29 Ocak 2012 Pazar

en bi pazar

şu tipsiz sulu kar yüzünden "operasyon kar kaplanı" kostümümle geziyorum. kabaca: burnuma kadar çekilmiş palto yakası, tüylü bi kalpak, postal, eldiven, kat kat hırka ve atkı. sadece gözlerim açıkta, ona da kar giriyo. olsun, sonuç başarılı: üşümüyorum.

avustralya açık finalini izler miyim naparım filan derken, izlemedim. kızlarla güzel bi kahvaltıdan sonra, vesikalık derdiyle istiklal'e gittim. özlemiş miyim, bi şi olmuş. model'de fotoğrafımı çektirdim, inci'de profiterol yedim, mephisto'ya koştum. ordan da pera müzesi'ne ve ara cafe'ye sığındım. dona dona evime döndüm. klasik bir güzergah. sanki biriktirip kaydediyorum, öyle kalsınlar diye.

inci tıklım tıklımdı. hatta personel "kar bile yağıyor, bi nefes alın arkadaş, mesai mi ödüyolar size?" diyordu yetişmeye çalışırken. herkes, her gelen "kapanıyormuşsunuz?" diye sordu. sahibi de "n'apalım, kader." dedi sadece. kader. öyle bir "kader" dedi ki tarifi zor, hani tam bi "hepimizin bildiklerini tekrar edip yeniden üzülmeyelim hanfendiciğim, ağız tadınız bozulmasın" tonuyla. teşekkür eder gibi ama buruk. bi garip işte.

caddeyi enlemesine yürüyüp hızlı hızlı ağa camii'ne girerken "gençler! nikahsız ilişki yaşamıyoruz gençler!" diyen sakallı amca, "bekleme yapma ticari!" tonuyla söyledi bunu. hani söylemesi şart gibi, kızgın da değil. yanımda yürüyen çift öyle bi güldü ki bi an için espri mi yaptı diye düşündüm. ne bileyim, absürd işte.

mephisto'ya bakınca istiklal kitabevini hatırlıyorum.sıcak kitapçılar. mesela d.n.r gibi zincirlerde kitap sadece bi ürün. sistemden bakıyoruz, yoksa yok. sevgisiz, ilgisiz. "omo'nun bayır gülü kokulusu var mı?" demişim gibi bir "stokta görünmüyor". iyi bok, hissiz şey seni. bi kitabı bulamamak nedir, bilmeyenler. oysa mephisto (ve tabii ki çok sevgili robinson crusoe gibi, nadide birkaç yer daha) kitabı seven ve bilen kitapçı. aldığınız kitabı kasada okuturken "elimdeki bitsin ben de bunu okiycam" diyenler çalışıyor. metis'in ajandasını nihayet almaya niyetlenmişken "bitti" dediler bana; ama mesela "ikinci bi baskı yaparlar bu ara" da dediler üstüne. çünkü o an yüzümün düşmesini önemsiyorlar. o yüzden kıymetli mephisto. azıcık insan teması, bari kitaplarda kalsın.

neyse, epey bi rötarlı alışverişimi ay sonu gelmeden yapmanın haklı gururuyla, yayın-dropping:

000kitap'ı pdf olarak okuyodum ve fena da gitmiyodu; ama sonu gelemedi. i don't pdf. bir+bir "gencecik hikmet'in o çıplak parmağı"nı arka kapağına taşımış ya, en bi canım dergi. kuş sesleri dinliyorsam, sayesinde.

geçen gün elektrikler kesildi ve ben çook uzun zamandır ihmal ettiğim mumlarımla, mini bi vanilya seansı yaptım. mum ne güzel bi şey. sanki en koşturmacalı zamanlarda mum yakarak hız kesebiliriz gibi. bi de benim yine orkidem oldu, ama bence zamanlama olarak azıcık yanlış. neyse, güzel güzel bakacağımdır tabii.

sonlara doğru fotoğraflı bi post olsun diye kasıyorum, bu da kapanış: the broş.
bence kesinlikle palto broşu. yazın ne yapıcam bilmiyorum.


geri sayım, ne tuhaf şeysin sen.

28 Ocak 2012 Cumartesi

çocuk

8 yaşında bir çocuk öldü. çünkü bi haftadır bar bar bağıran bir meteorolojiye rağmen sevgili cipinin lastiklerini kar lastiğiyle değiştirmeyen, "ay istanbulda kış yumuşak oluyor ya, 2 gün için değmez şimdi" diyen bir insan ve koskoca yokuşun buzlanacağı belliyken tuzlama yapmak için önce o çocuğun ölmesini bekleyen bir belediye ile aynı şehirde yaşıyordu o çocuk. adı muhammet. öldü.

4 yaşında bir çocuk öldü. 3 ay önce Van'da depremden sağ kurtulup, bu karda ayazda devletin onu yaşamaya mahkum ettiği yazlık çadırda ısınmaya çalışırken çıkan yangında, yanarak öldü. çünkü  para topladığını gerim gerim gerinerek 7 düvele duyuran ama o parayla ne yaptığını cümle alemden saklayan insanlar; deprem sonrası koordinasyon ve afet yönetiminde sınıfta kalmış bir kızılay ve onlarca mega yatırım projesini salya akıtarak tanıttığı halde sıra Van'a geldiğinde "yok hemşerim!" diyen bir hükümetle aynı ülkede yaşıyordu o çocuk. adı mustafa. öldü.

daha da sayardım ya, içim kanıyor, içim kuruyor. bok yoluna ölme becerimizi çocuklarımıza da aktarmışız. başbakan ne kadar gururla gülümsüyor: çoğalmamızdan memnunmuş. istediği kadar ölen ölsün, stoklarımız sağlam yani. sizi gibi küçük sayılar ve küçük tabutlar - adınız yok. muhammet ve mustafa demeyeceğiz size, hep böyle "bi çocuk" diye kalacaksınız.

*
beni kahrediyor bu ölümler. fransan'ın bilmem ne yasasına ve ilgili tüm politikacılarına sövmek yeni milli sporumuz olmasaydı, belki çocuklarımızdan vazgeçişimizi konuşurduk. mesela mersin'de bir cenaze törenine katılan 17 çocuk açlık grevinde. çünkü şimdi cezaevindeler. evet, ölen PKKlıymış. bu çocuklar da otomatikman nefret listenize girdi değil mi? ablasının, abisinin mezarına gitme hakkı bile yok, onu canından çok sevme hakkı yok bu çocukların. Mersin'de 1 yılda 120 çocuk tutuklandı. bu çocuklardan 17'si, haklarında 3 aydır hiçbir iddianame hazırlanmadığı için öylece gözaltında tutulmalarına itiraz ediyor. açlık grevindeler. onlar en azından çabalıyor: haklı çıkmaya değil, hakkaniyetle yargılanmaya.

oysa biliyoruz ki onlar da ölebilir. bok yoluna ölenlere bağışladığımız o pek kıymetli "yazıııık"ı onlara bahşetmeyiz üstelik, pis mihraklar. çocuk değil, insan değil, isimsiz sayılar. sapır sapır dökülüyor, gidiveriyor çocuklar. her biri için kafamızdan bir tutam saç yolmadıkça, anlamayacağız. hoş, şimdi bu ülkenin bir yerinde her gün yeni bir kafatası çıkıyor topraktan. belki onlardan biri de çocuktu, değil mi? bizim en eski tarihimiz bu vazgeçişler. o kadar eski ki alışkanlıkla gelenek arası bir dehlizden geliyor, boynumuza asılı sallanıyor.

27 Ocak 2012 Cuma

sarı

çok garip zamanlar. insanlar sürekli ağzımın içine bakıyor, çılgınca soru soruyor. sevgili blog, "ee gerdek???" sorusunu bile duydu bu kulaklar ki hani sen ben biliyoruz, bana sorulacak soru değil. şöylece bi baktım, sustular. bi de ilk başlarda salak gibi "acil nikah gerekiyodu" filan diyodum, birazdan doğuracağımı sanıyodu insanlar galiba, artık daha normal izah ediyorum. yakında bant kaydı çalıcam. sahiden böyle bi özrüm var. annemin dediği gibi: "brezilyadaki fındık fiyatları desem susmazsın, nikahını anlatamıyosun." neyse.

genel sağlık sigortası psikopatlığını çözmeye çalışıyorum. bi haftadır filan, bi yandan da bu manyaklıkla boğuşuyorum. pencere vergisi gibi, gözünün üstünde kaş var vergisi gibi.

dün biz bir tenis turnuvasında daha yarı finali birlikte seyredemedik blog; ama çeyrek finalleri birlikte izlemiştik işte. bu da bir şey. iki kişiyle tenis maçı izlemeyi çok seviyorum: biri annem, biri de tazecik biriciğim. onlar olmadan izlemek garip geliyor. bi de yani, federer ve nadal deyince benim aklıma toprak kort geliyor, sıcak hava, roland garros. oraya aitler gibi. djokovic ve murray maçı o kadar belliydi ki izlemedim bile.

bence güzel bir sabahlık ve güzel bir broş, insanı mutlu eden ayrıntılar. robdöşambr denen naneyi ne kadar sevmiyorsam, insanı sabah mahmurluğuyla salınan bi japon balığına çeviren sabahlıkları da bir o kadar seviyorum. anneanneminki kadar güzel olmasın, yeni bir sabahlığım var. broş da mesela, ne güzel bi takı. kolye değil, küpe değil - broş. sevgili ev arkadaşım bu konuda iyidir efendim. benim de ufak yaka iğnelerim var; ama broş başka bi şi. kardeşim bana bi broş hediye etti ve artık kış kötü bi şi diil.

perulu minik adaşım artık guyana'da yaşıyor. annesine çok benziyor, çok güzel gülümsüyor. Guyana hakkında çok bi şi bilmediğimiz, wikipedia'daki türkçe sayfasından da belli: "böyle de bi şi var" diyor anca. olsun. ben öğreniyorum yavaştan.

11 ay sonra, yine tahliye çıkmadı. 11. davaya kaldı, biz de mart ayını bekleriz.
kartopu oynamazlar da erguvanları görürler. bekleriz.
sonuçta "denizlere çıkar sokaklar" dizesini onlar değil biz yazdık. bekleriz. öyle bir bekleriz ki "ahmet-nedim pabucu yarım / çık dışarıya oynayalım!" diyen bir coşkuyla bekleriz, onlara rağmen neşeli, onlara rağmen umutlu. Birgün muhabiri zeynep'in gülümsemesi, odtülü hikmet'in çıplak parmağı gibi bekleriz. asık suratların kravatları bunu asla anlayamayacak.

23 Ocak 2012 Pazartesi

evet

merhaba blog, evlendim ben! çok güzel bir cumartesi gününü, çok sevdiğim insanlarla geçirdim. damat pek bir yakışıklıydı, ben de fena bi gelin olmadım sanırım. canımın içi adamın elini sımsıkı tuttum, gözünün içine baktım. insan kendi nikahını anlatamıyomuş, ne garip. herkes bana bir sürü soru soruyor, anca sorulunca anlatabiliyorum. öyle bi haldeyim. mesela, aile cüzdanım var. bence en büyük değişiklik bu. işin resmiyeti kırmızı üzerine dore yazılardan anlaşılıyomuş. resmen anayasa gibi baş köşede duruyor evde.

ankara, elbisem kadar beyaz olmak için, bol bol karlıydı. camdan bakınca kar yağışı görmek, çok güzeldi. sevgili baharımın ilhamıyla, koyu yeşil ayakkabılı, koyu yeşil kravatlı, bol tavuskuşu tüylü bir çifttik. en çok el buketimi sevdim ben, canım çiçekçi. onlarca kişinin adını ayakkabımın altına yazdım, hepsi silindi. hatta ilk silinen kişi kuzenimdi, aynı akşam evlenme teklifi almış. gelin telim niyeyse kopmayan cinstendi, keserek dağıttım. dans ettik, birbirimize pasta bile yedirdik efendim. sonra da bizim gençler tayfasını toplayıp, zıpzıpzıp.

ilkokul kompozisyonu cümlelerimle, ne kadar da akıcı bir anlatım!

ne yalan söyleyeyim blog, elimdeki yüzüğe bakıp hülyalara, rüyalara dalmıyorum - ona bakınca gördüğüm tek şey şu: "bir an önce. hemen. acele". şimdi beni kavuşmalar bekliyor. neylersin ki damadın yanında olmak, öyle kolay değil bazen. olsun. yeter ki olsun. ondan sonrası o kadar çok, o kadar renkli, o kadar güzel, o kadar bizim ki. pamuklara sarmaladığım bir geleceğim var, insan daha ne ister?

öyle işte. şimdiye kadar yazdığım en kişisel post da bu olsun madem. evet dedik biz.

19 Ocak 2012 Perşembe

bugün: 40 bin.

Bugün ne güzel bir kalabalık varmış istanbul'da. Benim yerime Agos'a onbinler gitmiş. Öyle güzel, tazeleyici bir şey ki bu insanları görmek. O güçlü vicdanlarıyla susar halleri bile her nefretten güçlü. Ankara'da da benzer bir kalabalık olmuş, dolu dolu, kızgın ama inatçı. bir bardak su içmiş gibi ferahlatıyor insanı.

Evet: "ankara" ve "-muş". Taksim'de, Agos'ta olamadım ya, onun için akşam saat 6'da Birgün'den Sakarya'ya yürüyecektim. Yapmadım; daha doğrusu yapamadım. Annem sağlık şerhi koydu. Bu hafta Ankara'da gece hava  eksi 12 derece ve geldiğimden beri burnum akıyor, öksürüyorum filan. annem "polis coplarsa görürsün!" demedi, "hasta olma" dedi. yoksa önceki yıllarda doktor bahanesiyle işten kaçmıştım, annemden de kaçabilirdim, biliyor. Yani annemin sağlık endişesine inanıyorum.

Normal şartlarda bu da beni pek durdurmaz. Ne var yani al antibiyotiğini, olmadı bikaç gün sürün. Hiç mi hasta olmadık? ama bu cumartesi günü gözünün içine bakıp, bir ömür boyu mutlu olmak için "evet" diyeceğim, dolu dolu aşık olduğum bir adam var blog. durum bu yani: ben 2 gün sonra evleniyorum. tam da bu sebeple, "evet" diyebilecek kadar sesim çıksın istiyorum..

işte bugün söz dinlediysem, böyle bir sebepten. bence sayılır.
şimdi portakal, ilaç, vudu büyüsü - ne varsa yükleneceğim. lanet ankara, gözlerim bile üşüyor.

17 Ocak 2012 Salı

cinayet saati

karar çıktı bugün. bize değil. ne yazayım bilmiyorum, bizle ilgisi yok. birileri ezberden okudu yine. acı iğneler batırdılar yüreğimize, acı acı, kanatsın diye. ellerine sağlık, kopkoyu kanadı

yürüyüş duyuruldu. onlar beşiktaştan nişantaşına çıkana kadar ben leventten metroyla yetişirdim, atladım gittim. azdık, çok azdık. olmamız gereken sayıyı düşününce azdık. belki herkes perşembeye saklıyor kendini, bilemem. ama vardık. ordaydık. orayı, o binayı, o afişi, o insanları, o güzel insanı sahipsiz bırakmadık. bu saatten sonra iş buna kaldı bence. sahipsiz değiller. o kadar da değil. yutmuyoruz. 

her seferinde sinirden kasılıyorum, ağlıyorum. hep bir ağızdan bağırarak ağlayan bir sürü yetişkin insan. örgüt bulamamışlar, yokmuş örgüt. nedim şener boşuna, hep boşuna. bir suçluyu, suçunu itiraf eden bir suçluyu ona rağmen koruyup, mağduru mahkum etmek, adalet oldu. kantarın topuzu yine fıldır fıldır dönüyor. devlet erhan tuncel'e 1 yıl borçlu çıktı, farkında mısınız? artık verirler bir memuriyet, çaycılıktan bilmem ne şube müdürlüğüne filan yükselir, bu ülke neler gördü.

nedim şener'i düşünüyorum. canı nasıl da yanıyordur bugün. kendini feda ettiği bir dava görülürken, o utanmaz arlanmazlar kendi savunmalarında "dokunan yanar" dedi, biliyor musunuz? bilin. öğrenin. unutmayın. başka işiniz yok, daha önemli bir şey yok. her harfi, her imalı gülüşü, her küfrü, her tepeden bakışı, her manasız özgüveni ezberleyin. unutmayın, göreviniz. her şey, her şey o kırıntılarda saklı. yüz bin parçaya böldükleri o büyük resim, tuzla buz ettikleri o adalet, parça parça toplanacak.

bilmem, belki de birkaç yüz kişiyle birlikte ağlamak insana iyi geliyordur. ince ince akıyor, içimize değil, bari dışımıza. belki bu sahiden insana iyi geliyordur. midem çok bulanıyor. tarifi olmayan bir şekilde, düşündükçe bulanıyor. başım zonkluyor, sanki içinden bi yaratık çıkacak da hepsini yiyecek. yapabileceklerini bildiğimiz bir şeyi, yine tahmin ettiğimiz bir yüzsüzlükle yaptılar ve biz yine, şaşırdık, yıkıldık. zonklamalar, ağrılar bize. zafer sarhoşluğu onlara.

ve lakin sevgili blog, o inatsa bu da inat. faşizme inat, kardeşimsin hrant. aslında zor değil diyorsam, agos'un binasının adı sebat olduğu içindir. Sebat Apartmanı. bakakaldığım yazı. kelimeler ne kadar isabetli, ne kadar da doğru yerdeler di mi blog? o yüzden işte, biz böyle ayaklı hafıza anıtları olarak, öğrendikçe unutmadıkça, inatsa inat. ben bir arkadaşımı aradığımda "benim için de git" diyorsa, budur işte blog. bu kadar sade ve bu kadar çoktur.

fethiye çetin, ne güzel dedi: dava daha yeni başlıyor. çünkü biz bitti demeden, bitmeyecek.
çok üzgünüm, kızgınım, küskünüm. bizim çocukluğumuzu değil, iyi niyetimizi ahmak ayaklar eziyor blog; ama en azından bi alttaki postun cevabını biliyorum: b seçeneği. onlar bebekten katil yaratabiliyorlarsa, ahdım var, bu kızgınlıktan, bu inattan da adalet yaratılacak.

gülten kaya bugün hatırlattı ya, atilla ilhan'ın ahmet kaya'ya çok yakıştığını hepimiz biliyoruz.
onların anısına gelsin:

16 Ocak 2012 Pazartesi

19.01


bu sefer, ankara'da olacağım için taksim'den agos'a yürüyemeyeceğim. benim için siz yürüyün. ankara'da bir anma var mı, onu bulmaya çalışıyorum, var gibi sanki. orada olacağım.

belki de en büyük küskünlüklerimden olduğu içindir, her 19 ocak'ta canım yanıyor. 5 yıl oldu ve ben hala ilk günkü gibi, o mesajı okuduğum andaki gibi, kulaklarımın uğuldamasını hissediyorum. hani insan gençtir, genceciktir ve bu dünyayı daha güzel bir yer yapacağına inancı tamdır da, sonra bir olay yaşar ve aslında her şey zorlaşır. kırılma anı. artık o kadar genç, o kadar taze, o kadar umutlu değilsinizdir. benimki 19 ocak'mış sanırım. bireysel ölümlerin toplumsal etkileriyle yaratılan kişisel milatlar.

bazen çok şey anlatmak, laf anlatmak, dert anlatmak istiyorum. anlatırdım da. öyle koyu faşist haller var ki sahiden insanın aklı almıyor. çadırda yanarak ölen el kadar çocuğa bakıp terörist görebilenin o kopkoyu at gözlükleri mesela, azıcık inatla didişmeyi hak ediyor. sonra işte, o kırılmadan beri belki de - yapmıyorum. daha doğrusu, fark ediyorum ki azalıyor. fark ediyorum ki, yavaş yavaş, beziyorum. bezginlik, suskunluktan da beter. "hepimiz ermeniyiz" diyemeyişleri hatırlıyorum, "ama"lar, "çünkü"ler, 2 kelime yerine paragraflarca açıklamalar, makaleler; ama işte o 2 kelimeyi beceremeyişler. komik. ne var sanki, bir anlasam. bir şeyler olmadan, düşünmeden, korkmamayı anlamıyoruz. işte bunları anlatmak, yoruyor. böyle loop'a alınmış, hep aynı şarkı. hep duvar, hep toslamalar. en sinek haller. ezberden, düşünmeden sallamalar. sanki böyle bir tombala çuvalı var faşizmin, elimizi atıp bi şiler çekiyoruz, hepsi birbirinden klişe ezberler çıkıyor falımızda. bezdiriyor.

oysa ne ayıp değil mi? bak elinde ekmeğiyle, gülümsüyor cennet papağanlarına. fotoğrafa baktıkça gözlerim doluyor. ne ayıp bu bezginlikler, bu yılgınlıklar. ne haddime, bi kere? çok utanıyorum. fotoğrafa baktıkça, oradaki papağanlardan bile utanıyorum. adam öldürülene kadar bezmemiş, bıkmamış da ben, oturduğum yerden... diyorum ya, ne haddime? çok saygısızca geliyor bu halim.

belki de yanlış anlıyorum o kırılma anını, bilmiyorum. belki de bezdikçe, yıldıkça kendimden utanayım diye bir miladım oldu benim. belki de 19 ocak, utanabilmemdir, inadımdır. azıcık kendimi saldığımda batacak o dev iğnedir. nedim şenerdir sonra, 5 yıldır hiç yılmadan "intikam değil adalet" diyebilme inadından öğrendiklerimdir. n'olur, öyle olsundur.

not: fotoğrafı nerden bulduğumu hatırlamıyorum; ama çağrı videosu için buyrun.

12 Ocak 2012 Perşembe

burada keşfedilmişi var

neredeyse 6 yıl oluyor, ben hiç başka bi yerde misafir post yazmadım. yazıp hatırlamadığım varsa, utanırım; ama sahiden hatırlamıyorum. belki de kimse sormadığı içindir, malum çok uzun yazıyorum.

neyse, bir cengaver bu işe kalkıştı. kendisi benim taaaaa liselerden ankaralardan arkadaşım olup, çok gezen ve çok bilendir. bu kadar gezmesini de nihayet "yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat" temalı bir bloga taşıdı: exploredforyou.com .adı üstünde, "burada keşfedilmişi var". artık küba mı istersiniz, italya mı, size kalmış. daha da güzeli, yani bence bir gezi blogundan yegane farkı, o ince müzik zevki. bir yolculuğa çıkmadan önce müzik stoklayanlar için, en güzel hizmet. yani her yeri görmüş olsanız bile, her şarkıyı dinlemediğinize eminim.  taze bir blog ama geleni gideni benden çok, imrenerek izliyorum.

neyse işte efendim, exploredforyou.com için benden istanbul yazısı istedi bu cengaverimiz. bu o kadar kapsamlı ve iddialı bir iş ki tabii ki ben mümkün olduğunca geciktirdim ve kaçtım. sonra bunun sadece bir "keşif" yazısı olması gerektiğinden hareketle, gayet 101 bir yazı yazdım. tabii yine uzun oldu, ikiye böldük filan.

birinci  yazı burda. metin benden, fotoğraflar, videolar ve o uzuuun yazıyı okutan tüm ince rötuşlar ondan.
bilmediğiniz bir şeymiş gibi okumanızı rica ederim.

editos: aa iki yazı olmuuş! 

9 Ocak 2012 Pazartesi

12.

kar, fırtına, tipi filan bekleniyormuş. her yere, yollara. ben bu ocak ayını sevmeye karar verdim ya, o yine de beni deniyor. olsun varsın, bana tıss. ankara zaten ne zaman bembeyaz olacağını, o imelih griliğini örtüp güzelleşeceğini iyi bilir.

şu hayatta ganimetlerim hep anneanneme çıkıyor, bir şekilde. ya ondan ya onunla ilgili.

sıradaki parçamız, anneannemin nikahında taktığı şapka/ başlık. böyle bir şey olduğunu bilmiyodum bile, anneannem bulmuş, getirsin diye anneme vermiş. gördüğüm andaki heyecanımın tarifi yok. annem de mini bir törenle takdim etti zaten. hatta deneyip fotoğraf da çektim ama pek bi dağınık haldeyim, bu güzelim şeye haksızlık etmiym diye tabii ki buraya koymuyorum.
hayal gücünüzü kullanınız:


fotoğraf makinem de çok iyi değil ki tam çekebileyim; ama anladınız siz. bu güzide şeyi başınızın arkasına oturtuyorsunuz, başın tam o "?" şeklindeki kıvrım yerine yani. yüzünüze de o incecik, örümcek ağı gibi zarif dantel düşüyor. başınızın iki yanında da deniz kabuğu gibi bi şiler var işte, bence keçi boynuzuna benziyor ama takınca öyle değil. daha ziyade prenses leia-vari bi şi.

anneannemin 1950'lerde olan nikahında siyah tül takması fikri bile bence yeterince garip. beyoğlu'nda bir şapkacıyla birlikte modele karar vermişler. nasıl karar vermiş filan diye çok sordum; ama "gidip anlatırdın, onlar senin için tasarlardı" diye özetledi. altında da bir lastik var, çenenizin altına geçiriveriyosunuz; ama ben Sabuş'un öyle şeyler kullanmayacağından eminim. tokalamıştır. krem rengi, hafif bir sandık lekesi var. keşke çıksa ama o kadar narin bir şey ki, herhangi bir temizlik işlemine sokulamaz. takmaya bile kıyamam, çerçeveletip asmak istiyorum.

krem rengi, sade bi elbiseye eşlik etmiş. dedemle birlikte kahkahalarla güldüğü, küpelerinin sallandığı bir fotoğrafı var o günden kalan, dedem de ona bakıyor gülümseyerek. sonra Sabuş o sonbahar soğuğunda elbisenin üstüne giymek için, (sırf gözlerine uysun diye) turkuaz rengi bir palto diktirmiş. o palto ortada yok ama annemin çocukluğundan hatırladığı şey, geniş yakalı, uzun ve fazlasıyla turkuaz olduğu. o palto, bu şapka, renk kuyusu.

anılarımın en renkli simasının siyah tüllü, turkuaz paltolu hallerini düşündüm uzun uzun. o fotoğraftaki kahkahayı her bakışımda duyabiliyorum. ben oldum 27, anneannemse 84. şunca yıl farkla, yine şaşıran benim, şaşırtan o. bunun hiç değişmeyeceğini bilmek güzel.

5 Ocak 2012 Perşembe

"kalemini kır ama satma"

sinirden kasıldım. dışardaydım, arkadaşlarımlaydım. eve gelince, güzel haberi görecektim. tahliye olacaktı. bir şey olacaktı işte, vaktiydi. artıktı, yeterdi.

bugün ahmet'le nedim, o adliyenin o kürsünün o salonun üstünden ilkbaharda gürleyen nehirler gibi coşkuyla, saf, tertemiz, duru bir şekilde aktılar. denizlere çıkar sokaklar ve tüm akarsular. akacaklardı, çıkacaklardı. çenem, yumruklarım kaskatı. sinirden ağlıyorum. çok da iyi geliyor. katıla katıla ağlayacak başka bir şey yok hayatımda çok şükür. bu bitmeyen, bitemeyen hallere katılıyorum. gencecik insanların, sırf dürüstler diye, iyiler diye, cesurlar diye, o en mağrur ve güçlü alçakgönüllülükleriyle, bunca ay süründürülmelerine ağlıyorum. yetmez mi?


artık twitter var. biz her cümlelerini bitirdikleri an okuyoruz. nedim şener'in, ustası sedat simavi'nin ona "kalemini kır ama satma" dediğini söyledikten sonra duygulanıp fenalaştığını, yüzünü yıkamak için dışarı çıkışını, kızına karşı o güzel mahçubiyetini, ahmet şık'ın meydan okuyan dürüstlüğünü hepsini bir masal gibi, bir destan gibi okuyoruz. saklayamıyorlar.

onlar kalemini kırar, ama satmaz. onlar ve biz, bunu bilen binlerce insan, "bugünlerin yarını da var" diyerek bekliyoruz. ama çağlayanda, ama evde, ama yolda. bekliyoruz. bu ülkede herkes tesbih nedir, ne işe yarar iyi bilir. sabırla çekiyoruz içimizden dev boncuklu, kocaman imameli tesbihleri. sabrediyoruz. onlar o kalemi satmaz ya, kırmaları da gerekmeyecek. çıkıp yine yazacaklar, biliyoruz. bilmek, sabra kuvvet verir. yıldırmayı deneyeceklerini bilirken, yılmamak icap eder.

bu devlet, bu yargı, bu hükümet, bu insanlara karşı borcunu asla ödeyemeyecek. dreyfuslar varsa zolalar da var, tarih unutmaz. zaten bir şey söyleyeyim mi, omzunuzun üstündeki o yuvarlak en büyük silahtır. muktedirlerin tek korkusu, o kafanızın içindekiler, oraya sakladıklarınız, biriktirdikleriniz. biriktirin, unutmayın, hep hatırlatın. şimdi zinhar unutmama vaktidir. deve kini, fil hafızası : bize gereken tek şey, unutmamak. yazılanlar, düşünülenler, söylenenler: hepsi hatırlananlardan doğuyor.

bugün tahliye isteyenler olarak o kadar çokuz ki. o kadar çok kişi unutmuyor ki. hani denir ya "tükürüğümüzle boğarız", öyle çokuz. tükürmüyorsak efendiliğimizdendir. şükür ki, ahmet de, nedim de biliyor bunu. azmışsın, bir avuçmuşsun gibi hissettirdiklerinde, ki bunda o kadar ustadır ki muktedirler, bir düşün. iyi düşün. az olamayacak kadar çokuz. unutmamakla kuşatılmış binlerce insan, hafıza anıtı olarak her gün bu ülkenin sokaklarını karışladıkça, azim kazanacak. azimle inat arasındaki yegane fark budur çünkü. ben buna gönülden inanıyorum. umutsuzluk yalnız hissetmekle başlıyor ve biliyorum ki yalnız kalamayacak kadar çokuz.

bugün 5 ocak 2012. bugün okunması gereken tek şey, ahmet ve nedimin savunmaları. bugün hissedilmesi gereken tek şey, böylesi onurlu duruşa karşı saygı ve bir de haklı bir gurur: onları anlayabildiğimiz için.

bugün olmaz, yarın olur.
ne de olsa tesbih çekildikçe eskimiyor. elimiz kehribar kokuyor, o kadar.

4 Ocak 2012 Çarşamba

fos

günlerden 2012 olmuş be blog. bence 2010'dan sonra günlere 2011 yazan şu eller, 2012'ye büyük bi hızla alıştı. yanlış tarih atma ihtimalim yok gibi bi şi.

kardeşim ve annemi 4 günlüğüne eve atmıştım. kardeşim evi daha ziyade otel gibi kullanarak istanbulu gezdi. Bazen sanki orada değil de burada olsa daha mutlu olurdu gibi geliyor, bana da, anneme de. Belki olurdu evet; ama başka işte. başka şeyler. elmalar ve armutlar. o da iyi, o da güzel, ama bu daha dolu. neyse işte, uçtular bugün.

başka alemlerdeyim. mesela 2-3 saat süreyle sadece kuş tüyü düşünmek istiyorum. durayım ve düşüneyim: kuş. tüy. kuş tüyü. tüylü kuş. falan filan. böyle. bi konu verin, kompozisyon yazayım. ama saçma bi konu olsun rica ederim.

hayatım kökten değişiyor. cumburlop! umarım öyle olacak. pıt diye. şimdilik her şey tıkırında gidiyor. bu aradaki  değişimleri hasar, dert tasa yaratmadan, minimum etkiyle halledebilsem, ne mutlu bana. herkes aynı şeyi söylüyor: "bu kadar düşünme!". haklılar da olmuyor ki. bence aslında söylemek istedikleri: "düşün ama sus!". çünkü sahiden çeneme vuruyor, sesli düşünme bile değil, bilinç akışı. öyle zamanlarda ben sahiden çekilmez olurum. yavan yavan postlar sonra. yoksa beynimde on bin tilki, gündemde yine türlü çeşitli garabet haller, sinirden buz kesmelik bir tavır ve üslup var.

windows'un şu yapışkan notlar zımbırtısını nihayet kullanmaya başladım. başım ağrımıyor. ceteris paribus olduğunu varsaydım tabii; ama bence sahiden etkisi var. manyağa dönmemek güzel şey. niye bunu daha önce yapmadığımı bilmiyorum. bu kadar da basit bir şey yani.

bundan başka, efendim havaifişek filan sevmem malum; ama şu sydney yılbaşı gösterisi bi manyaklık, bir çılgınlık. aynı anda 6 noktadan atıp 13 dakikada 7 ton fişek bitirmek filan - yuh! izlemesi sahiden güzel. yani o senkronizasyon güzel. kitleniyor insan. onların girdiği 2012'ye mi girdik, emin olamıyorum. bizimki ihraç fazlası mal gibi kaldı yanında.

*

bugünler, yine mağdurun bir numaralı zanlı ve hatta suçlu ilan edildiği, olağan günler. 35 gencecik insan mı ölmüş, aileleri sonu gelmeyen bir çukura mı düşmüş, olsun varsın. bok yoluna ölebilirlik dünya şampiyonlarıyız. ama o güzide hanfendinin dediği gibi, sahiden, 20 yıl sonra filmi çekilince izleyip de ağlamayın. ne yapıyorsanız, yani bir şey yapacaksanız, buyrun, şimdi yapın. "ama ama"lamaktan sesiniz çıkamıyorsa, susun. daha evladır.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker