliyoruz. Nerden estiyse ben "ya keşke şu arka tarafa geçip çekip alsak çantaları" dedim, frankie bi kadınla konuştu ve oldu! balayı kavalyem ve cankurtaran frankie 16 ayrı kamyonda tek tek çantalarımızı ararken ben pilotla telefonda "bi 10 dakika daha memedalibeeeey" yalvarışlarındaydım.

uçağın içinden, bizim uçağın kardeşi
Beş dakika içinde bi arabaya yüklendik, iç hat terminaline götürüldük, kapıdaki güvenlikten düzgünce geçip koştura koştura uçağa ulaştırıldık. biz yapmadık, onlar yaptı. Uçakta bizim dışımızda sadece 2 yolcu varmış zaten, yarım saat rötarla kalktık. ortalama bi avrupa ülkesi olsa, hatta türkiye'de bile, şu coastal aviation personelinin yardımının onda biri yapılmazdı, hepsine ayrı ayrı minnettarım. uçağa bindiğimiz an diğer yolcular sadece "siz nerden geliyosunuz bu halde?" diyebildi, öyle bir harap bitap hal. Bu arada, Tanzanya Türkiye'yle aynı saat diliminde, akşam 5'te uçuşa hazırdık.



teneke şehir Darüsselam
Sonra, kemerleri bağladık, pilot bize güvenlik çıkışlarını gösterdi ve Selous'ya doğru 50 dakikalık uçuşumuz başladı. Uçaktan korkanlar için heralde çok zor olurdu; ama çok güzel bir deneyimdi. Selous'da diğer iki yolcu bizden önceki durakta inince (durak diyosam, açık arazide birkaç yer karosu) yolculuğun son 10-15 dakikasında pilot bize gösteri yaptı, yan yattık, pike yaptık filan. Uçuş boyunca, yerden yükselen duman ve turuncu yangın hatları vardı. Kurak mevsim çalı yakma zamanı; doğru yapıldığında doğaya faydalı olan; ama çoğu zaman kontrolden çıkan, tartışılan bir yöntem, ama bu uzun bi hikaye. 50 dakikalık bu uçuş karadan olsa heralde 15 saat filan sürerdi; bu bölgede "yol" kurumuş dere yatağına denk geliyor; ama o ayrı bir hikayenin konusu (bu arada, Blogger'ın fotoğraf yerleştirememe işkencesi bitmiyor, eğri büğrüyse affediniz).


Ufukta Selous
 Rufiji Irmağı



***

Selous'da bir uçak "pist"i
Neyse, uçak nihayet bizim durağımız olan Simbazi pistine indiğinde hava kararıyordu. Ekvatora yakın olduğumuz için güneş biz oradayken hep 6:15 civarı doğup 18:15 civarı battı, 12 saatten şaşmadık. İndiğimizde bizi, 4 gece kalacağımız "lüks çadır kampı"nın (Amara Selous) işletmecisi ve personeli gülümseyerek karşıladı, bembeyaz örtülü bir masa, şampanya kadehlerinde kokteyl ve ufak atıştırmalıklarla. O anki mutluluğumuzu anlatamam, ana kucağı gibi. Bize ıslak havlu ikram ettiler, kendimize geldik. Kokteyl alkolsüzdü (pilot da içebilsin diye); ama pek bi hafifti. Fotoğraf yok, mest haldeydik. Geç indiğimiz için gün batımı öncesindeki kısa turu kaçırmıştık, arazi aracıyla 2 dakika sonra kamp alanındaydık.


gün batımı deyip geçtiğim şeyin aslı.
Kısa bir hoşgeldiniz sohbetinden sonra, çadırımıza kadar el fenerleriyle eşlik edildi, akşam yemeği saatimizi sordular, 1 saat dinlenme izni istedik. Kampta bizden başka bir de yaban köpeği fotoğrafçısı bi adam kalıyordu, rahattık. Bize gece odadan asla yalnız çıkmamamızı, gerekirse telsizden birini çağırmamızı, onun eşlik edeceği sıkı sıkı tembihlendi. Kamp alanı, Rufiji ırmağının bir kolu olan Ruhaha'nın hemen dibinde, etrafında hiçbir çit, duvar filan yok. o yüzden tatlı su içmeye gelen hayvanlar kamp alanına yaklaşabiliyormuş. Genelde impala vb zararsız hayvanlar; ama ırmağın müdavimi su aygırları dehşetengiz hayvanlar olduğu için böyle bir önlem var. Vahşi doğada en çok insan öldüren hayvan su aygırıymış; çünkü korktuğu an o 3 tonluk cüssesiyle son hız koşuyor, koşarken de aklında tek bir şey var: suya ulaşmak. koşan vinç gibi bi şi. bu uyarıyı kocaman gözlerle yaptıktan sonra "ama korkmayın, bi şi olmaz" demeleri de bi garipti tabii.

bizim fakirhanenin arka tarafı.
"Çadır" dedikleri için insan ne bekleyeceğini bilmiyor, fotoğraflara rağmen. kocaman bir oda, bir o kadar da büyük banyosu vardı, sirk çadırı ebatları. yandaki foto oda kısmının, sağ tarafta bi de banyo var. 3 tarafı açık, sadece fermuarlı sineklikle çevrili. Odanın kendine özel minik bir havuzu da vardı, küvetten hallice ama tam nehre bakıyor. Gün içi serinlemesi için. Kurak mevsim olmasına rağmen nehir tam gaz çağlıyordu, su sesi çok rahatlatıcı. Siz havuzdayken su aygırı nehirden su içiyor filan. Etrafta sürekli bir hayvan sesi, bir hışırtı, tıkırtı vardı, insan ilk geceden sonra alışıyor.

ufacık tefecik havuzcuğumuz.
  Yemekler konusunda çekincelerimiz vardı; ama ilk akşam yemeğinden itibaren Amara resmen döktürdü. Swahili mutfağının ortalama bir turist ağız tadına uygun versiyonuydu. Garsonumuz anlatılmaz bir kibarlıktaydı, çok da matraktı.  çorbası, ana yemeği, tatlısı, kahvaltısı, öğle yemeği her şeyi, hep güzeldi. Şaraplar güney afrika şarabıydı, onlar da mis gibiydi. Ayrıca her gece akşam yemeğini farklı bir yerde hazırladılar, ambiyanstan ambiyansa savrulduk. On üstünden on verebilirim rahatlıkla.
 

Kampın işletmecisi güney afrikalı peter & anita çifti. Daha önce g.afrika, ruanda gibi ülkelerde çalışmışlar. kamplarda işletmeciler genelde 1 yıl sonunda gidermiş, 7 yıl gibi bi rekorları var, amara'da da 3. yılları. ikisi de fotoğrafa pek bir meraklı, bir de astronomiye. kampın 2 yerinde nehrin ötesini izlemeniz için 2 küçük teleskop /  büyük dürbün vardı. kampın bir de ana havuzu var, bölgede havuzlu tek kamp imiş. ilk akşam yemeğimizi burada yedik. fotoğrafın sol tarafındaki yer de öğle yemeği terası. bir de burada görülmeyen, arka tarafta bir teras var, dev bir oturma odası & internet noktası.

kampın ana havuzu ve yemek alanı, iphone titrekliğiyle.
yemekten sonra rehberimizle tanıştık, ertesi günün planı yapıldı. ilk gün "yarım tur"la başlamaya karar verdik: sabah saat 6:30'da yola çıkıp öğlen yemeği için kampa dönmeye, sonra öğleden sonra 4 gibi gün batımı için yeniden yola çıkış. refakatçi eşliğinde odamıza bırakıldık. biz yemekteyken oda sinek için ilaçlanmıştı, eşyalar toplanmıştı. her  fırsatta oda temizlenip toplandı zaten. fonda hayvan sesleriyle, "o hışırtı ne?", "sen de duydun mu?", "bu ses yakından mı yoksa nehir yankı mı yapıyor?"larla, tüm yorgunluğumuzla uyuduk. ertesi sabah öğreneceğimiz basit bir şey vardı: insanın afrika'da en yakından tanıyacağı "vahşi hayvan" kaçınılmaz olarak çeçe sineğidir.

***

ilk gün budur. giriş uzun; çünkü anlatacak çok şey var. sabrediniz.

15 Temmuz 2012 Pazar

32 kısım, tekmili birden tanzanya günlüğü

Döndüm! böyle yazınca ne kolay, dün otelden çıkışımızla bugün eve varışımız arasında 24 saat vardı oysa; 3 ayrı uçak, bekleyişler, bekletilmeler falan filan. Sabah Heathrow'da her şeyi 40 dakikada halletmek iyi geldi, bi olimpiyatımız eksikti çünkü.

Londra bıraktığımız gibi, 2 derece bile ısınmamış; ama güneşle karşılayacak kadar da düşünceli. Gelir gelmez yağmuru kaldıramazdık. Bugün büyük bir aşkla türk mutfağına sarıldık, kahvaltıda peynir, zeytin, domates mühim şeyler. yorgun ve ayılmaya çalışarak geçti. toplam 1300 tane mi ne fotoğraf var bi de, kaçı gerçekten fotoğraf, kaçı titrek tekrarlar filan, onları ayıklamak gözümde büyüyor.

Sana laflar hazırladım blog, hepsini yazacağımdır. Biraz kendime gelmeliyim, heralde yarına. Korktuğumuz gibi olmadı; yağmur yağmadı, o iyiydi. onun dışında aklımızın ucundan geçmeyen aksilikler de oldu tabii, uzun hikaye. Sırt çantaları çok işe yaradı, bel şikayeti sıfır. yola çıkmadan önce türlü çeşitli ipucu veren herkese çok teşekkürler, hepsine sıra geldi, hepsi işe yaradı.

Tatille ilgili özet de şudur: okyanus, zanzibar güzel tabii, evet; ama o afrika çalıları var ya hani, işte o başka. ışığı başka güzel, kendi başka güzel. orası ayrı bir yer, gökyüzü bile daha geniş sanki, ufuk çizgisi ayağınızın altına devam ediyor. benim kahramanım zürafalar oldu, şansıma bol bol da gördük. ağır ağır, kuğu gibi süzülerek incecik, kuru bir ağacın arkasına saklanan (saklandığını sanan) bir zürafanın sizi izlemesi ve fotoğraf çekmeyi bıraktığınız an uzun uzun bakışmak kadar güzel bir şey yok. okyanus kusura bakmasın; hiçbir turkuaz tonu buna denk gelemiyor.

dedim ya, anlatacağım. çok da uzun olacak - arkası yarın.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker