21 Kasım 2011 Pazartesi

...and we're back!

aay ay bu blog bu kadar ara verildiğini görür müydü yahu? sanırım bir ilk. galiba iki parça halinde yazmalıyım? neyse, başlayayım, uzasın gitsin. siz bölerek okursunuz.

- intronun sonu, derin nefes -

neyse, gittim, geldik. ne güzel oldu.

bayram tatili sonunda londra'yla ilişkimin temeli: saygı. korku değil. "çok pis döver" gibi değil de, "çok pis bozar" gibi. hani haydarpaşa merdivenlerinde "seni yenecem istanbul!" dersin de, mesela liverpool street station'da bunu yapsan akabinde "hohoho" diye bi kahkaha patlar gibi. ne bileyim, simpson severler için: bart'tan değil, lisa'dan çekinmek gibi.

o british museum var ya, there's nothing british in it. kimse bana "ama döönnyaaa tarihini eeepimize ücretsiz sergiliyollaa!!" demesin. versin efendim o zaman tur paketlerinin, hediyelik eşyaların parasını! 19. yy sonunda ne halde olduğunu bildiğimiz osmanlının, ingiltereye kafa tutamaması da cahillikle falan açıklanmasın rica ederim. orası çok güzel düzenlenmiş, harika işletilen, örnek bir talanhane.

tapınak vardı orda. koca tapınak. nereid tapınağı. arkasında mesela zakkumlar, lacivertler, begonviller olacak bir tapınak, rüzgarsız, iyotsuz bir odada hapis tutuluyor. biliyoruz bunları, yeni değil; ama peşpeşe görmek dehşete düşürdü beni. karakalem resmini çizen öğrencilere "arkasına deniz filan yapın nolur" diyecektim, yaşlanıyorum heralde, bi şi demedim.
didimden giden heykeller, knidos, bodrumun güzelim mausoleum'u, likya, xanthos, her yer, her şey. yunanistanın parthenon davasıyla ilgili "yunanistan ne istiyor? müzemiz ne diyor?" bilgilendirmesi vardı. istediğini anlatsın, hikaye. minicik ilkokul çocuklarının müthiş bir zevk ve disiplinle resmini çizmeyi denediği her şey, HER ŞEY akdenizin. her şey lacivert ve tuzlu olmalı aslında, gri ve yağmurlu değil. 1 salonluk kuzey-batı avrupa dışında her şey.

hayvanat bahçesi gibi bir şey o müze; içinde zorla tutulanlar hayvan değil mermer heykel, o kadar. dünya mirasını yemişim, yok böyle bir yalan, talan! iç acıtıyor. afrika bölümünü gezerken, bir vitrin dolusu maske vardı. bir tanesi de "beyaz turist maskesi". bildiğiniz, panama şapkalı, hafif kilolu ve sırıtan, vasat amerikalı turist; ama 19. yy'dan. ahşaptan oyma bir maske. bu fotoğraftan tam belli değil. uzun uzun oturdum karşısında, güler misin ağlar mısın?  beyaz adam, törenlerde bir karakter.

neyse, müzenin tamamını gezip bacak ağrısıyla kıvrandıktan sonra, yürüyüş hakkımı şehre ayırmaya karar verdim, başka müzeye gitmedim ve tabii ki 8 günü ingiltereye söverek geçirmedim. oyster sayesinde dön dolaş. piccadilly, soho, portobello, brick lane, thames, columbia market ve ve ve diğerleri. bu arada arkadaşlarla buluşmaca bile sıkıştırdık ki bence çok güzel oldu. buckingham'dan gelen süvarilerin geçidini bile gördüm adamım, kraliçenin de tahttaki 60.yılı, jübilesiydi. daha nolsun? londra, bizim olabilir, olsundur.

- birinci bölümün sonu, çay ve ihtiyaç molası -

müzesi içimi buruşturup atmış olsa da, londra, canımız. bir kere, kaldırım neymiş öğrendim. bizimkiler kaldırım değil, yol tırtığı. yayalar olarak arabalardan tırtıkladığımız ve yerden yükseltebildiğimiz kısımlara kaldırım diyoruz ya, aslında öyle diilmiş o. bir tek arabanın bile işgal etmediği, 4 kişinin yanyana yürüyebildiği, düzgün taşların döşendiği bir şeymiş kaldırım. inanmazsınız, bebek arabası, tekerlekli sandalye filan da gidebiliyor üstünde. çok enteresan bir şey. bi an için sanki yaya olarak varılma hakkınız bile oluyor. yaya geçitlerinin de yoldaki zarif zebra desenlerinden fazlası olması, iç gıcıklatıcı. çılgın ingilizler.

bir de efendim, vatandaş-kamu ilişkisi. bir garip, bir tuhaf. nerdeyse bizimkinin güzelliğinden şüphe edecektim. mesela kraliçe victoria'nın parkı var, tamamı tellerle çevrilmiş, 2012 olimpiyatları için süsleniyor. şimdi öyle bir tel olsa burda, üstünde ne yazar? "yenileme çalışması- girmek yasaktır!" filan, di mi? buradaki versiyon şu:
"hepimizin çok sevdiği yapay gölü şimdilik kuruttuk, temizleyip yeniden doldurup içine balıkları getireceğiz. kurutttuktan sonra çıkan atık toprağı da ilerideki alanda saklıyoruz, uygun bir şekilde bertaraf edeceğiz. hepsi bittikten sonra parkın bu bölümü aşağıdaki canlandırma resmindeki gibi olacak" - AÇIKLAMA!
höt zöt değil, resmen izahat! ayrıca "yapılmaktadır- edilmektedir" tipi bir soğuk savaş emir-komuta zinciri diliyle değil, "biz" diyerek, samimi bir şekilde. dünyam şaştı.

"sen anlamazsın, uzak dur salak!" değil, uzun bir hesap veriş; çünkü o park, vatandaşın. çünkü o parkı tellerle çeviren kamu birimi, vatandaşı o göl etrafında dolaşmaktan alıkoymuş gibi hissediyor kendini, açıklıyor: sizin için, bunu şunu yapıyorum. park, belediyenin, valiliğin adım basmamıza izin verdiği özel mülkü değil yani, bildiğiniz vatandaşın alanı. devlet, vatandaşa bu kadar basit bir şey için bile 4 paragraf izahat verebiliyor işte canım blog. sen daha otur, vatandaş ne, devlet kim, kamusal alan filan. "kamu"sal alan budur işte: park. o parkın, öncelikle benim oluşu, benim bile olabilişi.

hyde park'ın umumi tuvaletini ayrıca yazmam lazım. bugün, benim diyen restoran bu kadar temiz değil istanbulda. adamlar neyi nasıl ve ne hızla temizliyor bilmiyorum, en kalabalık metro ve otobüs duraklarının dibinde ve hyde park'a bağlı tuvaletin hem kadın hem erkek bölümü az önce kullanıma açılmış gibi temizdi, sıcak su akıyordu, el kurutma makinesinin enerji verimliliği konusunda yine uzun bir izahat vardı. fotoğrafını çekmediğime yanarım. sabiha gökçen havaalanı ise sabah 8de bile kokan ve girilmez halde olan kabinleri için "ah bizim insanımız pis işte, ondan bu rezillikte tuvaletler!" demenin ötesine geçmiyor mesela. yoksa hyde park'a hep lordlar ve düşesler gidiyor, İSG yönetimi haklı. bu vesileyle söyleyeyim, "bizim insanımız pis" kadar aşağılık bir savunmayı bana yapan yetkiliyle sabah güneşi eşliğinde kavga ettik.

londra derken: sonra mesela en alakasız otobüs durağında bile oradan geçen hatların her bilgisinin yer alması, bilgi kağıdı olmayan panoda ise "bu metni okuduğunuza göre bilgilendirme yazısı yok demektir. lütfen hemen xxx nolu telefonu arayın, nerde olduğunuzu söyleyin, telafi etmemize izin verin. elimizden geleni yapıyoruz, sizlerin desteğiyle daha iyisini yapacağız. teşekkürler." yazması. ben de işte böyle "aaa vatandaşlık demek böyle bi şiiiii...." diye aval aval dolandım.

bunun dışında, yılbaşı vitrinleri, bonfire neşesi, müzikaller, kabareler, bira bira bira efendim. bir de en bi havalı doğumgünü hediyelerim. 8 gün azdı; ama dolu bir girizgahtı. üstelik, londra en güzel haliyle 2 kişilikti.

- ikinci bölümün sonu, ana öğün yenebilir-

sonracığıma, istanbula geldiğim gibi ertesi gün yine gittim: cannes. 2 gün boyunca en bir angarya şekilde çalıştım ama bi yandan da her türlü deniz ürününü yedim, isilik dökmekten korksam da bir şey olmadı. salyangoz güzel bir şeymiş, çekirdek gibi yenebiliyormuş. 2 michelin yıldızlı aşçı yemeği bile denedim; ayrıca fiyatları da öyle uçuk değildi. sağolsun şef yemekten sonra bize mutfağı ve köşkünü gezdirdi. 

cannes'da hava çok güzel ve güneşliydi efendim, gerçi ben vampir gibiydim ama camdan bakınca güzel görünüyodu. yine de işte, anılarım genelde akşam yemeğiyle ilgili. bu arada çok yakınımdaki mariage freres mağazasını gördüğümde çoktan kapanmış olması, hüzünlü bir tesadüf. neyse efendim özetle cannes, lüks ve şaşaa içinde yaşayıp gidiyor.

dönüş yolunda air france ve CDG kardeşlere doya doya söverek, aktarmalı iç hat rötarı yüzünden istanbul uçağını kaçırıp 6 saat pariste havaalanı kuşluğu yaptık; gerçi la durée'li bir havaalanı ve yedi adet dekorasyon-tasarım dergisi ile vakit beklenenden hızlı geçti. sonra bi saat daha rötar. 

sıfır uyku ve istanbul, ev, 2 saat uyku ve ankara. uçuşumu iptal edip yarım saat sonrasına bilet kesen; ama bana bilgi vermeye gerekli görmeyen sevgili thy, o yorgunluğun üstüne tuz biber oldu. tam 24 saati yolda geçirerek kendimden ve oturmaktan sıkıldım. zaten paris-istanbul uçağında bi ara koridorda koşmayı bile düşündüm, onun yerine şarap içtim.
yine de yollar güzeldir ve kitaplarlarlar okunur. şikayetim bel ağrısından, başka şey değil.

- üçüncü bölümün sonu, yemek üstüne bi kahve fena olmaz -

esenboğa havaalanının kazuletliği beni üzüyor. çok "şık" olabilir; ama batılılaşmanın şapka takarak olmadığını geçen yüzyıl öğrenmiştik sevgili dostlar. ödül de almış olabilir, her 5 kişiden 4'ü ödüllü zaten. ben mekanın kullanım kolaylığına takılmış durumdayım. yıl 2011, çok şükür işinin ehli tabelacılar var. tam çıkışa gelmişken "otobüs biletinizi almadan çıkmayın!"ı minicik yazmak, bilet satışını dingil bir şekilde sigara büfesinden yapmak; ama bunu hiçbir tabelayla izah etmemek, yönlendirme koymamak, büfede bile bir "bilet burda" ibaresinin olmayışı "ankaraya sadece ankaralılar gelir hemşerim!"den başka bir şey değil. her şeyi infoya sormak, sormak, sormak. o zaman ödülünü de ingilizce tanıtmayıver.

bileti alıp dışarı çıkınca koca esenboğa-kızılay ego hattının durağının olmaması, durağı gösteren şeyin üzerinde, 10 punto times new roman ile yazılmış, "DUYURU! sayın yolcularımız, lay lay lay hepsi türkçe bir metin bu" yazılı bir A4 olması- AAGH yani. sabah 7.30 itibariyle otobüsü beklerken "VICTORIAAA!" diye bağırmak istedim, sesim çıkmadı. 

içim şişiyor böyle beceriksizliklerden. hoş bu beceriksizlik bile değil - umursamazlık. o yüzden de çok büyük bir terbiyesizlik. ayrıca otobüste bilet satışı kaldırıldı diye, elinde 3 bavul ve bebek arabasıyla binen çifte "içeri girip alıcan, 20 dakika sonrakine binicen" diye şoförün arsızlığı, inanılmazdı. gardiyan gibi, bekçi gibi, o da "devlet!" işte. hepimizden çok. normalde bir şoför bunu söyleyemez. "sonraki otobüse 20 dakika var" diyebilir, hatta uygulama değişikliği ile ilgili bilgilendirme yapılmadığı için özür de dileyebilir mesela; ama "20 dakika sonrakine binicen, in şimdi!" diyemez. ama o otobüs belediyenin olduğu için, hepimiz melihiz tabii, diyebilir ve netekim- diyor canım ülkem. o otobüste buna takılan sadece 2 kişiydik.

- sonsöz-

neyse, ankara, ev, geçmiş olsunlar, sağlık olsunlar, sevmek güzel şey. 2 gün ne dolu, ne doyurucu geçti,öncesinde de londrayla ne güzel tanıştım! şimdi odamda 3 ayrı bavul, tuhaf eşya yığınları ve toz var. döne döne temizleyecek olmaya üşenmiyorum bile, tören gibi yapıcam sanırım. bu sabah da ofise saat 7de geldim, olsun varsın. 2 kadranlı saatimi aynı ülkeye ayarlamak, bambaşka.

devamı vardır belki; ama şu an, budur.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba Deryik,

Postun giriş kısmında bahsettiğin hırsızlık hissiyatını Viyana daki Sanat tarihi müzesini gezerken ziyadesiyle ben de hissetmiştim.

http://www.khm.at/en/collections/egyptian-and-near-eastern-collection/

Bu yorum biraz "Ben Evropa'dayken monşer.." tadında oldu ama, paylaşmadan edemedim.

Sevgiler,

Tuğba

Arkapencere dedi ki...

nedendir bilmem ama yanlış translate edilen bir yazı okumuş gibi oldum.

deryik dedi ki...

tuğba: yok estağfurllah, benim post tamamen o havada :) berlin müzesi'nden çekiniyorum, daha da beter olabilir gibi geliyor.

arkapencere: hayırlara vesile olsun, yanlış yazsam da anadilimde yanlış yazıyorum; henüz çeviri işine girmedim. bağlaçları severim, uzun cümle güzeldir, belki ondandır.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker