15 Haziran 2012 Cuma

derecelerden 15, durumlardan yağmur

giderek post aralarını açıyorum, hayırlısı. yüzkırkkarakter'in laneti.

blog aleminin kraliçesi jelatin hanımcığım memlekete ayak bastı ve şenliklerle kutladık. o önce bi kuzeye çıkıp iskoçlara selam çaktı, sonra londra semalarına geldi. onun şerefine 2 gün güneş bile açtı, inanamadım. kendisi her zamanki haliyle, ışık ışık, heyecanlı ve eğlenceli. iyi geliyor.

*


londrayı ben küçük şeyler yüzünden seviyorum. mesela festival alanında vegan ve vejetaryenler için özel yemek standları olduğu için. bu bile yeter. evin dibindeki parkcığımız orta boy sayılır, hyde park'ın üçte biri filan. bu parkın dörtte birine kurulan "küçük" festival alanı, efes one love alanının yaklaşık iki katına denk geliyordu (matematik yeni bi deterjan mıııı). çimenlerin üzeri, halkın. o park, halkın. büyük, geniş ve halkın. o oyuncaklar kırılmıyor, o ağaçlar kazınmıyor, o köpek pislikleri yerde kalmıyor; çünkü park bir otoriteye, devlete, belediyeye, polise değil, halka ait. vandallık elbet var; ama yaygın değil. park var, yeşil var, bi nefes almalık molalar var.


festivale dönelim. yemek bölümleri düzgünce düzenlenmiş, tuvalet nerde diye debelenmiyorsun, en az 5 ayrı tuvalet alanı ve devasa tabelalar var. birçok sahne kurulmuş, çöp kutusu arayıp bulamama gibi bir şey yok.  içki satışı çok düzgün, "sadece bira, soft içecekler, bira ve cider" filan gibi dev yazılar asılmış. standlar edeplice yerleştirilmiş, ayağını basacak yer bulabiliyosun, çimler işgal altında değil. kocaman ilk yardım çadırları, 2-3 tane. acil bir şey olduğunda gidebiliyorsun. efes one love'da birini kesseniz gazlı bez bile bulamazsınız bence. eğlendik mi, eğlendik. sefil olduk mu, hayır. üstelik aralıksız yağmura ve çamura rağmen. benim sidik kesem böbreğimin yarısı kadar olduğundan, böyle yerlerde tuvaletleri tavaf etmediğim olmamıştır. hiçbiri tıkanmadı, gecenin kör vaktinde bile temizdi.neyse işte, küçük şeyler, olması gereken şeyler.

her haftasonu tonla pazar kurulan bir şehirdeyim. portobello'yu filan geçtim, bizim buradaki mahalle pazarımız bile canımın içi. gayet sade ve düzgün. çilekse çilek, elmaysa elma. yemek de satılıyor, meyve- sebze de, el yapımı kartpostal da, kıyafet de. hepsi var. çok küçük bir alan; ama dağınık değil. "burası da bu kadar işte" bir yer. fazlasına, sıkıştırmaya, sokuşturmaya çalışmıyor kimse. pazarcılar da öyle zevkine stand açmıyorlar, bohem yaşam peşinde değiller. o paraya, o satışa ihtiyaçları var. mesela kendi armut suyunu yapıp satan bi genç çift vardı. plastik bidonlarla, şişeyle de satabilirler değil mi? hayır. kendi etiketlerini yapıştırdıkları yeşil renkli cam şişelerde satıyorlar. etiket de şu: bir sürü armut fotoğrafı ve "bizim bahçenin armudunun suyu" yazısı. bu yani. bu kadar. konu armut, o armutun muhteşem suyu ve evet, bi zahmet azıcık özen. mesela, festivalde makarna satıyolardı. arkada resmen bir kazan makarna, muhteşem bi peynirle karıştırılıyor. sonra 3 farklı malzeme- sos çiftinden birini seçiyosun, bi kaba koyup üstüne malzemeleri atıveriyolar; ama en sondaki kapanış hep aynı: taze kekik. çünkü mesele lezzet.

bir diğer sevdiğim şey, ürün etiketleri. merhabaaa, ben burjuva gülü! yok ama sahiden. şampuan veya meyve suyu fark etmez, rahatlar, esprililer, mesajlarını veriyorlar. "şampuanın mavi olduğunu görünce korkabilirsiniz. hayır bu bir eşek şakası değil, okaliptüs" yazıyor mesela. "dikkat! muhteviyatındaki okaliptüs sebebiyle rengi mavidir, boyamaz!" da yazabilirdi asker asker. sonra pek bir sevgili, pek bir ingiliz innocent meyve suları. "olimpiyatların resmi meyve suyu biziz. bununla ilgili hava atmak yerine sizi göbeğinde fındık kıran şirin bir kunduzla baş başa bırakıyoruz" yazıyor şişenin üstünde ve evet o kunduz fotoğrafı orada! meyve suyunu bırakıp şişeyi zevkle okuyabilirsiniz ve eğlenebilirsiniz (heeepsi burda). on bin meyve suyu dizin, ben yine innocent'ı seçerim, istediğim aroma olmasa bile; çünkü innocent samimi. bu kadar basit.

zerafet pahalı bir şey değil, gözle ilgili bir şey. o kazulet plastik sandalyeler yerine üstüne minder konmuş (veya konmamış) elma kasasını tercih edebilmekle ilgili bir zevk. "salaş"tan tek anladığı "armut puf" olmamakla ilgili. güzel bir ortam yaratmak, bir oh dedirtmek ama bağırtmamakla ilgili. az biraz çiçek, biraz renk demek. abartmamak, incelikli, doğal malzemeler seçmek demek. bir italyan tanıdığımız "türkler pikniğe veya plaja giderken yanında resmen mutfak taşıyor, dolmalar, mangallar filan. erkekler eğleniyor, kadınlar yine mutfakta" demişti, "güzel bi sandviç hazırlayıp getirseler, birlikte eğlenseler daha iyi değil mi?". işte öyle bir durum var: araçlara odaklanıp amacı ıskalamamakla ilgili. abartıya gömülüp zevki ıskalamamak lazım. hem bazen insan mangalda usta olabilir ama güzel bir sandviç yapamaz; çünkü hangi tadın neyle güzel gittiğini, malzeme uyumunun inceliğini bilemez. buranın incisi, küçük işletmelerde kullanılan ikea'nın o 1 liralık cam su bardakları, benim içtiğim en güzel kahvelerin, en güzel şarapların bardağı. porselen değilmiş, kristal değilmiş, ne fark eder? en güzel anıların bardağı o.

 ha en şık porselen ve en güzel kristaller de mevcut, farkındayım - yanlış anlaşılma olmasın. lüks mü istediniz, kamyonla yığar valla elizabeth; ama işte sadeyi, rahatı, salaşı da bi o kadar güzel yapabiliyorlar. hangisi hangisinden geliyor bilmiyorum; o lüks ve şaşaa sadeleşmeyi de şıklaştırıyodur belki? emin değilim. yani ne bileyim, kaşıkçı elması ve topkapı sarayı gösterişini, göksu sefalarını filan yaşamış bir milletin plastik sandalye- armut puf ikilisini bi türlü aşamayışını açıklayamıyorum. öyle paralar ve biletler bayıldığınız etkinliklerde edindiğiniz "özenli salaşlık"tan bahsetmiyorum ben, sokak arasında, parkta filan karşınıza çıkanı diyorum.


misal, şehrin en güzel pizzacısı. taşınmış, azmedip bulduk. kendisinin bir adı, tabelası filan yok. içki ruhsatı yenilenmediği için teneke bardaklarda, gizlice getiriyor şarabı. malzemeleri tamamen organik ve restorana organik olmayan bir yiyecek sokmanız yasak, mutfakta karışabilir diye. incecik bir hamura yapılıyor pizzalar; aslında bildiğin lahmacun hamuru. lahmacunun telif hakkını elinde bulunduran bir millet olarak üzerine alafranga malzemeler koymayı akıl edemeyeşimiz bizim şaşkınlığımız. törkiş pizza diye debelenirsin sonra, elalem italyan lahmacununu keşfetmiş! neyse işte, pek lezziz. restoran giriş kat, atölye gibi, emlakçı bürosu gibi. giriş tamamen cam ve küçük. kapı ortada. sağında ve solunda, 12 kişilik 2 tane ahşap masa ve banklar var. duvarda harika bir kolaj var, dergi fotoğraflarıyla filan yapılmış, fotoğrafını çekmek yasak. arkası da mutfak. nemruttan hallice italyan bi teyze gelip bi kağıt bırakıyor: menü. sonra siparişi alıyor ve uzun uzun, içki ruhsatı sürecine söylenerek açıklama yapıyor. en az bi 15 dakika sonra, şahane pizzanız geliyor. kıçınız rahat değil, sırtınızı bile yaslayamıyorsunuz, çantanızı koyacak yer yok. masanızı 10 kişiyle, dip dibe oturarak paylaşıyosunuz ve çok mutlusunuz: çünkü her şey çok lezzetli ve fiyatı da makul. bu kadar. dışardan bakıldığında parmak boyası yapan anaokulu öğrencileri gibiyiz: herkes masaya eğilmiş, pür dikkat uğraşıyor, çıt yok.

londranın güzel yanı, bazı şeylerin bitmesi, az olmasının kıymetinin bilinmesi. en sevdiğiniz kafede en sevdiğiniz kekten kalmamışsa, siz geciktiğiniz için. burun kıvırmanın anlamı yok; çünkü onun lezzeti günde sadece 10 dilim hazırlanması, özenerek, incelikle yapılması. bir dahakine artık. yoksa yok, bitmişse bitmiş. hatta bu bitebilirlik kıymet katıyor ki zaten iktisat bunu emreder; elmaslar ve sular meselesi. bitmeyen kaynaklar arıyorsanız en yakın süpermarkete girebilirsiniz.

genelde yemek üstünden anlattım örnekleri; ama her şey için böyle. kurşun kalemden, saksı çiçeğine, "dükkanımız kapalı" yazısına. o yüzden böyle minik minik, gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekip yutmak istiyorum. gözüm emsin, sindirsin, hazmetsin.

*

burası da cennet değil, evet. kısa süre içinde hastane veya polisle muhatap olunmaması gerektiğini anladık burda. maalesef, muhatap olmak gerekmişti. yavaşlar, beceriksizler ve bence vicdansızlar. vicdandan kastım, "yazık" faktörü. yazık diye bir şey yok. yoldaki yaşlı amca size bi hemşireden çok daha yardımcı olabilir; çünkü o yazık diyebilir; ama hemşire işini yapıyor. insan işine acımaz; ama hastayla alay edebilir. polis mesela, tüm işini size yaptırabilir, kendi de ilkokul öğrencisi gibi iki elini iki yana açıp "ay napsak kiiii?" diyebilir. mesela. çünkü dürtmeden olmuyor hiçbir şey. özellikle hastane ve doktor işi sahiden çok yavaş. o yüzden evde resmen 3 dev kutu ilaç var, mini bir eczane stokladık. umarım işimiz düşmez.


*

15 gün sonra yola çıkıyoruz. toplamda 13 saat filan uçacağız ve konuyla ilgili vaatler şöyle:





 (bu muhteşem foto yerleştirme için blogger ara yüzüne teşekkür ederim, aman diym geliştirmeyin.)

heyecanlıyım demek az kalır, idrak edemiyorum. o vaatler yerine gelmezse de çok üzülmem sanırım, yerine gelebilecek şeyler için bile heyecanlıyım. aşılar, vize filan tamam. bi tek sıtma hapı kaldı ki o da kolay. telefonları ayarladık, saat başı hava durumu kontrolündeyiz. sanırım bi tür ingiliz tiki, burada edindim. mesela  1 saat içinde londrada yağmur başlaması pek muhtemel, o yüzden izninizle, ufaktan gidiyorum.
al işte bunu yazdım ve gök gürledi.

16 yorum:

Adsız dedi ki...

tamam sevdiğini gördüğünü anlat severekde okuyoduk da artık bi yerden sonra fazlaca iç baydığının, hayranlıktan dibinin düştüğünün, tok evin aç kedisi gibi görgüsüzlüğe doğru gittiğinin farkında mısın? ilk kez yurt dışına gittin sanki. mahalle aralarındaki samimiyeti, annem poğaça yaptı size de gönderdi sıcaklıklarını herşeyi unutmuş nefret etmişsin buralardan. umarım komplekslerini ingilizlerle paylaşmıyosundur, bizim hakkımızda ne düşündükleri değil derdim, umurumda değil zaten de, sana nasıl bakacaklarına dertlendim sadece. opeir kızları gibi ağzın açık kalmış. heralde kendine güvenenen görgülü tek yerleşen bendim ingiltereye demek zorundayım... sevgiler. incitmek için yazmadım, hakikaten baymışsın...

deryik dedi ki...

valla oralardan nefret etmedim, aksine fazlasıyla özlüyorum. iki post aşağıda "memleketin kıymetini bilin" yazmışım ben. geleli 3 ay bile olmadı, kafama taş düşmedikçe bi şi unutmam mümkün değil. sadece özlediğim şeyleri sürekli yazmanın bana bir faydası olmuyor. ne yapmalıydım, "bugün vatan hasretinden şöyle yamuldum, ingilizler de şöyle kötü zaten" bayrağı mı sallamalıydım? o zaman ne tür bir kompleks teşhisi konacaktı?

mahalle aralarındaki samimiyeti unuttuğum falına nerden bakıldı anlamadım. plastik sandalyeler bana hep çirkin geldi; bir ahşap tabure değiller.

ağzım açık da değil çok şükür; sadece beğendiğim ayrıntılar var ve evet, bunlar çok sıradan ve çok basit şeyler. öyle olmalarını beğeniyorum zaten, sıradanlıklarını. hollandada yaşarken de beğendiğim, beğenmediğim her şeyini yazdım. tok evin aç kedisi olsam, londra gibi bi yerde yalanacağım şey elma kasası değil. işi gücü bıraktım, sokaklarda aval aval geziniyorum sanmışsınız galiba, oysa çok başka dertlerim var.

ayrıca tüm bu "kültür"ün maliyetinin fazlasıyla bilincindeyim; şimdi değil, geçmişten bugüne gelen bir şeyden bahsediyorum. aşırı tutucu ve ırkçı tarafları da var. küresel çevre politikaları da fazlasıyla yanar döner. çok merak ediyorsanız, ingilizlerle bunu konuşuyorum. bi de bunca zamandır ana spor dallarından hiçbirinde adam gibi bi performans sergileyemediler; ama olimpiyatlar burda. bunun geyiği dönüyor.

ha 6 yıldan sonra baymışsam, olur o kadar ya, her şeyin bi ömrü var. bu blogunki de 6 yıl olsun, ne fark eder? makine değilim sonuçta. makine olmadığım için de blogumda okuduğunuz şeyler benim hayatıma denk gelmiyor. her düşündüğümü, her konuştuğumu buraya yazmıyorum veya buraya yazdığım şeyleri herkesle konuşmuyorum. sürpriz!

adsız yorumların görgü ve özgüvenini her zaman ayrı bir severim. kilometreler ötesinde bir ekrandan, elin ingilizi benim hakkımda ne düşünmüş, dert etmeyin bence. ben etmiyorum.

ha bir de aklınızda olsun, böyle bir üslubu tercih edip sonunda "sevgiler" demek çok samimiyetsiz; sandığınız gibi sözlerinizi dengelemiyor. "incitmek için" yazınca arkasında durun, samimiyet esas burda ve sahiden, dert değil. alt tarafı bi yorum bıraktınız.

jelatin dedi ki...

ya ben de tam dün, sen instagram'da 5000 sene öncesinin londra haritasını paylaşırken, "çevresine ilgili, estetik detayları seven birinin farklı bir şehir hakkında yazıp çizip durması ne güzel ya!.." diyordum. içimden geçiriyordum. insanları, yüzlerine karşı övme konusunda tam bir domuz olduğum için dememiştim. (ben çocuğumu da uyurken seviyorum.) demek ki benim böyle hissettiğim bir şeyleri "görgüsüzlük ve iç bayıcı" bulan kimseler de olabiliyor. karakter meselesi bence...

ne diycem, belki çok "blogger'ın türkiye'ye gelişi" zamanlarından olacak, pek de didaktik gelecek kulağa ama: türkçeyi doğru dürüst yazamayan birilerinin yazılı ortamda milliyetçilik taslamasıyla ilgili birtakım endişelerim var. belki sonra bahsederim bundan.

deryikdil, sen bundan sonra sadece vitrinlerin fotoğrafını çek. altında poz ver. piccadilly'de türk kahvesi keyfiiiiiiii :)))888 filan yaz. tamam mı? tamam.

Adsız dedi ki...

Hadi diyelim tersten eleştirdim. Derdim neki sevgiler demek istemesem niye diyeyim, hakikaten sevgilerdi. Şimdi vayyy deryike bak benim yorumu yayınlamış bi güzelde paylamış tüh hiç de kızı sarsamadım yüzüm yer oldu vah vahh... jelatincimin "ne diycem" den sonra türkçe dersine ise gıptayla baktım. sizden öğrenecek çok şeyimiz var kızlar. süpersiniz, hayranız, bayılıyorum, keşke orda olsak yorumlarına devam o zaman. acaba ne demek istedi yada ben biyerde bi şeylerle rahatsız mı ettim demedikten sonra diğer bakış açılarının hepsine açık olmuş olmuyor insan. tam tersine samimiyetsizlikle benim yorumumu yayınlayıp samimi görünmek daha acı... herhalde bunu yayınlamazsın. bu kez sevgiler değil. hep samimiydim.

jelatin dedi ki...

çılgın mısın adsız? ben kendimi orada burada tatlı mı tatlı bir türk insanı, kendine güvenen görgülü filan diye lanse etmiyorum ki? ben mütemadiyen kendimi marie antoinette zannettiğim için türkçemin bozulmuş olması çok normal. kaldı ki internet dili apayrı, genel anlatım bozukluğu apayrı noktalar.

sevgilers.

deryik dedi ki...

birine "komplekslisin, aupairli kızlar gibi ağzın açık kalmış, fazlaca iç baydın" vs demek, bir bakış açısı değil. benim "acaba ne demek istedi?" diyeceğim bir görüş değil; ki öyle yorumlar çok oluyor. bir şeyler rahatsız etmiş ki yorum bırakmışsınız; ama kendi kelimeleriniz görüşünüzü boğmuş. "buldumcuk olmuşsun" demişsiniz işte, özeti bu.

"tersten eleştirmek" ne demek bilemiyorum, "tok evin aç kedisi görgüsüzlüğü" kısmı mı? ben sizi paylamadım, cevap verdim. eleştiri yapıyorsanız, cevaplarına da gelebilmeniz lazım.

ben her yorumu yayınlarım, alışkanlık. zaten "ay bana kötü bi şi dedi!" diye yayınlamamak da pek ergence olurdu. bu onay mekanizması küfür ve spam filtrelediğim bir şey, samimiyet kanıtı değil.

bi de "yaşasın ingiltere!" blogu değil burası, hiç olmadı. ne ben öyle yazdım, ne yorum bırakanlar.

merhababenszn dedi ki...

bense tam tersine, seni ve yazilarini tanimadigi bu kadar belli olan birine, bu kadar uzun uzadiya cevap verme inceligini göstermene sasiyorum. ayrica birinin bloguna, e baymissin, diye yorum birakmanin mantigini da kavrayamiyorum. ama neyse, ben yan odadan dinleyenim sadece, fazla karismama gerek yok. sadece, 2 senedir memleketinden uzak, tek basina avrupa'da yasayan ve kendine sifirdan hayat kurmus biri olarak pek keyifli, pek mutlu okuyorum seni. Iki senede etrafima, etrafimdaki hayata dair hic de böyle ayrintilar kesfetmedim. Aklim, fikrim icimdeki, ruhumdaki seslerde gezdim. o yüzden eger baymissin deyip gidenler varsa, lütfen devam demeden gecemedim. cünkü beni uyanik tutuyorsun. acik kafayi kaldir da etrafina bak diyorsun. yanindakine diyecek lafin olsun diye degil, kendin icin bak ve gör diyorsun. iyi ki de diyorsun.

Adsız dedi ki...

"kendine güvenenen görgülü tek yerleşen ingiltereye" adlı arkadaş, rahatsız olacak onca şey varken senin yazılarından bayılıp rahatsız oluyorsa ;seni paylayıp hizaya sokmaya çalışacağına basitçe "okumasın" yazılarını yahu. dikkatle bakan gören gözüne sağlık, bizimle paylaşan yüreğine sağlık Deryik. eh tabi "kendine güvenenen görgülü tek yerleşen ingiltereye" olunca insan, övülenin şu ya da bu ülke değil, insana saygı ve uygarlık olduğunu kavrayamıyor demekki:)))
Hep

Adsız dedi ki...

deryik ve saz arkadaşları :o) komiksiniz...

Adsız dedi ki...

ilk yorumu yazan adsiz biraz haddini asmis evet ama Deryik siz de her yorumu yayinlamiyosunuz. kufur-spam olmasa da yayinlamiyosunuz. tecrubeyle sabit! tabii blog sizin, keyif sizin.
adli

deryik dedi ki...

Adli, hangi yorummus sahiden merak ettim; cunku su an bekleyen yorum bile yok dogru duzgun. Bazen yollansa da bana onaya gelmeyebiliyor; ama cok nadiren. Bir daha yollarsaniz sevinirim, cok eski degilse eger.

Adsız dedi ki...

Haydi komik saz arkadaslari kontenjanindan ben de dahil olayim kadroya: yazi cok iyi de olmus cok guzel iyi olmus tamam mi! Benim merakim bu pizzacinin adresi, uzunca bir suredir Londra'da yasiyorum ama hic duymamisim, yazinizi okuyunca heveslendim cok, yeri nerede acaba??
Mine

deryik dedi ki...

mine: yol tarifi "shoreditch high street ile red church street kesişiminde" diye var bende, keşfediniz :) teyze italyan değil ispanyolmuş bu arada, yanlış hatırlamışım. bi arka sokakta mı neymiş önceden, taşınmış.

Adsız dedi ki...

Biraz gec oldu ama yeni okudum yorumlari. Normalde adsiz olarak bile yorum birakamayanlardanim (evet yine ben, bu defa az daha cesaretli) ama buraya gercekten yazma ihtiyaci hissettim ki:
Sayende Londra'yi tekrardan sevmeye basladim. Kotu havasi, mutsuz insanlari, ne zaman bir yere yetismeye calissam gec kalan otobusleriyle baya soguyordum ki bu sehirden sen geldin. Artik gormemeye basladigim detaylari gosterdin. Sahi, neden sen yazmadan once sokaga cikip kendi kendime fotograf cekmek aklima gelmiyordu? Su an Tanzanya gunluklerini, sevdigim bir dizinin yeni bolumunu bekliyormus gibi her gun heyecanla bekliyorum. Onlar biter bitmez, Londra yazilarini tekrardan okumak umidiyle,
K.

Adsız dedi ki...

Cok tesekkurler, ilk firsatta denemeye gidecegim!:) Yeni Londra yazilarinizi dort gozle bekliyorum ve ustteki yoruma katiliyorum: bana da bu sehri tekrardan kesif icin heves bulasti bu blogtan:) Sevgiler,
Mine

Aysin dedi ki...

Ne yalan söyleyeyim okurken beni de biraz rahatsız etti, aslında gözlemler gayet yerinde tabii. Deryik TR'de yaşarken yine giydiriyordu memleketin estetik yoksunluğuna ama batmıyordu o zaman. İngiltere'den aynı şeyleri söyleyince farklı hissettirmesi benim kusurum diye düşündüm, sonra yorumlara baktım ortalık karışmış:)

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker