bu akşam yola çıkıyoruz. 2 hafta yokuz. düşündükçe gözlerim yuvalarından fırlıyor. hava çoğu zaman yağmurlu görünüyor, sinir olmuyorum; oralardan accuweather çekmez bence. evet: reddediş. bence en güzel sorunlarla başa çıkma yöntemi.
sabahın 7'sinde "acaba benim telefon yurtdışı kullanıma açık mı?" diye uyandım. değilmiş sahiden, açtırdım. böyle kısa geçiyorum; ama 1 saate yakın bestfm'den hallice orange uk bekleme müzikleri dinledim.
bugün sıtma hapına başlıyoruz. her gün almayı unutmayalım, lütfen. "kafanız iyi olursa ağır vasıta kullanmayın" yazmışlar üstüne.
haftasonu kahvaltıdan sonra zeki müren dinliyoruz niyeyse. nerdeyse her hafta böyle bu. biraz da müzeyyen. "gitme sana muhtacım"ı dinleyenin günü kötü geçmez, belki ondandır.
şimdi gidip çiçeklerimi leğene yerleştireceğim, milyonuncu kez evrak kontrol edeceğim, sonrası dakikaları saymaca. bana güzel tatiller dile sevgili blogcuğum, çıkınımı anılarla doldurup döneyim.
30 Haziran 2012 Cumartesi
28 Haziran 2012 Perşembe
2 gün kala
Efendiiiim hazırlıklar bitti gibi bir şey. sanki yüzyılların tatilcisi, kampçısı, yok efendim en bi macera insanıymışım gibi bi de yazıyorum ya, bana komik geliyor. bir yandan da, bu işte iyi olanlar zaten bunu okumaz. oradan yırttım bence, amatör amatöre çalıp oynuyor.
son anda bavula eklenenler:
- bizimkiler türkiye'de kaldığı için deniz gözlüğü- şnorkel seti. türkiye'de kalanlar kadar iyi değil; ama sonuçta yüzeydeyiz, en fazla dipten taş çıkartırız.
- deniz ayakkabısı. mercandır, deniz kestanesidir, terlikle olacak iş değil. gel-git yüzünden de gerekiyor. sabah erken saatleder ve akşamüstü deniz "var", gün içinde deniz "yok" imiş; 2 km geri gittiği için ortaya mercan kayalıkları çıkıyormuş.
- su altında kullanılabilen analog fotoğraf makinesi. dijitaller için su altı kılıfları da var; ama bu daha ucuza geldi. hem suyun altındayken dijital ayar yapıp, sonra çektiğim şeye bakacak değilim. ne gele, gele. kullan-at yerine yeni film konabilirlerden aldım, başım sudan çıkmasın diye.
- film kullanmaya alışık olmayanlar için bir not: 100- 200 yerine 400-800 ASA (ISO) film bulsanız daha bi iyi olur; su altı çok aydınlık bi yer değil. bizim makinenin ufak bi flaşı var ama onu kullanmak istemiyorum. kendinden 800 ASA filmli makine bulunca sevindim. gren meselesine de bakıcaz artık, kısmet.
- iki çift palet. hahaha tabii ki palet filan almadım! okuyo musunuz diye sizi deniyorum.
- oda için sineksavar.
- nihayet: priz adaptörü. hindistana uyumlu diyor, daha paketini açmadım, beni üzmesinler.
aşı karnesi, pasaport, seyahat sigortası (ölürsek cenazemiz orada kalmasın diye. paranın çoğu bunun içinmiş) filan tamam. hatta milli park'a giriş kartımız bile tamammış. pırpır.
*
bugün sırt çantalarını doldurduk, fermuarını çektik. oh yahu! rahatça sığdık. sırtımda 60 litrelik çanta var. çantanın ayrıca bi de minik sırt çantası var, çıkabilen. onu da ön tarafa takıcam. böylece bi tür airbagli kaplumbağa gibi oluyorum, düşsem kalkamam; ama canım acımaz.
2 gün kaldı. 7 saat uç + 3 saat dubai'de bekle + 5 saat uç + yetmez, 1 saat daha uç. küfür gibi; ama sonu güzel.
geri kalan her şey için accuweather. bikaç gün yağmur gösteriyo münafıklar. afrikanın kurak döneminde yağmura denk gelirsek o da benim bereketim, eteğimde bulutlarla.
seyahat acentemiz de kenya'da bağış koşusuna çıkıyormuş. uçar da konamazsak arayacak kimsemiz yok yani. böyle son dakika haberleriyle neşe doluyor insan.
son anda bavula eklenenler:
- bizimkiler türkiye'de kaldığı için deniz gözlüğü- şnorkel seti. türkiye'de kalanlar kadar iyi değil; ama sonuçta yüzeydeyiz, en fazla dipten taş çıkartırız.
- deniz ayakkabısı. mercandır, deniz kestanesidir, terlikle olacak iş değil. gel-git yüzünden de gerekiyor. sabah erken saatleder ve akşamüstü deniz "var", gün içinde deniz "yok" imiş; 2 km geri gittiği için ortaya mercan kayalıkları çıkıyormuş.
- su altında kullanılabilen analog fotoğraf makinesi. dijitaller için su altı kılıfları da var; ama bu daha ucuza geldi. hem suyun altındayken dijital ayar yapıp, sonra çektiğim şeye bakacak değilim. ne gele, gele. kullan-at yerine yeni film konabilirlerden aldım, başım sudan çıkmasın diye.
- film kullanmaya alışık olmayanlar için bir not: 100- 200 yerine 400-800 ASA (ISO) film bulsanız daha bi iyi olur; su altı çok aydınlık bi yer değil. bizim makinenin ufak bi flaşı var ama onu kullanmak istemiyorum. kendinden 800 ASA filmli makine bulunca sevindim. gren meselesine de bakıcaz artık, kısmet.
- iki çift palet. hahaha tabii ki palet filan almadım! okuyo musunuz diye sizi deniyorum.
- oda için sineksavar.
- nihayet: priz adaptörü. hindistana uyumlu diyor, daha paketini açmadım, beni üzmesinler.
aşı karnesi, pasaport, seyahat sigortası (ölürsek cenazemiz orada kalmasın diye. paranın çoğu bunun içinmiş) filan tamam. hatta milli park'a giriş kartımız bile tamammış. pırpır.
*
bugün sırt çantalarını doldurduk, fermuarını çektik. oh yahu! rahatça sığdık. sırtımda 60 litrelik çanta var. çantanın ayrıca bi de minik sırt çantası var, çıkabilen. onu da ön tarafa takıcam. böylece bi tür airbagli kaplumbağa gibi oluyorum, düşsem kalkamam; ama canım acımaz.
2 gün kaldı. 7 saat uç + 3 saat dubai'de bekle + 5 saat uç + yetmez, 1 saat daha uç. küfür gibi; ama sonu güzel.
geri kalan her şey için accuweather. bikaç gün yağmur gösteriyo münafıklar. afrikanın kurak döneminde yağmura denk gelirsek o da benim bereketim, eteğimde bulutlarla.
seyahat acentemiz de kenya'da bağış koşusuna çıkıyormuş. uçar da konamazsak arayacak kimsemiz yok yani. böyle son dakika haberleriyle neşe doluyor insan.
24 Haziran 2012 Pazar
yol hazırlığı - 2
hazırlıklar tam gaz sürüyorduuuuuğğ.
haftasonu bir kamp- spor araç gereci satan mağazaya kendimizi attık. 2 ufak fener aldık; işaret parmağım kadar; ama pek bi güçlü. bir de dürbün. dürbünden çok anlamıyoruz haliyle; "doğada gözlem" amaçlı olanı aldık, gezegen görmeye çalışmıyoruz neticede. bir isviçre çakısı aldık; ilerde de çılgın kamp maceralarımız olursa diye. bir de içme suyunu soğuk tutmak için matara. ha bi de ihtiyaç kapsamında şapka aldık. şapka seçenekleri çılgınca; 30 SPF UVA filtreli kumaş - böceksavar bilmem neli modeller var. adeta mini bir çadır.
bel ağrısından muzdarip bi çift olarak, radikal bir kararla bavul değil, 65 ve 70 litrelik sırt çantası götürmeye karar verdik. okuyunca aptalca gelebilir; ama değil. bavulu çekmek, buradaki metroda merdivenlerde indir- kaldır taşımak çok yorucu ve bel zorlayıcı (denedik, biliyoruz). onun yerine bel destekli bir çantayı düzgünce taşımak daha mantıklı geldi; zaten gezi boyunca otel odasında duracak, maksat uçağa ulaşabilmek. deneyince gördük ki sahiden daha rahat. hani yokmuş gibi değil tabii de, ters hareket ihtimali yok ve zaten çok ağır olmayacak. ayrıca insanı daha mobil yapıyor; ilerde sürekli yer / otel değiştirilecek tatiller için de rahatlık. benim çantamın önünde bir ufak çanta daha var, çıkıp küçük boy, makul bi sırt çantası oluyor. pasaport vs ıvır zıvırlar için ideal. ayrıca matara vs için gözü var. bu işlerde yeni olduğumuz için seçmek zaman aldı; ama memnunuz. biz indirimli modeller arasından seçtik, diğerlerinin ne farkı olduğunu tam açıklayamadılar zaten. hem normal bavul gibi çekilebilen hem de sırtta taşınabilen modeller de var; ama sırta gelen kısım sert olduğu için pek rahat değildi, satıcı da uzun taşınması gereken durumlar için önermedi. çekçekli bavulu sırtlamak gibi bir şey, bu çantalardan daha farklı.
bu tür dükkanlarda ıvır zıvır aksesuar tonla var. katlanabilir bilmem ne poşeti, hödö bödö bezi filan. ne interrail'e çıkıyoruz, ne de 1 ay çadır hayatı yaşayacağız; o yüzden kaptırıp gitmedik; ama sektör gani gani gelişmiş. bi yerden sonra insan aptala dönüyor, hepsi NASA ürünü gibi, fiber kumaş, mikro pil, nano büdü filan. kampa çıkan insan azmederse çadırında yeni döşemiş ataşehir sitesi lüksü yakalayabilirmiş, hamiş budur.
şnorkel & gözlük eksiğimiz baki; çünkü aklımıza gelmedi. hoş, kamp malzemeleri satan yerde olması biraz zor ihtimaldi sanki. o da hafta içi ödevi. bu gidişle çarşambadan bavulu bitirip rahata ereceğim; "kilo sınırı ve alınması gerekenler ve benim tabii ki gereksiz yere yüklenmeye çalışacaklarım" diye bir şeytan üçgeni var çünkü.
zanzibar okumaları devam. jozani ormanında kızıl tüylü bir maymun türü yaşıyormuş, adaya özgü. 25-40 kişilik aileler halinde yaşadıkları için izlemesi zevkli, atraksiyonlu hayvanlarmış. bu orman turu kısmına karar veremedim, kimi öve öve bitiremiyor, kimi de "param boşa gitti" diye ağlaşıyor. parasına yananların ne beklediğini kestiremiyorum, maymunlar dans etmedi diye üzgünler sanırım.
iş hayatından kalma bir alışkanlıkla resmen yolculuğun simülasyonunu kafamda yaşıyorum, bık bık her ayrıntıyı düşünüyorum ve bence bu iyi değil. detayın detayı şeylere takılıyorum; sanki ben gitmeyeceğim de başkasına gezi ayarladım, terslik çıkarsa mahçup olmayayım istiyorum. azıcık sakin.
*
seller gittikten sonra güneş açınca, çiçek pazarına gitmek farz oldu bugün. vazomun ilk çiçeği hüsnüyusuf. buralarda sweet william imiş adı; nereden geldiği muamma.
"beş dakikada değişir işler" ya hani, işte o bi şekilde hep bana denk gelir. o yüzden pek şaşırtmıyor. ışığa bakıp yola devam.
haftasonu bir kamp- spor araç gereci satan mağazaya kendimizi attık. 2 ufak fener aldık; işaret parmağım kadar; ama pek bi güçlü. bir de dürbün. dürbünden çok anlamıyoruz haliyle; "doğada gözlem" amaçlı olanı aldık, gezegen görmeye çalışmıyoruz neticede. bir isviçre çakısı aldık; ilerde de çılgın kamp maceralarımız olursa diye. bir de içme suyunu soğuk tutmak için matara. ha bi de ihtiyaç kapsamında şapka aldık. şapka seçenekleri çılgınca; 30 SPF UVA filtreli kumaş - böceksavar bilmem neli modeller var. adeta mini bir çadır.
bel ağrısından muzdarip bi çift olarak, radikal bir kararla bavul değil, 65 ve 70 litrelik sırt çantası götürmeye karar verdik. okuyunca aptalca gelebilir; ama değil. bavulu çekmek, buradaki metroda merdivenlerde indir- kaldır taşımak çok yorucu ve bel zorlayıcı (denedik, biliyoruz). onun yerine bel destekli bir çantayı düzgünce taşımak daha mantıklı geldi; zaten gezi boyunca otel odasında duracak, maksat uçağa ulaşabilmek. deneyince gördük ki sahiden daha rahat. hani yokmuş gibi değil tabii de, ters hareket ihtimali yok ve zaten çok ağır olmayacak. ayrıca insanı daha mobil yapıyor; ilerde sürekli yer / otel değiştirilecek tatiller için de rahatlık. benim çantamın önünde bir ufak çanta daha var, çıkıp küçük boy, makul bi sırt çantası oluyor. pasaport vs ıvır zıvırlar için ideal. ayrıca matara vs için gözü var. bu işlerde yeni olduğumuz için seçmek zaman aldı; ama memnunuz. biz indirimli modeller arasından seçtik, diğerlerinin ne farkı olduğunu tam açıklayamadılar zaten. hem normal bavul gibi çekilebilen hem de sırtta taşınabilen modeller de var; ama sırta gelen kısım sert olduğu için pek rahat değildi, satıcı da uzun taşınması gereken durumlar için önermedi. çekçekli bavulu sırtlamak gibi bir şey, bu çantalardan daha farklı.
bu tür dükkanlarda ıvır zıvır aksesuar tonla var. katlanabilir bilmem ne poşeti, hödö bödö bezi filan. ne interrail'e çıkıyoruz, ne de 1 ay çadır hayatı yaşayacağız; o yüzden kaptırıp gitmedik; ama sektör gani gani gelişmiş. bi yerden sonra insan aptala dönüyor, hepsi NASA ürünü gibi, fiber kumaş, mikro pil, nano büdü filan. kampa çıkan insan azmederse çadırında yeni döşemiş ataşehir sitesi lüksü yakalayabilirmiş, hamiş budur.
şnorkel & gözlük eksiğimiz baki; çünkü aklımıza gelmedi. hoş, kamp malzemeleri satan yerde olması biraz zor ihtimaldi sanki. o da hafta içi ödevi. bu gidişle çarşambadan bavulu bitirip rahata ereceğim; "kilo sınırı ve alınması gerekenler ve benim tabii ki gereksiz yere yüklenmeye çalışacaklarım" diye bir şeytan üçgeni var çünkü.
zanzibar okumaları devam. jozani ormanında kızıl tüylü bir maymun türü yaşıyormuş, adaya özgü. 25-40 kişilik aileler halinde yaşadıkları için izlemesi zevkli, atraksiyonlu hayvanlarmış. bu orman turu kısmına karar veremedim, kimi öve öve bitiremiyor, kimi de "param boşa gitti" diye ağlaşıyor. parasına yananların ne beklediğini kestiremiyorum, maymunlar dans etmedi diye üzgünler sanırım.
iş hayatından kalma bir alışkanlıkla resmen yolculuğun simülasyonunu kafamda yaşıyorum, bık bık her ayrıntıyı düşünüyorum ve bence bu iyi değil. detayın detayı şeylere takılıyorum; sanki ben gitmeyeceğim de başkasına gezi ayarladım, terslik çıkarsa mahçup olmayayım istiyorum. azıcık sakin.
*
seller gittikten sonra güneş açınca, çiçek pazarına gitmek farz oldu bugün. vazomun ilk çiçeği hüsnüyusuf. buralarda sweet william imiş adı; nereden geldiği muamma.
"beş dakikada değişir işler" ya hani, işte o bi şekilde hep bana denk gelir. o yüzden pek şaşırtmıyor. ışığa bakıp yola devam.
22 Haziran 2012 Cuma
tanganyika & zangibar
eveeet, bi nevi tanzanya günlüğü tutayım bari, her dakika gittiğim yer değil. hem belki sonra bilgi arayana da yardımcı olur, bir ihtimal.
neyse, yolculuğa 8 gün kala, intro:
öncelikle: fazla basit; ama erken planlayın. biz bunu yapmadık, 2 ay kala panik olduk; ama şartlar öyle icap etti diyelim. o sıralar evleniyoduk, pek araya sıkışamadı. ben zaten kooosskocaaa düğünden sonra bir de daha da kocamaaannn balayına gidebilenlerin dünyayı kurtaracağına eminim. en iyisi minimum 4 ay süre koymak. ideali 6 ay, keyfinize kalmış.
her şeyinizi teslim edeceğiniz sehayat acentasını iyice arayıp soruşturun, pazarlık yapın. ideali, kabataslak bir plan yapıp öyle gitmek. "merhaba biz tanzanyaya gitmek istiyoruz" gerçekçi değil. bizimki sırf afrikaya çalışan bir yer mesela, özelleşmiş. 2 yerden teklif alıp ilkini seçtik; hoş benim zaten baştan kanım kaynamıştı. neyse, mesafeleri bilin, ne olur, ne imkansız, fikriniz olsun. satışı yapan o, sürünecek olansa sizsiniz. tezgahtar "çok yakıştı!" dedi diye her kıyafeti almıyorsunuz; o hesap. bizim en baştan 2 alternatifimiz vardı, onunla gittik.
bize hep "niye tanzanya" dediler (neden sanat); çünkü 2 hafta tatil yapmaya kararlıydık, uzaklara gitmek istiyorduk ve sadece deniz kenarı olursa otur otur deliririz gibi geldi, hareket bereket. tanzanya, kilimanjaro'suyla, serengeti'siyle, biraz daha çeşitlilik sunuyor. zanzibar deyince herkes "aa o zaman tamam" diyor; ama aslında tanzanya'nın tüm doğu sahili harika; bir tek ada değil yani. mesela biz tanga civarını da düşündük, sonra eledik.
evhamlı anneler için de ek bilgi: sarı humma bölgesi değil, esas mesele sıtma, onun da bi güzel, yan etkisiz, kabuslar gördürmeyen ilacı var. tanzanyaya gitmiş, orada yaşamış / hala yaşayan, orada çalışan tanıdıklardan da teyit alınca, karar verilmiş oldu. zaten çok sıradışı bir fikir değildi; paket tur yapılıyor. bunun bir de kenya+ seyşeller versiyonu var mesela.
başlayalım:
1) Tanzanya fazlasıyla büyük bir yer. harita açtığınızı, kabaca bir fikriniz olduğunu varsayıyorum. başkent dodoma messela, darüsselam değil. buyrun, haritayı da koydum hatta.
neyse, turizm gelişsin diye olacak, bolca havaalanı da var. harita üstünde ordan oraya gideriz planları yaparken aklınızda olsun, araba/ otobüs hem zaman hem de konfor açısından pek önerilmiyor imiş ve zaman kazanmak için alternatif şu pırpır, hafif uçaklar. alçaktan uçabildikleri için harika bir manzara vaadi olsa da maliyet artıyor tabii. iç hat uçuşlarına aktarma yapacaksanız biletleri ona göre ayarlamak lazım. sırtçantalı geziler için belki otobüs de tercih edilebilir, biz "beli ağrıyanların balayı planı" yaptığımız için konfor fazlasıyla önemliydi. bir de iç hat pırpırlarda bagaj sınırı 10-15 kg filan, uluslararası uçuş gibi düşünmeyin, en az, en iyi.
tanzanyaya vize gerekiyor, 90 gün veriyorlar. vizeyi havaalanından da alabilirsiniz; ama o kuyruğa girmeye değmez. konsolosluktan 50 USD karşılığı alıyorsunuz, tek yaptığınız bir form doldurup pasaport ve 2 vesikalıkla teslim etmek. burada 5 günde vize verildi, çok uzun sürmüyor.
2) ilk planımız birer hafta serengeti- kilimanjaro ve zanzibar'dı. bunu o geç planlama + maliyet sebebiyle eledik. serengeti deyince iş bitmiyor, neresine gideceğiniz önemli. bu da gideceğiniz mevsimdeki göç durumuna bağlı olarak değişiyor. bölgede 2 mevsim var: dry season & wet season (türkçesi ne bunların, kuru ve yaş mı?). kurak dönem haziranda başlıyor, göç de o zaman başlıyor zaten. serengeti için ideal dönem temmuz sonu- ağustosmuş, zaten gelen beyaz turistlerin de tatil dönemi bu tarihler, talep yüksek. yine de göç haritasına iyi bakın, teyit ettirin. bu kısım sahiden önemli, serengetinin güneyinde muhteşem fiyatlı bir kampta kalırken fil görmek için 3-4 saat yol yapmak abes olur. acentenize de ısrar edin, hemen karar vermeyin. bizim için ilk önerilen uçuş kenya-nairobi havaalanından kuzey serengeti'ye aktarma yapmamızdı; ama dediğim gibi, bu iptal olan plan. oradan da kilimanjaro'ya geçecektik. koruma altındaki ngorongoro krater gölünü öve öve bitiremediler, en çok orada aklımız kaldı. bir dahaki sefere artık.
bu mevsimlerle ilgili bir not, küresel ısınmaya bağladıkları bir durum olarak mevsim kayması yaşanıyormuş. yani dry season boyunca da yağmurlu haftalar oluyormuş mesela. pek garanti veremiyorlar ama yağmurda eriyen şeker tiplerdenseniz ağustosta gidin, garantileyin. bizim ilk haftamız (dry season olmasına rağmen) ara sıra yağmurlu, sonra güneş açacak umarım. hava sıcaklığı 28-30 derecede sabit olduğu için yağmur pek göz korkutmuyor.
3) devam: ikinci alternatifimiz selous game reserve idi. darüsselam'a en yakın milli park, arabayla da sanıyorum 2 saat filan sürüyormuş. darüsselam'dan da zanzibar'a feribot kalktığı için, zanzibar'a gideceklere selous öneriliyor.
selous, isviçre büyüklüğünde bir yer; bu benzetme her yerde karşınıza çıkıyor, pek seviyorlar. UNESCO dünya mirası listesinde, dünyadaki en büyük fauna rezervlerinden biri; bu yüzden gezide karşılaşacağınız hayvan türü ve sayısı daha yüksek diyorlar, selous'un yalancısıyım. Serengeti'nin gölgesinde kaldığı için çok kalabalık olmuyormuş, bakalım. Krater gölü olmasa da Rufiji ırmağı geçiyor, burada balık tutmakmış, kenarında yürüyüşmüş filan, alternatif etkinlikler. game drive / safari (ki bildiğimiz "sefer" işte) denen şey, kaba bir tarifle, bir gün boyunca arabayla oradan oraya gidip hayvan görmeye çalışmak. onun için böyle alternatifler olması hoşumuza gitti. ngorongoro veya kilimanjaro'ya geçişimiz olmadığı için 1 haftalık süreyi 3 gece- 4 gün'e düşürdük.
4) bizim son rotamız şöyle: londra-dubai - darüsselam- (iç hatla) selous. sonra yine iç hatla selous- zanzibar. dönüşte de zanzibar- iç hatla darüsselam- dubai- londra. darüsselam'a londra'dan direkt uçuşlar 9,5 saat civarıymış, bizim aktarmayla 12-13 saati buluyor. geze geze gidiciiz.
5) aşılar ve ilaçlar. bölge sarı humma bölgesi olmadığından, aşısı aslında şart değil; ama kenya aktarmalı filan gelecekseniz istiyorlar; çünkü orası sarı humma bölgesi. biz yine de yaptırdık. burada sağlık bakanlığının önerdiği diğer aşılar karma aşı ve hepatit A'ydı, onları da yaptırdık. zaten aşı süresi 10 yılmış, bizimkiler çoktan dolmuş, bulunsun dedik. çocuklular için ayrıca bir liste var, sanırım hepatit B de dahil oluyor. aşıların birkaç hafta önceden yapılması tavsiye edildiği için doktorunuza danışın.
esas mesele sıtma hapları; ki içimden bi ses "ona da aslında gerek yok" diyor ama risk almıyoruz. 3 alternatif var, aradaki fark kabaca şu: fiyat arttıkça yan etki azalıyor. en ucuzunu bölgede çalışmaya gidenler, uzun kalanlar tercih ediyormuş. yan etkileri halüsinasyon, panik atak filan, pek güzel değil. orta ayar olanın kullanım süresi birkaç hafta önceden başlıyordu. sonuncu tercih malarone, yeni bir ilaçmış. bölgeye girmeden bir gün önce başlıyor, çıktıktan bir hafta sonraya kadar devam ediyorsunuz. yan etkisi hemen hemen sıfır, kullanım süresi kısa ve her yerde bulunuyor. aldık, mutluyuz, bakalım görelim.
ayrıca böcekkovan sprey midir nedir, o fısfıslardan almak gerekiyor. kalacağınız yer için de prize takılan sinek ilacı fena fikir değil. tabii alerji, böcek sokması, ishal, baş ağrısı, vb genel ilaçları/ kremleri de depolamak lazım. biz aşıyı olurken hemşire bize liste verdi, oradakileri aldık. güneş koruma kremi de aldım; yağmur yağarsa turşusunu kuracağım. esas ağırlığınız bunlar olsun yani; kıyafet değil.
6) tam da bunu demişken: safari kıyafeti diye bir şey sahiden varmış. tercihen bej-kahverengi tonlarında giyinmek icap edermiş, parlak renkler zaten söz konusu bile değil, hayvanların gözüne batmak saçma olurmuş. şaka yapmıyorum, "gergedan kırmızıya, sivrisinek maviye gelir" diye uzayan renk-hayvan listesi verdiler, zaten geriye bi tek bej kalıyor. bi aracın içindeyken bu kadar önlem abartılı gelse de, insanı havaya sokuyor. ensenizin yanmaması için yakalı bir şeyler giymek iyi tercihmiş. şapka, t-shirt / gömlek, şort tamam diyolar, bir de sağlam bir ayakkabı ve sabah serinliği için ince hırka. ona göre hazırlanıyoruz efendim.
ayrıca bir çakı, dürbün (bir tek rehberin varmış ve tura çıktığınız zaman dürbün sırası beklemek sıkıcı olabilir sanki?) ve fener de lazımmış. bunlar hep -mış zaten, gidip gelince aslını yazarım artık. ayrıca sağlam bir çantada lazım; çünkü tüm gün içeceğiniz suları orada taşıyacaksınız. otelinizle anlaşırken "şişe su dahil" anlaşmaya dikkat edin.
7) "içme suyu konusunda herhangi bir tereddütünüz olursa soda için" gibi güzel bir öneri duydum. ben gazlı şeyler içemem; ama son çare bu. bu game drive sırasında tuvalet konusu beni düşündürüyordu. ona da çare uzak diyarlardan, mz hanımdan geldi. bir hafta içinde bu aparatı edenebilirsem, ne âlâ. go girl! bir de hindistancevizi suyu, potasyum vb içeriği açısından insan kanına en yakın sıvıymış efendim. dehidrasyon durumlarında, serum niyetine bile içilebilirmiş, doktor tavsiyesi.
8) zanzibar adası'na geçelim. biz 8 gece kalacağız. aslında takımada zanzibar; unguja isimli ana ada, pemba adası ve onların irili ufaklı adalarından oluşuyor. biz unguja'nın doğusunda kalacağız. ada coğrafyası pek bir enteresan görünüyor. batı sahili mangrove ağaçlarıyla kaplıymış ve pek mercan kayalığı yokmuş; doğusu ise tamamen mercan kayalığı ve hiç mangrove yokmuş. bröveniz, yıldızınız filan varsa koşarak dalınız, benim gibiler için de şnorkel. gel-git zamanı önemli. deniz 2 km kadar yer değiştirebiliyormuş, benim havsalam almıyor şu an.
zanzibar'ın kalbi stone town, eski sömürge şehri. zaten köle ticaretinin ana limanlarından olan bir yer; ama biz onu freddie mercury'nin faruk olarak doğduğu yer olarak anmayı tercih ediyoruz. neyse, stone town 1 tam günü hak ediyor, ona göre plan yaptık. sömürge geçmişinin sonucu olarak adada hint kültürünün de etkisi çok, kullanılan prizler ingiliz ve hint prizleri, örneğin. yanınıza adaptör almayı unutmayın; hint adaptörü bulursanız bana da haber verin. bunlara ek olarak jozani ormanı'nda baharat turu yapmak, civardaki minik adalara gitmek filan da mümkün, harekete isteyene.
stone town'a gitmek, o izole, "plaj oteli"nden çıkmak, zanzibar'ın aslında ne halde olduğunu gösterecek ve ben "otelinden çıkmayan beyaz turist" mi olmak daha kötü, yoksa "otelinden çıkıp halka acıyan beyaz turist" mi, bilmiyorum. çok hassas, incelikli şeyler bunlar. "ay yazık yaa!"lamak da çok oryantalist geliyor, ama yok gibi yapmak da abes. neyse işte, gidince göreceğiz.
tanzanya'da nüfusun üçte biri müslüman veya hıristiyanmış; zanzibar'ınsa %97'si müslüman. seyahat tarihlerinizi ramazan ayına göre ayarlamanız fena olmaz. stone town'a inerken kadınların uzun etek- uzun kollu bluz giymesi konusunda on bin uyarı yapılıyor, o da bir not. deniz-güneş derken böyle şeyleri atlamayınız.
böyle işte efendim. geri kalan her şey için vikipedi.
bir de son olarak:
otel yorumlarını okudum manyaklar gibi. "çok hayal kırıklığı yaşadık, etrafında hiçbir şey yoktu" filan diyenler olmuş. böylelerini kalın bir atlasla dövmek lazım, seyahat acentelerine bol sabır dilerim. gideceği yere haritada bakmamak nasıl bir şeydir, bilmiyorum. heralde paraları çok. mesela bizim otel sahilde, şehir merkezine 1 saat mesafede ve taksi ucuz bir şey değil. bunu bilerek gidiyoruz. zaten bunu istiyoruz. "orada bir ada, adada bir yer" diyerek gitmek tombala bir hal. aldığım zanzibar rehberinde tüm otellerin işaretli olduğu bir harita vardı, o da işi kolaylaştırdı. bir de, mesela "elin yamyamı benden iyi ingilizce konuştu ya!" diye şaşıranların bunu yazma cüreti de beni şaşırtıyor. hiç mi merak edip okumaz insan, nereye, kimlere gidiyorum diye yahu? yamyammış.
neyse işte, öyle bir not: okuyun, ödevinizi yapın. saçma şeylere şaşırmanın anlamı yok.
neyse, yolculuğa 8 gün kala, intro:
öncelikle: fazla basit; ama erken planlayın. biz bunu yapmadık, 2 ay kala panik olduk; ama şartlar öyle icap etti diyelim. o sıralar evleniyoduk, pek araya sıkışamadı. ben zaten kooosskocaaa düğünden sonra bir de daha da kocamaaannn balayına gidebilenlerin dünyayı kurtaracağına eminim. en iyisi minimum 4 ay süre koymak. ideali 6 ay, keyfinize kalmış.
her şeyinizi teslim edeceğiniz sehayat acentasını iyice arayıp soruşturun, pazarlık yapın. ideali, kabataslak bir plan yapıp öyle gitmek. "merhaba biz tanzanyaya gitmek istiyoruz" gerçekçi değil. bizimki sırf afrikaya çalışan bir yer mesela, özelleşmiş. 2 yerden teklif alıp ilkini seçtik; hoş benim zaten baştan kanım kaynamıştı. neyse, mesafeleri bilin, ne olur, ne imkansız, fikriniz olsun. satışı yapan o, sürünecek olansa sizsiniz. tezgahtar "çok yakıştı!" dedi diye her kıyafeti almıyorsunuz; o hesap. bizim en baştan 2 alternatifimiz vardı, onunla gittik.
bize hep "niye tanzanya" dediler (neden sanat); çünkü 2 hafta tatil yapmaya kararlıydık, uzaklara gitmek istiyorduk ve sadece deniz kenarı olursa otur otur deliririz gibi geldi, hareket bereket. tanzanya, kilimanjaro'suyla, serengeti'siyle, biraz daha çeşitlilik sunuyor. zanzibar deyince herkes "aa o zaman tamam" diyor; ama aslında tanzanya'nın tüm doğu sahili harika; bir tek ada değil yani. mesela biz tanga civarını da düşündük, sonra eledik.
evhamlı anneler için de ek bilgi: sarı humma bölgesi değil, esas mesele sıtma, onun da bi güzel, yan etkisiz, kabuslar gördürmeyen ilacı var. tanzanyaya gitmiş, orada yaşamış / hala yaşayan, orada çalışan tanıdıklardan da teyit alınca, karar verilmiş oldu. zaten çok sıradışı bir fikir değildi; paket tur yapılıyor. bunun bir de kenya+ seyşeller versiyonu var mesela.
başlayalım:
1) Tanzanya fazlasıyla büyük bir yer. harita açtığınızı, kabaca bir fikriniz olduğunu varsayıyorum. başkent dodoma messela, darüsselam değil. buyrun, haritayı da koydum hatta.
neyse, turizm gelişsin diye olacak, bolca havaalanı da var. harita üstünde ordan oraya gideriz planları yaparken aklınızda olsun, araba/ otobüs hem zaman hem de konfor açısından pek önerilmiyor imiş ve zaman kazanmak için alternatif şu pırpır, hafif uçaklar. alçaktan uçabildikleri için harika bir manzara vaadi olsa da maliyet artıyor tabii. iç hat uçuşlarına aktarma yapacaksanız biletleri ona göre ayarlamak lazım. sırtçantalı geziler için belki otobüs de tercih edilebilir, biz "beli ağrıyanların balayı planı" yaptığımız için konfor fazlasıyla önemliydi. bir de iç hat pırpırlarda bagaj sınırı 10-15 kg filan, uluslararası uçuş gibi düşünmeyin, en az, en iyi.
tanzanyaya vize gerekiyor, 90 gün veriyorlar. vizeyi havaalanından da alabilirsiniz; ama o kuyruğa girmeye değmez. konsolosluktan 50 USD karşılığı alıyorsunuz, tek yaptığınız bir form doldurup pasaport ve 2 vesikalıkla teslim etmek. burada 5 günde vize verildi, çok uzun sürmüyor.
2) ilk planımız birer hafta serengeti- kilimanjaro ve zanzibar'dı. bunu o geç planlama + maliyet sebebiyle eledik. serengeti deyince iş bitmiyor, neresine gideceğiniz önemli. bu da gideceğiniz mevsimdeki göç durumuna bağlı olarak değişiyor. bölgede 2 mevsim var: dry season & wet season (türkçesi ne bunların, kuru ve yaş mı?). kurak dönem haziranda başlıyor, göç de o zaman başlıyor zaten. serengeti için ideal dönem temmuz sonu- ağustosmuş, zaten gelen beyaz turistlerin de tatil dönemi bu tarihler, talep yüksek. yine de göç haritasına iyi bakın, teyit ettirin. bu kısım sahiden önemli, serengetinin güneyinde muhteşem fiyatlı bir kampta kalırken fil görmek için 3-4 saat yol yapmak abes olur. acentenize de ısrar edin, hemen karar vermeyin. bizim için ilk önerilen uçuş kenya-nairobi havaalanından kuzey serengeti'ye aktarma yapmamızdı; ama dediğim gibi, bu iptal olan plan. oradan da kilimanjaro'ya geçecektik. koruma altındaki ngorongoro krater gölünü öve öve bitiremediler, en çok orada aklımız kaldı. bir dahaki sefere artık.
bu mevsimlerle ilgili bir not, küresel ısınmaya bağladıkları bir durum olarak mevsim kayması yaşanıyormuş. yani dry season boyunca da yağmurlu haftalar oluyormuş mesela. pek garanti veremiyorlar ama yağmurda eriyen şeker tiplerdenseniz ağustosta gidin, garantileyin. bizim ilk haftamız (dry season olmasına rağmen) ara sıra yağmurlu, sonra güneş açacak umarım. hava sıcaklığı 28-30 derecede sabit olduğu için yağmur pek göz korkutmuyor.
3) devam: ikinci alternatifimiz selous game reserve idi. darüsselam'a en yakın milli park, arabayla da sanıyorum 2 saat filan sürüyormuş. darüsselam'dan da zanzibar'a feribot kalktığı için, zanzibar'a gideceklere selous öneriliyor.
selous, isviçre büyüklüğünde bir yer; bu benzetme her yerde karşınıza çıkıyor, pek seviyorlar. UNESCO dünya mirası listesinde, dünyadaki en büyük fauna rezervlerinden biri; bu yüzden gezide karşılaşacağınız hayvan türü ve sayısı daha yüksek diyorlar, selous'un yalancısıyım. Serengeti'nin gölgesinde kaldığı için çok kalabalık olmuyormuş, bakalım. Krater gölü olmasa da Rufiji ırmağı geçiyor, burada balık tutmakmış, kenarında yürüyüşmüş filan, alternatif etkinlikler. game drive / safari (ki bildiğimiz "sefer" işte) denen şey, kaba bir tarifle, bir gün boyunca arabayla oradan oraya gidip hayvan görmeye çalışmak. onun için böyle alternatifler olması hoşumuza gitti. ngorongoro veya kilimanjaro'ya geçişimiz olmadığı için 1 haftalık süreyi 3 gece- 4 gün'e düşürdük.
4) bizim son rotamız şöyle: londra-dubai - darüsselam- (iç hatla) selous. sonra yine iç hatla selous- zanzibar. dönüşte de zanzibar- iç hatla darüsselam- dubai- londra. darüsselam'a londra'dan direkt uçuşlar 9,5 saat civarıymış, bizim aktarmayla 12-13 saati buluyor. geze geze gidiciiz.
5) aşılar ve ilaçlar. bölge sarı humma bölgesi olmadığından, aşısı aslında şart değil; ama kenya aktarmalı filan gelecekseniz istiyorlar; çünkü orası sarı humma bölgesi. biz yine de yaptırdık. burada sağlık bakanlığının önerdiği diğer aşılar karma aşı ve hepatit A'ydı, onları da yaptırdık. zaten aşı süresi 10 yılmış, bizimkiler çoktan dolmuş, bulunsun dedik. çocuklular için ayrıca bir liste var, sanırım hepatit B de dahil oluyor. aşıların birkaç hafta önceden yapılması tavsiye edildiği için doktorunuza danışın.
esas mesele sıtma hapları; ki içimden bi ses "ona da aslında gerek yok" diyor ama risk almıyoruz. 3 alternatif var, aradaki fark kabaca şu: fiyat arttıkça yan etki azalıyor. en ucuzunu bölgede çalışmaya gidenler, uzun kalanlar tercih ediyormuş. yan etkileri halüsinasyon, panik atak filan, pek güzel değil. orta ayar olanın kullanım süresi birkaç hafta önceden başlıyordu. sonuncu tercih malarone, yeni bir ilaçmış. bölgeye girmeden bir gün önce başlıyor, çıktıktan bir hafta sonraya kadar devam ediyorsunuz. yan etkisi hemen hemen sıfır, kullanım süresi kısa ve her yerde bulunuyor. aldık, mutluyuz, bakalım görelim.
ayrıca böcekkovan sprey midir nedir, o fısfıslardan almak gerekiyor. kalacağınız yer için de prize takılan sinek ilacı fena fikir değil. tabii alerji, böcek sokması, ishal, baş ağrısı, vb genel ilaçları/ kremleri de depolamak lazım. biz aşıyı olurken hemşire bize liste verdi, oradakileri aldık. güneş koruma kremi de aldım; yağmur yağarsa turşusunu kuracağım. esas ağırlığınız bunlar olsun yani; kıyafet değil.
6) tam da bunu demişken: safari kıyafeti diye bir şey sahiden varmış. tercihen bej-kahverengi tonlarında giyinmek icap edermiş, parlak renkler zaten söz konusu bile değil, hayvanların gözüne batmak saçma olurmuş. şaka yapmıyorum, "gergedan kırmızıya, sivrisinek maviye gelir" diye uzayan renk-hayvan listesi verdiler, zaten geriye bi tek bej kalıyor. bi aracın içindeyken bu kadar önlem abartılı gelse de, insanı havaya sokuyor. ensenizin yanmaması için yakalı bir şeyler giymek iyi tercihmiş. şapka, t-shirt / gömlek, şort tamam diyolar, bir de sağlam bir ayakkabı ve sabah serinliği için ince hırka. ona göre hazırlanıyoruz efendim.
ayrıca bir çakı, dürbün (bir tek rehberin varmış ve tura çıktığınız zaman dürbün sırası beklemek sıkıcı olabilir sanki?) ve fener de lazımmış. bunlar hep -mış zaten, gidip gelince aslını yazarım artık. ayrıca sağlam bir çantada lazım; çünkü tüm gün içeceğiniz suları orada taşıyacaksınız. otelinizle anlaşırken "şişe su dahil" anlaşmaya dikkat edin.
7) "içme suyu konusunda herhangi bir tereddütünüz olursa soda için" gibi güzel bir öneri duydum. ben gazlı şeyler içemem; ama son çare bu. bu game drive sırasında tuvalet konusu beni düşündürüyordu. ona da çare uzak diyarlardan, mz hanımdan geldi. bir hafta içinde bu aparatı edenebilirsem, ne âlâ. go girl! bir de hindistancevizi suyu, potasyum vb içeriği açısından insan kanına en yakın sıvıymış efendim. dehidrasyon durumlarında, serum niyetine bile içilebilirmiş, doktor tavsiyesi.
8) zanzibar adası'na geçelim. biz 8 gece kalacağız. aslında takımada zanzibar; unguja isimli ana ada, pemba adası ve onların irili ufaklı adalarından oluşuyor. biz unguja'nın doğusunda kalacağız. ada coğrafyası pek bir enteresan görünüyor. batı sahili mangrove ağaçlarıyla kaplıymış ve pek mercan kayalığı yokmuş; doğusu ise tamamen mercan kayalığı ve hiç mangrove yokmuş. bröveniz, yıldızınız filan varsa koşarak dalınız, benim gibiler için de şnorkel. gel-git zamanı önemli. deniz 2 km kadar yer değiştirebiliyormuş, benim havsalam almıyor şu an.
zanzibar'ın kalbi stone town, eski sömürge şehri. zaten köle ticaretinin ana limanlarından olan bir yer; ama biz onu freddie mercury'nin faruk olarak doğduğu yer olarak anmayı tercih ediyoruz. neyse, stone town 1 tam günü hak ediyor, ona göre plan yaptık. sömürge geçmişinin sonucu olarak adada hint kültürünün de etkisi çok, kullanılan prizler ingiliz ve hint prizleri, örneğin. yanınıza adaptör almayı unutmayın; hint adaptörü bulursanız bana da haber verin. bunlara ek olarak jozani ormanı'nda baharat turu yapmak, civardaki minik adalara gitmek filan da mümkün, harekete isteyene.
stone town'a gitmek, o izole, "plaj oteli"nden çıkmak, zanzibar'ın aslında ne halde olduğunu gösterecek ve ben "otelinden çıkmayan beyaz turist" mi olmak daha kötü, yoksa "otelinden çıkıp halka acıyan beyaz turist" mi, bilmiyorum. çok hassas, incelikli şeyler bunlar. "ay yazık yaa!"lamak da çok oryantalist geliyor, ama yok gibi yapmak da abes. neyse işte, gidince göreceğiz.
tanzanya'da nüfusun üçte biri müslüman veya hıristiyanmış; zanzibar'ınsa %97'si müslüman. seyahat tarihlerinizi ramazan ayına göre ayarlamanız fena olmaz. stone town'a inerken kadınların uzun etek- uzun kollu bluz giymesi konusunda on bin uyarı yapılıyor, o da bir not. deniz-güneş derken böyle şeyleri atlamayınız.
böyle işte efendim. geri kalan her şey için vikipedi.
bir de son olarak:
otel yorumlarını okudum manyaklar gibi. "çok hayal kırıklığı yaşadık, etrafında hiçbir şey yoktu" filan diyenler olmuş. böylelerini kalın bir atlasla dövmek lazım, seyahat acentelerine bol sabır dilerim. gideceği yere haritada bakmamak nasıl bir şeydir, bilmiyorum. heralde paraları çok. mesela bizim otel sahilde, şehir merkezine 1 saat mesafede ve taksi ucuz bir şey değil. bunu bilerek gidiyoruz. zaten bunu istiyoruz. "orada bir ada, adada bir yer" diyerek gitmek tombala bir hal. aldığım zanzibar rehberinde tüm otellerin işaretli olduğu bir harita vardı, o da işi kolaylaştırdı. bir de, mesela "elin yamyamı benden iyi ingilizce konuştu ya!" diye şaşıranların bunu yazma cüreti de beni şaşırtıyor. hiç mi merak edip okumaz insan, nereye, kimlere gidiyorum diye yahu? yamyammış.
neyse işte, öyle bir not: okuyun, ödevinizi yapın. saçma şeylere şaşırmanın anlamı yok.
20 Haziran 2012 Çarşamba
nellie
10 gün kaldı. 10 gün sonra toplamda 13 saat filan uçup, sonunda da toprağı öpücez sanırım. başka hiçbir şey düşünmüyorum. aktarmalı uçuş olduğu için ilk defa sevindim, sürekli otursak sonu iyi olmazdı. seyahat pakedimizi yollamış acente, içinden dünyanın en garip rehberi çıktı. fauna rehberi gibi bir şey; ne ülke, ne bölge anlatıyor. bir harita bile yok; sadece yedi düvelin hayvanları. o da lazım tabii ama temel şeyler eksik. o yüzden mini bi rehberle harita aldım. normalde uçuşta sınır 30 kilo; ama arada pırpır uçağa bineceğiz ve onda bavul için kilo sınırı 12 filan. zaten ağırlık kaldırmaması gereken bi ikiliyiz, bu sınırı 10 kiloya düşürdüm ben kafamda. hint tipi priz kullanılması ihtimali mevcutmuş, adaptör arıyorum. bi de "yanınızda dürbün getirin" demişler, böyle bir hizmetsizlik. haliyle bi de dürbün peşindeyim; bi seferlik, üç günlük, sonra bir işime yaramayacak dürbün.
peşmelba girişimim lezzetli ama (buralarda yarma şeftali bulamayınca) pek bi şekilsiz oldu. olsun, severim ben. bu peşmelba'yı da fi tarihinde (1893'müş) avustralyalı opera sanatçısı nellie melba hanımın şerefine yapmış bi fransız aşçı. hatta savoy hotel'de yapmış ilk. "melba usulü şeftali" derler; ama "melba şeftalisi" bence. "şerbetlenmiş yarım şeftalinin erotik çağrışımları" konusunu inceleyenler oldu mu bilmem. neyse, bu yıl tarifi yenileyerek yeniden yapmış savoy bu tatlısını. gerçi ne eklenir, ne çıkarılır, hiç; ama olsun. benim için tesadüfü güzel.
kardeşim resmen 20 yaşında. artık o bile bi "teenager" değil. bu ara leyleği havada görmenin keyfini çıkarıyor. istanbul'da turist gezdirecekmiş, pek bi pırpır. paralel evrenlerde tekrarlananlar gibi gibi. yirmi yaş. herkese olur da kardeşime olunca şaşırtıyor niyeyse. yirmi.
penguin books "dünyayı değiştiren" klasikleri "great ideas" adıyla 5 seri olarak yeniden basmış, her birinin kapağı farklı bi tasarım. pek bi güzeller, bir arada mozaik gibi, kolaj gibi görünüyorlar. orwell'in hayvan çiftliği de olsa tam olacaktı.
mubi'yle eve kapanma halimizi kırıp moonrise kingdom'ı sinemada izledik. ne de iyi etmişiz. fragmanı gördüğümden beri vizyona girsin diye bekleyip duruyordum, arkadaş dürtüğüyle gittik. sinemada bol gürültülü şeyler yenmesini saçma buluyorum, hele ki bu bitmeyen cipsin üstüne bitmeyen patlamış mısırsa. ben saçma buldukça tam arkama düşüyorlar haliyle. film iyi olunca duymuyor insan. ekip "ya hadi artık kendimiz için film çekelim, çok eğlenelim" demiş gibi bir hali vardı; sakin, samimi, renkli.
dün akşamüstü yan sokakta 3 el ateş edildi. tak-tak----tak. sonrasında hiçbir ses, bağırış filan duyulmadığı için çatapat, kızkovalayan vb bir şey olmasını umdum bi süre; silahmış. sonrası polis arabaları. kimse hiçbir açıklama yapmadığı için akibeti belirsiz. "kanalda cesedi bulunan kadını tanıyor musunuz?" ilanlarından sonra, biraz fazla yakın. "20 dakika önce oradaydım" kadar yakın.
bi de havalar güzel, güneşli. nehir boyunca, okul gezisine çıkan öğrenciler bir, ben iki.
*
haberler. bi de haberlere filan layık bulunmayanlar. biraz tutarlılık hiç fena olmazdı. "van minüt!" çıkışıyla övünen, orta doğu ve orta asyanın biricik abisi olmaya yeltenen bir hükümetin mültecilere biraz daha sıcak bakmasını bekliyor insan. mülteci sonuçta, herhangi bir göçmen değil. ne bileyim, 61 yıldır süren şu "batıdan gelecek mülteci ve diğerleri" ayrımındaki garabeti kaldırmalarını gerektirirdi tutarlılık. dünyada bu ayrımı sürdüren tek ülke olmanın eminim ki paragraflarca, çoook derin açıklamaları vardır da işte, insanca değil. ankaradaki UNHCR binasındaki güvenlik önlemlerini görseniz, anlardınız. kendini yakanlar oldu o binanın önünde, haber bile yapılmadılar. bir güvenli yaşam arayışındakilere potansiyel suçlu gözüyle bakmanın veya "bunlardan iki tane götürelim, başbakan bayılır" egzotikliğinin arasında bir yerde, insanlar yardıma muhtaç. somali için kampanyalar düzenlenirken, kimsenin aklına gelmiyordu bu biricik halimiz.
mülteci statüsünü bile çok gördüklerinin güvenliğini dert etmez ki devlet. diyeceksiniz ki "türkiyede mülteci kampları var". var; ama onlar hep "geçici" statüde. türkiye mültecilere sığınma hakkı vermediği için çoğu üçüncü ülkeye gitmek için başvuruyor ve o başvuru yılllaaar sonra belli olana dek, "geçici ülke"de görünmez kalıyor. mesela şu son dönemde suriyeden iltica edenlerin o şansı da yok. görünmez vaziyette, bir kampta, "yaşadığına şükret" arafındalar. bir ülkenin, iltica durumunda yapılabileceklere dair seçeneklerini minimuma indirip sonra çıkış bulamaması pek akıllıca değil. körfez savaşında yüz binlerce insana umut kapısı olmuşken, artık kendini bu kadar küçük görmeyip, gerçekten yapabileceklerinin adını koyması lazım. adını koymuyorsa iddia havada kalıyor.
ayh öyle işte. fi tarihinde yazdığın konuyu tekrar yazmak kadar da insanı bunaltan şey az. değişsin azıcık haberler. yazmak istediğim başka şeyler var aklımda; ama yok, olmuyor. aklıma hep potinbağı senfonisi geliyor, bir de yeşil renkli namus gazı. o kitap hep benim sığınağım oldu.
peşmelba girişimim lezzetli ama (buralarda yarma şeftali bulamayınca) pek bi şekilsiz oldu. olsun, severim ben. bu peşmelba'yı da fi tarihinde (1893'müş) avustralyalı opera sanatçısı nellie melba hanımın şerefine yapmış bi fransız aşçı. hatta savoy hotel'de yapmış ilk. "melba usulü şeftali" derler; ama "melba şeftalisi" bence. "şerbetlenmiş yarım şeftalinin erotik çağrışımları" konusunu inceleyenler oldu mu bilmem. neyse, bu yıl tarifi yenileyerek yeniden yapmış savoy bu tatlısını. gerçi ne eklenir, ne çıkarılır, hiç; ama olsun. benim için tesadüfü güzel.
kardeşim resmen 20 yaşında. artık o bile bi "teenager" değil. bu ara leyleği havada görmenin keyfini çıkarıyor. istanbul'da turist gezdirecekmiş, pek bi pırpır. paralel evrenlerde tekrarlananlar gibi gibi. yirmi yaş. herkese olur da kardeşime olunca şaşırtıyor niyeyse. yirmi.
penguin books "dünyayı değiştiren" klasikleri "great ideas" adıyla 5 seri olarak yeniden basmış, her birinin kapağı farklı bi tasarım. pek bi güzeller, bir arada mozaik gibi, kolaj gibi görünüyorlar. orwell'in hayvan çiftliği de olsa tam olacaktı.
mubi'yle eve kapanma halimizi kırıp moonrise kingdom'ı sinemada izledik. ne de iyi etmişiz. fragmanı gördüğümden beri vizyona girsin diye bekleyip duruyordum, arkadaş dürtüğüyle gittik. sinemada bol gürültülü şeyler yenmesini saçma buluyorum, hele ki bu bitmeyen cipsin üstüne bitmeyen patlamış mısırsa. ben saçma buldukça tam arkama düşüyorlar haliyle. film iyi olunca duymuyor insan. ekip "ya hadi artık kendimiz için film çekelim, çok eğlenelim" demiş gibi bir hali vardı; sakin, samimi, renkli.
dün akşamüstü yan sokakta 3 el ateş edildi. tak-tak----tak. sonrasında hiçbir ses, bağırış filan duyulmadığı için çatapat, kızkovalayan vb bir şey olmasını umdum bi süre; silahmış. sonrası polis arabaları. kimse hiçbir açıklama yapmadığı için akibeti belirsiz. "kanalda cesedi bulunan kadını tanıyor musunuz?" ilanlarından sonra, biraz fazla yakın. "20 dakika önce oradaydım" kadar yakın.
bi de havalar güzel, güneşli. nehir boyunca, okul gezisine çıkan öğrenciler bir, ben iki.
*
haberler. bi de haberlere filan layık bulunmayanlar. biraz tutarlılık hiç fena olmazdı. "van minüt!" çıkışıyla övünen, orta doğu ve orta asyanın biricik abisi olmaya yeltenen bir hükümetin mültecilere biraz daha sıcak bakmasını bekliyor insan. mülteci sonuçta, herhangi bir göçmen değil. ne bileyim, 61 yıldır süren şu "batıdan gelecek mülteci ve diğerleri" ayrımındaki garabeti kaldırmalarını gerektirirdi tutarlılık. dünyada bu ayrımı sürdüren tek ülke olmanın eminim ki paragraflarca, çoook derin açıklamaları vardır da işte, insanca değil. ankaradaki UNHCR binasındaki güvenlik önlemlerini görseniz, anlardınız. kendini yakanlar oldu o binanın önünde, haber bile yapılmadılar. bir güvenli yaşam arayışındakilere potansiyel suçlu gözüyle bakmanın veya "bunlardan iki tane götürelim, başbakan bayılır" egzotikliğinin arasında bir yerde, insanlar yardıma muhtaç. somali için kampanyalar düzenlenirken, kimsenin aklına gelmiyordu bu biricik halimiz.
mülteci statüsünü bile çok gördüklerinin güvenliğini dert etmez ki devlet. diyeceksiniz ki "türkiyede mülteci kampları var". var; ama onlar hep "geçici" statüde. türkiye mültecilere sığınma hakkı vermediği için çoğu üçüncü ülkeye gitmek için başvuruyor ve o başvuru yılllaaar sonra belli olana dek, "geçici ülke"de görünmez kalıyor. mesela şu son dönemde suriyeden iltica edenlerin o şansı da yok. görünmez vaziyette, bir kampta, "yaşadığına şükret" arafındalar. bir ülkenin, iltica durumunda yapılabileceklere dair seçeneklerini minimuma indirip sonra çıkış bulamaması pek akıllıca değil. körfez savaşında yüz binlerce insana umut kapısı olmuşken, artık kendini bu kadar küçük görmeyip, gerçekten yapabileceklerinin adını koyması lazım. adını koymuyorsa iddia havada kalıyor.
ayh öyle işte. fi tarihinde yazdığın konuyu tekrar yazmak kadar da insanı bunaltan şey az. değişsin azıcık haberler. yazmak istediğim başka şeyler var aklımda; ama yok, olmuyor. aklıma hep potinbağı senfonisi geliyor, bir de yeşil renkli namus gazı. o kitap hep benim sığınağım oldu.
15 Haziran 2012 Cuma
derecelerden 15, durumlardan yağmur
giderek post aralarını açıyorum, hayırlısı. yüzkırkkarakter'in laneti.
blog aleminin kraliçesi jelatin hanımcığım memlekete ayak bastı ve şenliklerle kutladık. o önce bi kuzeye çıkıp iskoçlara selam çaktı, sonra londra semalarına geldi. onun şerefine 2 gün güneş bile açtı, inanamadım. kendisi her zamanki haliyle, ışık ışık, heyecanlı ve eğlenceli. iyi geliyor.
*
londrayı ben küçük şeyler yüzünden seviyorum. mesela festival alanında vegan ve vejetaryenler için özel yemek standları olduğu için. bu bile yeter. evin dibindeki parkcığımız orta boy sayılır, hyde park'ın üçte biri filan. bu parkın dörtte birine kurulan "küçük" festival alanı, efes one love alanının yaklaşık iki katına denk geliyordu (matematik yeni bi deterjan mıııı). çimenlerin üzeri, halkın. o park, halkın. büyük, geniş ve halkın. o oyuncaklar kırılmıyor, o ağaçlar kazınmıyor, o köpek pislikleri yerde kalmıyor; çünkü park bir otoriteye, devlete, belediyeye, polise değil, halka ait. vandallık elbet var; ama yaygın değil. park var, yeşil var, bi nefes almalık molalar var.
festivale dönelim. yemek bölümleri düzgünce düzenlenmiş, tuvalet nerde diye debelenmiyorsun, en az 5 ayrı tuvalet alanı ve devasa tabelalar var. birçok sahne kurulmuş, çöp kutusu arayıp bulamama gibi bir şey yok. içki satışı çok düzgün, "sadece bira, soft içecekler, bira ve cider" filan gibi dev yazılar asılmış. standlar edeplice yerleştirilmiş, ayağını basacak yer bulabiliyosun, çimler işgal altında değil. kocaman ilk yardım çadırları, 2-3 tane. acil bir şey olduğunda gidebiliyorsun. efes one love'da birini kesseniz gazlı bez bile bulamazsınız bence. eğlendik mi, eğlendik. sefil olduk mu, hayır. üstelik aralıksız yağmura ve çamura rağmen. benim sidik kesem böbreğimin yarısı kadar olduğundan, böyle yerlerde tuvaletleri tavaf etmediğim olmamıştır. hiçbiri tıkanmadı, gecenin kör vaktinde bile temizdi.neyse işte, küçük şeyler, olması gereken şeyler.
her haftasonu tonla pazar kurulan bir şehirdeyim. portobello'yu filan geçtim, bizim buradaki mahalle pazarımız bile canımın içi. gayet sade ve düzgün. çilekse çilek, elmaysa elma. yemek de satılıyor, meyve- sebze de, el yapımı kartpostal da, kıyafet de. hepsi var. çok küçük bir alan; ama dağınık değil. "burası da bu kadar işte" bir yer. fazlasına, sıkıştırmaya, sokuşturmaya çalışmıyor kimse. pazarcılar da öyle zevkine stand açmıyorlar, bohem yaşam peşinde değiller. o paraya, o satışa ihtiyaçları var. mesela kendi armut suyunu yapıp satan bi genç çift vardı. plastik bidonlarla, şişeyle de satabilirler değil mi? hayır. kendi etiketlerini yapıştırdıkları yeşil renkli cam şişelerde satıyorlar. etiket de şu: bir sürü armut fotoğrafı ve "bizim bahçenin armudunun suyu" yazısı. bu yani. bu kadar. konu armut, o armutun muhteşem suyu ve evet, bi zahmet azıcık özen. mesela, festivalde makarna satıyolardı. arkada resmen bir kazan makarna, muhteşem bi peynirle karıştırılıyor. sonra 3 farklı malzeme- sos çiftinden birini seçiyosun, bi kaba koyup üstüne malzemeleri atıveriyolar; ama en sondaki kapanış hep aynı: taze kekik. çünkü mesele lezzet.
bir diğer sevdiğim şey, ürün etiketleri. merhabaaa, ben burjuva gülü! yok ama sahiden. şampuan veya meyve suyu fark etmez, rahatlar, esprililer, mesajlarını veriyorlar. "şampuanın mavi olduğunu görünce korkabilirsiniz. hayır bu bir eşek şakası değil, okaliptüs" yazıyor mesela. "dikkat! muhteviyatındaki okaliptüs sebebiyle rengi mavidir, boyamaz!" da yazabilirdi asker asker. sonra pek bir sevgili, pek bir ingiliz innocent meyve suları. "olimpiyatların resmi meyve suyu biziz. bununla ilgili hava atmak yerine sizi göbeğinde fındık kıran şirin bir kunduzla baş başa bırakıyoruz" yazıyor şişenin üstünde ve evet o kunduz fotoğrafı orada! meyve suyunu bırakıp şişeyi zevkle okuyabilirsiniz ve eğlenebilirsiniz (heeepsi burda). on bin meyve suyu dizin, ben yine innocent'ı seçerim, istediğim aroma olmasa bile; çünkü innocent samimi. bu kadar basit.
zerafet pahalı bir şey değil, gözle ilgili bir şey. o kazulet plastik sandalyeler yerine üstüne minder konmuş (veya konmamış) elma kasasını tercih edebilmekle ilgili bir zevk. "salaş"tan tek anladığı "armut puf" olmamakla ilgili. güzel bir ortam yaratmak, bir oh dedirtmek ama bağırtmamakla ilgili. az biraz çiçek, biraz renk demek. abartmamak, incelikli, doğal malzemeler seçmek demek. bir italyan tanıdığımız "türkler pikniğe veya plaja giderken yanında resmen mutfak taşıyor, dolmalar, mangallar filan. erkekler eğleniyor, kadınlar yine mutfakta" demişti, "güzel bi sandviç hazırlayıp getirseler, birlikte eğlenseler daha iyi değil mi?". işte öyle bir durum var: araçlara odaklanıp amacı ıskalamamakla ilgili. abartıya gömülüp zevki ıskalamamak lazım. hem bazen insan mangalda usta olabilir ama güzel bir sandviç yapamaz; çünkü hangi tadın neyle güzel gittiğini, malzeme uyumunun inceliğini bilemez. buranın incisi, küçük işletmelerde kullanılan ikea'nın o 1 liralık cam su bardakları, benim içtiğim en güzel kahvelerin, en güzel şarapların bardağı. porselen değilmiş, kristal değilmiş, ne fark eder? en güzel anıların bardağı o.
ha en şık porselen ve en güzel kristaller de mevcut, farkındayım - yanlış anlaşılma olmasın. lüks mü istediniz, kamyonla yığar valla elizabeth; ama işte sadeyi, rahatı, salaşı da bi o kadar güzel yapabiliyorlar. hangisi hangisinden geliyor bilmiyorum; o lüks ve şaşaa sadeleşmeyi de şıklaştırıyodur belki? emin değilim. yani ne bileyim, kaşıkçı elması ve topkapı sarayı gösterişini, göksu sefalarını filan yaşamış bir milletin plastik sandalye- armut puf ikilisini bi türlü aşamayışını açıklayamıyorum. öyle paralar ve biletler bayıldığınız etkinliklerde edindiğiniz "özenli salaşlık"tan bahsetmiyorum ben, sokak arasında, parkta filan karşınıza çıkanı diyorum.
misal, şehrin en güzel pizzacısı. taşınmış, azmedip bulduk. kendisinin bir adı, tabelası filan yok. içki ruhsatı yenilenmediği için teneke bardaklarda, gizlice getiriyor şarabı. malzemeleri tamamen organik ve restorana organik olmayan bir yiyecek sokmanız yasak, mutfakta karışabilir diye. incecik bir hamura yapılıyor pizzalar; aslında bildiğin lahmacun hamuru. lahmacunun telif hakkını elinde bulunduran bir millet olarak üzerine alafranga malzemeler koymayı akıl edemeyeşimiz bizim şaşkınlığımız. törkiş pizza diye debelenirsin sonra, elalem italyan lahmacununu keşfetmiş! neyse işte, pek lezziz. restoran giriş kat, atölye gibi, emlakçı bürosu gibi. giriş tamamen cam ve küçük. kapı ortada. sağında ve solunda, 12 kişilik 2 tane ahşap masa ve banklar var. duvarda harika bir kolaj var, dergi fotoğraflarıyla filan yapılmış, fotoğrafını çekmek yasak. arkası da mutfak. nemruttan hallice italyan bi teyze gelip bi kağıt bırakıyor: menü. sonra siparişi alıyor ve uzun uzun, içki ruhsatı sürecine söylenerek açıklama yapıyor. en az bi 15 dakika sonra, şahane pizzanız geliyor. kıçınız rahat değil, sırtınızı bile yaslayamıyorsunuz, çantanızı koyacak yer yok. masanızı 10 kişiyle, dip dibe oturarak paylaşıyosunuz ve çok mutlusunuz: çünkü her şey çok lezzetli ve fiyatı da makul. bu kadar. dışardan bakıldığında parmak boyası yapan anaokulu öğrencileri gibiyiz: herkes masaya eğilmiş, pür dikkat uğraşıyor, çıt yok.
londranın güzel yanı, bazı şeylerin bitmesi, az olmasının kıymetinin bilinmesi. en sevdiğiniz kafede en sevdiğiniz kekten kalmamışsa, siz geciktiğiniz için. burun kıvırmanın anlamı yok; çünkü onun lezzeti günde sadece 10 dilim hazırlanması, özenerek, incelikle yapılması. bir dahakine artık. yoksa yok, bitmişse bitmiş. hatta bu bitebilirlik kıymet katıyor ki zaten iktisat bunu emreder; elmaslar ve sular meselesi. bitmeyen kaynaklar arıyorsanız en yakın süpermarkete girebilirsiniz.
genelde yemek üstünden anlattım örnekleri; ama her şey için böyle. kurşun kalemden, saksı çiçeğine, "dükkanımız kapalı" yazısına. o yüzden böyle minik minik, gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekip yutmak istiyorum. gözüm emsin, sindirsin, hazmetsin.
*
burası da cennet değil, evet. kısa süre içinde hastane veya polisle muhatap olunmaması gerektiğini anladık burda. maalesef, muhatap olmak gerekmişti. yavaşlar, beceriksizler ve bence vicdansızlar. vicdandan kastım, "yazık" faktörü. yazık diye bir şey yok. yoldaki yaşlı amca size bi hemşireden çok daha yardımcı olabilir; çünkü o yazık diyebilir; ama hemşire işini yapıyor. insan işine acımaz; ama hastayla alay edebilir. polis mesela, tüm işini size yaptırabilir, kendi de ilkokul öğrencisi gibi iki elini iki yana açıp "ay napsak kiiii?" diyebilir. mesela. çünkü dürtmeden olmuyor hiçbir şey. özellikle hastane ve doktor işi sahiden çok yavaş. o yüzden evde resmen 3 dev kutu ilaç var, mini bir eczane stokladık. umarım işimiz düşmez.
*
15 gün sonra yola çıkıyoruz. toplamda 13 saat filan uçacağız ve konuyla ilgili vaatler şöyle:
heyecanlıyım demek az kalır, idrak edemiyorum. o vaatler yerine gelmezse de çok üzülmem sanırım, yerine gelebilecek şeyler için bile heyecanlıyım. aşılar, vize filan tamam. bi tek sıtma hapı kaldı ki o da kolay. telefonları ayarladık, saat başı hava durumu kontrolündeyiz. sanırım bi tür ingiliz tiki, burada edindim. mesela 1 saat içinde londrada yağmur başlaması pek muhtemel, o yüzden izninizle, ufaktan gidiyorum.
al işte bunu yazdım ve gök gürledi.
blog aleminin kraliçesi jelatin hanımcığım memlekete ayak bastı ve şenliklerle kutladık. o önce bi kuzeye çıkıp iskoçlara selam çaktı, sonra londra semalarına geldi. onun şerefine 2 gün güneş bile açtı, inanamadım. kendisi her zamanki haliyle, ışık ışık, heyecanlı ve eğlenceli. iyi geliyor.
*
londrayı ben küçük şeyler yüzünden seviyorum. mesela festival alanında vegan ve vejetaryenler için özel yemek standları olduğu için. bu bile yeter. evin dibindeki parkcığımız orta boy sayılır, hyde park'ın üçte biri filan. bu parkın dörtte birine kurulan "küçük" festival alanı, efes one love alanının yaklaşık iki katına denk geliyordu (matematik yeni bi deterjan mıııı). çimenlerin üzeri, halkın. o park, halkın. büyük, geniş ve halkın. o oyuncaklar kırılmıyor, o ağaçlar kazınmıyor, o köpek pislikleri yerde kalmıyor; çünkü park bir otoriteye, devlete, belediyeye, polise değil, halka ait. vandallık elbet var; ama yaygın değil. park var, yeşil var, bi nefes almalık molalar var.
festivale dönelim. yemek bölümleri düzgünce düzenlenmiş, tuvalet nerde diye debelenmiyorsun, en az 5 ayrı tuvalet alanı ve devasa tabelalar var. birçok sahne kurulmuş, çöp kutusu arayıp bulamama gibi bir şey yok. içki satışı çok düzgün, "sadece bira, soft içecekler, bira ve cider" filan gibi dev yazılar asılmış. standlar edeplice yerleştirilmiş, ayağını basacak yer bulabiliyosun, çimler işgal altında değil. kocaman ilk yardım çadırları, 2-3 tane. acil bir şey olduğunda gidebiliyorsun. efes one love'da birini kesseniz gazlı bez bile bulamazsınız bence. eğlendik mi, eğlendik. sefil olduk mu, hayır. üstelik aralıksız yağmura ve çamura rağmen. benim sidik kesem böbreğimin yarısı kadar olduğundan, böyle yerlerde tuvaletleri tavaf etmediğim olmamıştır. hiçbiri tıkanmadı, gecenin kör vaktinde bile temizdi.neyse işte, küçük şeyler, olması gereken şeyler.
her haftasonu tonla pazar kurulan bir şehirdeyim. portobello'yu filan geçtim, bizim buradaki mahalle pazarımız bile canımın içi. gayet sade ve düzgün. çilekse çilek, elmaysa elma. yemek de satılıyor, meyve- sebze de, el yapımı kartpostal da, kıyafet de. hepsi var. çok küçük bir alan; ama dağınık değil. "burası da bu kadar işte" bir yer. fazlasına, sıkıştırmaya, sokuşturmaya çalışmıyor kimse. pazarcılar da öyle zevkine stand açmıyorlar, bohem yaşam peşinde değiller. o paraya, o satışa ihtiyaçları var. mesela kendi armut suyunu yapıp satan bi genç çift vardı. plastik bidonlarla, şişeyle de satabilirler değil mi? hayır. kendi etiketlerini yapıştırdıkları yeşil renkli cam şişelerde satıyorlar. etiket de şu: bir sürü armut fotoğrafı ve "bizim bahçenin armudunun suyu" yazısı. bu yani. bu kadar. konu armut, o armutun muhteşem suyu ve evet, bi zahmet azıcık özen. mesela, festivalde makarna satıyolardı. arkada resmen bir kazan makarna, muhteşem bi peynirle karıştırılıyor. sonra 3 farklı malzeme- sos çiftinden birini seçiyosun, bi kaba koyup üstüne malzemeleri atıveriyolar; ama en sondaki kapanış hep aynı: taze kekik. çünkü mesele lezzet.
bir diğer sevdiğim şey, ürün etiketleri. merhabaaa, ben burjuva gülü! yok ama sahiden. şampuan veya meyve suyu fark etmez, rahatlar, esprililer, mesajlarını veriyorlar. "şampuanın mavi olduğunu görünce korkabilirsiniz. hayır bu bir eşek şakası değil, okaliptüs" yazıyor mesela. "dikkat! muhteviyatındaki okaliptüs sebebiyle rengi mavidir, boyamaz!" da yazabilirdi asker asker. sonra pek bir sevgili, pek bir ingiliz innocent meyve suları. "olimpiyatların resmi meyve suyu biziz. bununla ilgili hava atmak yerine sizi göbeğinde fındık kıran şirin bir kunduzla baş başa bırakıyoruz" yazıyor şişenin üstünde ve evet o kunduz fotoğrafı orada! meyve suyunu bırakıp şişeyi zevkle okuyabilirsiniz ve eğlenebilirsiniz (heeepsi burda). on bin meyve suyu dizin, ben yine innocent'ı seçerim, istediğim aroma olmasa bile; çünkü innocent samimi. bu kadar basit.
zerafet pahalı bir şey değil, gözle ilgili bir şey. o kazulet plastik sandalyeler yerine üstüne minder konmuş (veya konmamış) elma kasasını tercih edebilmekle ilgili bir zevk. "salaş"tan tek anladığı "armut puf" olmamakla ilgili. güzel bir ortam yaratmak, bir oh dedirtmek ama bağırtmamakla ilgili. az biraz çiçek, biraz renk demek. abartmamak, incelikli, doğal malzemeler seçmek demek. bir italyan tanıdığımız "türkler pikniğe veya plaja giderken yanında resmen mutfak taşıyor, dolmalar, mangallar filan. erkekler eğleniyor, kadınlar yine mutfakta" demişti, "güzel bi sandviç hazırlayıp getirseler, birlikte eğlenseler daha iyi değil mi?". işte öyle bir durum var: araçlara odaklanıp amacı ıskalamamakla ilgili. abartıya gömülüp zevki ıskalamamak lazım. hem bazen insan mangalda usta olabilir ama güzel bir sandviç yapamaz; çünkü hangi tadın neyle güzel gittiğini, malzeme uyumunun inceliğini bilemez. buranın incisi, küçük işletmelerde kullanılan ikea'nın o 1 liralık cam su bardakları, benim içtiğim en güzel kahvelerin, en güzel şarapların bardağı. porselen değilmiş, kristal değilmiş, ne fark eder? en güzel anıların bardağı o.
ha en şık porselen ve en güzel kristaller de mevcut, farkındayım - yanlış anlaşılma olmasın. lüks mü istediniz, kamyonla yığar valla elizabeth; ama işte sadeyi, rahatı, salaşı da bi o kadar güzel yapabiliyorlar. hangisi hangisinden geliyor bilmiyorum; o lüks ve şaşaa sadeleşmeyi de şıklaştırıyodur belki? emin değilim. yani ne bileyim, kaşıkçı elması ve topkapı sarayı gösterişini, göksu sefalarını filan yaşamış bir milletin plastik sandalye- armut puf ikilisini bi türlü aşamayışını açıklayamıyorum. öyle paralar ve biletler bayıldığınız etkinliklerde edindiğiniz "özenli salaşlık"tan bahsetmiyorum ben, sokak arasında, parkta filan karşınıza çıkanı diyorum.
misal, şehrin en güzel pizzacısı. taşınmış, azmedip bulduk. kendisinin bir adı, tabelası filan yok. içki ruhsatı yenilenmediği için teneke bardaklarda, gizlice getiriyor şarabı. malzemeleri tamamen organik ve restorana organik olmayan bir yiyecek sokmanız yasak, mutfakta karışabilir diye. incecik bir hamura yapılıyor pizzalar; aslında bildiğin lahmacun hamuru. lahmacunun telif hakkını elinde bulunduran bir millet olarak üzerine alafranga malzemeler koymayı akıl edemeyeşimiz bizim şaşkınlığımız. törkiş pizza diye debelenirsin sonra, elalem italyan lahmacununu keşfetmiş! neyse işte, pek lezziz. restoran giriş kat, atölye gibi, emlakçı bürosu gibi. giriş tamamen cam ve küçük. kapı ortada. sağında ve solunda, 12 kişilik 2 tane ahşap masa ve banklar var. duvarda harika bir kolaj var, dergi fotoğraflarıyla filan yapılmış, fotoğrafını çekmek yasak. arkası da mutfak. nemruttan hallice italyan bi teyze gelip bi kağıt bırakıyor: menü. sonra siparişi alıyor ve uzun uzun, içki ruhsatı sürecine söylenerek açıklama yapıyor. en az bi 15 dakika sonra, şahane pizzanız geliyor. kıçınız rahat değil, sırtınızı bile yaslayamıyorsunuz, çantanızı koyacak yer yok. masanızı 10 kişiyle, dip dibe oturarak paylaşıyosunuz ve çok mutlusunuz: çünkü her şey çok lezzetli ve fiyatı da makul. bu kadar. dışardan bakıldığında parmak boyası yapan anaokulu öğrencileri gibiyiz: herkes masaya eğilmiş, pür dikkat uğraşıyor, çıt yok.
londranın güzel yanı, bazı şeylerin bitmesi, az olmasının kıymetinin bilinmesi. en sevdiğiniz kafede en sevdiğiniz kekten kalmamışsa, siz geciktiğiniz için. burun kıvırmanın anlamı yok; çünkü onun lezzeti günde sadece 10 dilim hazırlanması, özenerek, incelikle yapılması. bir dahakine artık. yoksa yok, bitmişse bitmiş. hatta bu bitebilirlik kıymet katıyor ki zaten iktisat bunu emreder; elmaslar ve sular meselesi. bitmeyen kaynaklar arıyorsanız en yakın süpermarkete girebilirsiniz.
genelde yemek üstünden anlattım örnekleri; ama her şey için böyle. kurşun kalemden, saksı çiçeğine, "dükkanımız kapalı" yazısına. o yüzden böyle minik minik, gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekip yutmak istiyorum. gözüm emsin, sindirsin, hazmetsin.
*
burası da cennet değil, evet. kısa süre içinde hastane veya polisle muhatap olunmaması gerektiğini anladık burda. maalesef, muhatap olmak gerekmişti. yavaşlar, beceriksizler ve bence vicdansızlar. vicdandan kastım, "yazık" faktörü. yazık diye bir şey yok. yoldaki yaşlı amca size bi hemşireden çok daha yardımcı olabilir; çünkü o yazık diyebilir; ama hemşire işini yapıyor. insan işine acımaz; ama hastayla alay edebilir. polis mesela, tüm işini size yaptırabilir, kendi de ilkokul öğrencisi gibi iki elini iki yana açıp "ay napsak kiiii?" diyebilir. mesela. çünkü dürtmeden olmuyor hiçbir şey. özellikle hastane ve doktor işi sahiden çok yavaş. o yüzden evde resmen 3 dev kutu ilaç var, mini bir eczane stokladık. umarım işimiz düşmez.
*
15 gün sonra yola çıkıyoruz. toplamda 13 saat filan uçacağız ve konuyla ilgili vaatler şöyle:
(bu muhteşem foto yerleştirme için blogger ara yüzüne teşekkür ederim, aman diym geliştirmeyin.)
heyecanlıyım demek az kalır, idrak edemiyorum. o vaatler yerine gelmezse de çok üzülmem sanırım, yerine gelebilecek şeyler için bile heyecanlıyım. aşılar, vize filan tamam. bi tek sıtma hapı kaldı ki o da kolay. telefonları ayarladık, saat başı hava durumu kontrolündeyiz. sanırım bi tür ingiliz tiki, burada edindim. mesela 1 saat içinde londrada yağmur başlaması pek muhtemel, o yüzden izninizle, ufaktan gidiyorum.
al işte bunu yazdım ve gök gürledi.
6 Haziran 2012 Çarşamba
pancar
İnsan bazı şeyleri küçükken, çok tuhaf şekillerde öğreniyor ve asla unutmuyor.
Mesela benim için bu bilgi, 1993 yılından beri şu:
Mor/ koyu kırmızı renkli tüm sebze - meyveler kan yapar ve bunların başında da pancar turşusu gelir.
Kapı çalmış, en alt katta oturan koyu katolik, alman komşumuz. elinde neredeyse bir kazan, mosmor, kopkoyu pancar turşusu. ben pancardan pek bi nefret ediyorum o sıralar. anneme getirmiş. annem, dünyanın en sıradan rahatsızlıklarından biriyle ilgili yapılan yanlış bir teşhis yüzünden ölmek üzereyken, doktor arkadaşları sayesinde ölümden dönmüş birkaç gün önce. şimdi yorgun, dinleniyor. ben o zaman bu kadar ayrıntı bilmiyorum; sadece koşturmalar, hep aralık bir kapı, gelip gidenler ve ben. ben 9 yaşımda, koskocaman bir ablayım; çünkü kardeşim 1 yaşında ve minicik. alman komşumuz, inançları gereği kan alma / verme işlerine uzak olduğu için, fi tarihinde kendisi de bir ameliyattan sonra pancar turşusuyla toparlamış. Anneme bir kazan pancar turşusu getirmiş şimdi. demek ki annemin o turşunun hepsine ihtiyacı var, demek ki anneme çok kötü şeyler olmuş. komşumuz şimdi güler yüzlü, şen şakrar bi kadın, demek ki pancar harika bir şey aslında. annem o turşu kazanını hemen, bi oturuşta bitirsin.
belki de kapıyı ben açmadım, annem açtı. belki ben komşumuzu ve o kocaman turşu kazanını hiç görmedim, annem anlattı. belki ameliyattan sonra turşu yiyip iyileşen komşumuz değil, kocasıydı. olsun. tüm bunlar, hafızamın en mor köşesinde kayıtlı. işte pancar turşusu, o berbat senenin o berbat yazının törenlerle kapanışıdır. pancar turşusunun iyi edemeyeceği şey yoktur. her ayrıntısını yazsam inanmayacağınız kadar berbat ve hastane dolu geçen o 1993 yazını bile bitirmiştir. ben her pancar turşusu yiyişimde o yazın berbat günlerini değil, o günlerin bitişini hatırlarım, içim rahatlar.
özetle: mor şeyler yiyin. bir de iyi komşular, iyi doktorlar ve iyi arkadaşlar edinin.
Mesela benim için bu bilgi, 1993 yılından beri şu:
Mor/ koyu kırmızı renkli tüm sebze - meyveler kan yapar ve bunların başında da pancar turşusu gelir.
Kapı çalmış, en alt katta oturan koyu katolik, alman komşumuz. elinde neredeyse bir kazan, mosmor, kopkoyu pancar turşusu. ben pancardan pek bi nefret ediyorum o sıralar. anneme getirmiş. annem, dünyanın en sıradan rahatsızlıklarından biriyle ilgili yapılan yanlış bir teşhis yüzünden ölmek üzereyken, doktor arkadaşları sayesinde ölümden dönmüş birkaç gün önce. şimdi yorgun, dinleniyor. ben o zaman bu kadar ayrıntı bilmiyorum; sadece koşturmalar, hep aralık bir kapı, gelip gidenler ve ben. ben 9 yaşımda, koskocaman bir ablayım; çünkü kardeşim 1 yaşında ve minicik. alman komşumuz, inançları gereği kan alma / verme işlerine uzak olduğu için, fi tarihinde kendisi de bir ameliyattan sonra pancar turşusuyla toparlamış. Anneme bir kazan pancar turşusu getirmiş şimdi. demek ki annemin o turşunun hepsine ihtiyacı var, demek ki anneme çok kötü şeyler olmuş. komşumuz şimdi güler yüzlü, şen şakrar bi kadın, demek ki pancar harika bir şey aslında. annem o turşu kazanını hemen, bi oturuşta bitirsin.
belki de kapıyı ben açmadım, annem açtı. belki ben komşumuzu ve o kocaman turşu kazanını hiç görmedim, annem anlattı. belki ameliyattan sonra turşu yiyip iyileşen komşumuz değil, kocasıydı. olsun. tüm bunlar, hafızamın en mor köşesinde kayıtlı. işte pancar turşusu, o berbat senenin o berbat yazının törenlerle kapanışıdır. pancar turşusunun iyi edemeyeceği şey yoktur. her ayrıntısını yazsam inanmayacağınız kadar berbat ve hastane dolu geçen o 1993 yazını bile bitirmiştir. ben her pancar turşusu yiyişimde o yazın berbat günlerini değil, o günlerin bitişini hatırlarım, içim rahatlar.
özetle: mor şeyler yiyin. bir de iyi komşular, iyi doktorlar ve iyi arkadaşlar edinin.
1 Haziran 2012 Cuma
çünkü hayat bi soğandır
ben buraya yazmıyorken, daha doğrusu hırsımdan sayfalar dolusu "taslak" hazırlayıp yayımlamıyorken bu ülkede birileri isteyerek veya tecavüzle olması hiiiiç fark etmez, illa ki doğurmamızı, doğururken de öyle her çeşit olmaz, doğal yolla doğurmamızı emretti. tabii bu yolda kürtaj, yasaklanması gereken ilk şey. günlerdir can hıraş, bi kadınlar haykırıyor, bi başbakan. bi gazeteciler yorum yapıyor, bir insan hakları komisyonu başkanı. boşnaklar savaşta doğurmuuuş, n'olcak ki yani, devlet bakaaar. devlet bi zahmet kendi hamile kalıp doğursa daha çok sevinirim ya, hamal değiliz.
tonlarca şey kustum durdum ama özetim şudur: çinde uygur türkü kadınlara zorla kürtaj yapıldığı malum, bu konuda koyu milliyetçi kampanyalarla yaratılan bir "farkındalık" da ülkede mevcut. hah işte, orada neye karşı çıkıyoruz ciğerim? bi devletin bi kadının bedenine karışmasına. evet. tanıdık geldi sanırım? evet, kürtaj da aynı şey. zorla yaptırman veya yasaklaman fark etmiyor: o eli o rahimden çekmedikçe, aynı şey. yani hem batıya gidip doğuya ulaşmak gibi, kürtajı yasaklarken, zorla kürtaj yaptırandan bi farkın kalmıyor. bari bunu bi düşün. yani bence çay koysan en azından iş görmüş olursun; ama neyse. sinirlenince de pms diyolar.
*
ayh neyse. ahdım var bu konuyu yazmiycam, uzatmiycam; çünkü hem daha önce defalarca yazdım, hem bu başbakanın "her kürtaj bi uluderedir" lafındaki o ilkokul seviyesi hallere gıcığım, çünkü deliyle deli olursak ona bir şey olmaz, biz delirdiğimizle kalırız.
tonlarca şey kustum durdum ama özetim şudur: çinde uygur türkü kadınlara zorla kürtaj yapıldığı malum, bu konuda koyu milliyetçi kampanyalarla yaratılan bir "farkındalık" da ülkede mevcut. hah işte, orada neye karşı çıkıyoruz ciğerim? bi devletin bi kadının bedenine karışmasına. evet. tanıdık geldi sanırım? evet, kürtaj da aynı şey. zorla yaptırman veya yasaklaman fark etmiyor: o eli o rahimden çekmedikçe, aynı şey. yani hem batıya gidip doğuya ulaşmak gibi, kürtajı yasaklarken, zorla kürtaj yaptırandan bi farkın kalmıyor. bari bunu bi düşün. yani bence çay koysan en azından iş görmüş olursun; ama neyse. sinirlenince de pms diyolar.
*
ayh neyse. ahdım var bu konuyu yazmiycam, uzatmiycam; çünkü hem daha önce defalarca yazdım, hem bu başbakanın "her kürtaj bi uluderedir" lafındaki o ilkokul seviyesi hallere gıcığım, çünkü deliyle deli olursak ona bir şey olmaz, biz delirdiğimizle kalırız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)