30 Haziran 2011 Perşembe

not:

hopa'da HES durdu.
macahel'de de HES durdu.

*
hani orda bir yerde, her haklı itiraza "amaan sen mi kurtarıcan sanki dünyayı?" diye burun kıvıranlar var ya, bu itirazlar yolunda verilen kayıpların ne kadar onurlu olduğunu, bu çabanın takdire şayan olduğunu göremeyenler hani... bu da onlara hediye olsun.
*
işe yaramaz hissediyorsanız, bi işe yaramayı denemelisiniz. çözüm olabilir.

28 Haziran 2011 Salı

akvaryum terörü veya üç tarafı denizlerle çevrili diyar

çok çok yorgunum. sabah 6.30da ofise gidip, 12 saat kaldım. öğle yemeğimi biricik haznemde yedim. yorgunum. uyudum demin, acıktığım için uyandım. avlanıp yeniden uyumayı planlıyorum.

"Ziyaretçilerin flaşla fotoğraf çekmesi sonucu 70 balık öldü, Twitter'da yazılanlara göre balıkların olduğu havuzlara atılan "dilek paralarını" balıklar yuttu, bazı ziyaretçiler vatosların kafasına pet şişeyle vurdu, müren balıklarının bulunduğu havuza ziyaretçilerin elini sokması üzerine havuzun etrafına bariyerler kuruldu."

bianetin süper evrim görseli ile birlikte haber burda.
egemen bağışın böyyük yatırım diye gururla duyurduğu akvaryumun açılışında oluyor bunlar.

başka bi yer olsa, ne bileyim müze, sinir olsam da taşkın hareketleri anlıyorum, anlamaya çalışıyorum. hatta böyle kamusal alanda sessizce ve efendice gezip vandallaşmama eğitimini vermek için okullar gezi düzenleniyor, tamam. lazım yani bi anda olmuyor. hiç olmayınca olamıyor, kabul. anladınız.

ama rica ederim, vatosun kafasına pet şişeyle vurmak, onu da geçtim, akvaryum camını iterek kırmaya çalışmak nasıl bir neyin ürünüdür? hayattan mı bezdiniz, nefretle mi yoğuruldunuz, bedava bulduğunuz her şeye işeme alışkanlığı mı, "yolu göremiyorum" diye camın önündeki ağacın köküne kezzap dökme saplantısı mı? nedir bu haliniz ya?

işin fenası, ne bileyim aynı kalabalığa dönüp "lüfer 24 cmden önce avlanınca üreyememiş oluyor, soyu kuruyor, yemeyin" filan desem, sahiden beni anlayacaklarını düşünüyorum. yok, bu düşüncem ne yapsanız geçmiyor.  ama bu haberle birlikte içimdeki romantik altındaki sandalye çekilince kıç üstü yere oturdu, evet.

gerçi tabii siz "hayvanları filan sevdiğimizi nerden çıkardın?" diyebilirsiniz. bunları nerden çıkardın deryik? ama bu pet şişe, yolda geçen köpeğe tekme atmaktan farklı. açılışa gidiyor, o açılış ona AB standartlarında yatırım diye pazarlanmış ve içinde hayatında görmediği canlılar var. merak eder diye düşünüyor insan. yok aslında, farklı değil. sadece sokaktaki köpek müzede sergilense başına geleceklerin özeti.

çok yorgunum demiştim. iyice yoruldum. aziz nesin bu haberi okusun istedim. zaten öbür tarafta aziz beyin kapısının önünde "karşılıklı iki kelam etme" kuyruğu filan var heralde. herkesin ağlama duvarı.

*
bi de bazen bi şiler düşünüyorum buraya yazarım diye, sonra unutuyorum.
sonra güzel bi şi görünce aklıma hâlâ blog geliyor diye seviniyorum.

27 Haziran 2011 Pazartesi

your meat is mine

şuraya yazacağım iki satır için dakikalardır debeleniyorum; ama olsun, zafer benim.
pariste çok tuhaf bir an yaşadım. yanımdaki masada oturan kadının dövmelerini tanıyodum. üstelik aniden kazağını giydiği için tam göremedim bile. biri çok basit bir oktu, diğerini şu an hatırlamıyorum bile; ama dövmeleri tanıdım. yani kimin yaptığını. o kadar tipik bir stili var ki zaten bi kere görünce bir sonrakine tanıyorsunuz. işte ben deminden beri hatırladığım; ama adını hatırlamayı beceremediğim bu dövme sanatçısını arıyodum, buldum:

yann black. montreal. bu kadar sade, bu kadar mondrian (ve az biraz tim burton, tamam, kabul ediyorum) ama anca bu kadar güzel olabilir. çok büyük ölçekli çalıştığı için hani tesadüf eseri dükkanına gitsem bile cesaret edebilir miyim bilmiyorum ama gururla söyleyebilirim: bu dövmeler yakından da bu kadar güzeller. o yüzden, gizli gizli aklımdalar. tek bir oktan tanıdım diyorum size, imza gibi. telefonda filan konuşurken çalakalem karalama gibi, ama her bi çizgi hesaplı gibi.

*
ah bu sırrımı da ifşa ettikten sonra, yine benden bir şey pıt diye düşüyor bloga, tutamıyoruz. haymana pancar gugıl seferileri gelir birer birer artık. öyle şeyler yapmayın olur mu? bu blogu gugıl sörçten bulup okumayın. amaan sizle ilgisi yok. ben yine blogu aramalara, taramalara, yok efendim readerlara filan kapama fikrindeyim bu ara. ondan. güzel ama di mi dövmeler? karides dövmesi yaptıran insanlar olması da güzel.

22 Haziran 2011 Çarşamba

sabır

ben lostu izlemedim. friends, coupling, hatta himym bile dört dörtlük değil bende. zaten heralde bi 8 yıldır filan televizyonsuz ve mutluyum: aklıma esince webden izliyorum.  onda bile "bi oturuşa bi sezon izledim" sabrım yok. belki scrubs olabilir. tv olsa çakılıp kalabilirim; olmayınca haberleri, reklamları filan da izlemiyorum. falan filan.

benzer şekilde bbg evi de izlememiştim, gelinim olur musunu da, berenin meşhur olduğu yetenek yarışmasını da. varlar, oradalar, denk geliniyor- o kadar. o şiddetli takip halini hiç anlamadım. kimin kazanacağını merak edebilmek de enteresan. atanın annesini, canerin bardak kırışını filan, hep sonradan gördüm ben.

haliyle, survivor'ı da izlemedim. bu sahiden kurgulanmış moronluk çünkü, ayrıca kolanın gazı kadar ömrü var. yani tamam, iki gülelim, eğlenelim, geyiğini çevirelim - o kadar da karamazov kardeşler enteli değilim, anlıyorum. belgeselgül de değilim. modern zamanlarda bu da bi ihtiyaç diyelim, geçelim. ama tek konumuz bu olsun, yayın saati hayat dursun, hadi hatta bi tek bundan bahsedelim filan- böyle bir sadakatim yok. böyle bi gündem arayışım da yok.

"popüler kültür öğelerinden sosyolojik tespit yapiym de sevimli görüniym, okuyucum artar belki"ci  köşe yazarlarının da bula bula survivor yazmasını da anlamıyorum mesela. hafta içi yürek dağlayan acılar, hafta sonu niyeyse pazar eğlencesi tespitleri kapsamında tipitipler. izliyosun işte zevkle, ne diye adeta pornoyla basılan zekeriya beyaz haline dönüşüp "ay ben sadece burun kıvırmak için yan gözle bakıyodum" havasına giriyosun ki?  hafta içi olsa "seksist ırkçı şoven" diye ağzına edersin, hafta sonu kikirdiyosun. demek ki aslında haftaiçi de kikirdiyosun. amaaan.

neyse ne diyodum? olabilir bunlar. izlenebilir tabii, aşağılıyorum filan sanılmasın. hepimiz zaman zaman marimar. ama tüm bunlar izlenirken, çok hayati, çok temel, çok vicdani şeyler ıskalanıyor ya kan beynime fırlıyor. koca koca adamlar bu izlediklerini gerçek filan sanıyor ya, sahiden tahammül edemiyorum. derya büyükuncu ne kadar da sabırlıymışmışmış. olay ne bilmiyorum ama dün herkes bunu söylüyodu, nihat doğana nasıl da sabretmiş. işte böyle zamanlarda kan beynime doğru, ince ince...

sabır ne biliyo musunuz? sabır cumartesi annelerininki. sabır, madımakta yakılanların davası. sabır, manisalı gençlerin davası mesela. sabır, babasını zaman aşımına kurban edenlerin bakışları. sabır, inatla kovulanların ölse de gitmeyişi. sabır dersimin suyu. sabır, vatan hasretinden ölürken bile gülümsemek. sabır, barajlara hayır demek için 40 gün yürümek, sonra da 10 gün olduğun yerde dikilebilmek. sabır, her gün kilometrelerce uzaktaki okuluna kar kış demeden yürüyen çocuğun yolda çaldığı ıslık. sabır hala bir yerlerde, bok yoluna öldürülüveren çocukların ana babasının gözyaşı. sabır kızılayın aidsli kan verdiği çocuğun doktor kontrolleri. yani böyle kolay bir şey değil sabır. çünkü sabır, gerçek sabır, kameraların prime time'da en baş köşeyi ayıracağı bir şey değil.

bir balon köpüğü kadar kısa süreli, çerezlik bu eğlenceler hakkında, tam da hakettikleri kadar gündelik ve yüzeysel geyikler çevriliyordu. buna lafım yok. ama o sırada biri çıkıp da "sabır"dan bahsedince, sinirden gözüm kararıyor, itiraf ediyorum. benim için çok özel bir kavram sabır. bu kadar hunharca boşaltılmasına izin vermem. sabır, biraz da sadakatten gelir. beklemekten, beklemeye inanmaktan, inancını kaybetmemekten. kutsal bir şey vardır sabırda. böyle harcanmamalı.

*
madımakta zaman aşımı kararı çıkmış.
aynı saatlerde tüm türkiye survivor finali izliyodu galiba. bilmiyorum.
ben çok, çok sinirliyim. iyi değil.

20 Haziran 2011 Pazartesi

haftasonu paristeydim şekerim

eh, döndüm. memleket güneşi başka şey, paris yağmurluydu, bulutluydu. toplasan 2 gün dolanabildim etrafta ama olsun, bende çene bol. hem her dakika olmadığına göre, sahiden "haftasonu paristeydim şekerim" tadında bi durum raporu:

1) belimi sakatladım. bacağıma vuruyor. geçer heralde, üstünde durmuyorum. sadece bi ara yüzümü gökyüzüne dönüp "gözü kalanın gözü çıksıııın!" diye bağırmak istedim, o kadar. kendimi bildiğim için yanımda ilaç vardı, bikaç güne toparlarım. ama geziye damgasını maalesef belim vurdu. o yüzden performansım düşüktü.

2) iki hedefim vardı: paristeki türk böyyüklerini ziyaret, bi de geçen sefer geç kaldığım centres pompidou. cuma öğle vakti le pere lachaise: önce y.güney sonra a.kaya'ya uğradım. mezarlık planında yer almıyolar, infoya gittim, "benim aradıklarım burda gösterilmemiş" dedim."ünlüler mi" dedi, "heralde!"dedim. "nerdensiniz" dedi, türkiye deyince hop, işaretledi. karşılıklı birer sigara içtik her ikisiyle de. uslu çocuklar olursanız fotoğrafta da bunu görebilirsiniz (maalesef çiçekler benden diil). sonra piaf ve wilde. daha da gezilebilirdi -ama belim.

2. dünya savaşında nazi karşıtı direnişçiler ve kurbanlar için ayrılan köşede haykeller vardı. fransanın yerli giacometti'si olduğunu tahmin ettiğim louis bancel'miş heykeltraş. neyse, figürlerin o cansız, halsiz, çelimsiz halleri şüphesiz ki muhtemel bir kahramanlık anıtından daha çok şey anlatıyodu.

3) aylaklığıma niyeyse bi anlam katmak için gelmeden önce bi kenara not ettiğim mağazalar vardı, onları keşfe çıktım. anca 140x200 michelin haritasında görünen sokaklar olduğu için bolca daireler çizdim, girdim çıktım. genelde marais. iyi ki müze diye bi şi var, yoksa ben bu ufacık tefecik mağazalara servet yatıracaktım. zaten ona yakın bi şi yaptım, kıt kaynakları verimli kullanarak. deneysel çalışmalarım arasında le whif yer alıyo mesela, "eating by breathing". süpersonik bi şi.

ayrıca, st.germain tarafında kapanmak üzereyken girdiğim bi cam atölyesi vardı ki ah, kalbim. mekanın vitrini ve tavanı, bu blogun yegane süsü olan kuşlarla, sinekkuşlarıyla doluydu. camdan. renk renk. uçuyorlar. havada asılı. cam sinekkuşları, hepsi el yapımı! içeri girip sadece tavana baktım, kaldım öylece. sonra dayanamayıp bütçe sarsmayan boylardan 1 tane aldım. itiraf ediyorum, tavandakilere kıyasla resmen çirkin benimki ama baktıkça onları hatırlıyorum. harikalardı. neyse, aşağıdaki fotoğraflarda boyut anlamanız için yüzük ve sevgili minik baykuş kıyaslamalı fötö. biricik sinekkuşumun yanı sıra dünyanın en küçük serçesine de sahibim:


sonra mesela bakınız sevgili mariages frères. çay çay çay. döne döne hepsini kokladım, sonunda "ay suyu" aromalı beyaz çayla çıktım. ay suyu evet. ananas ve çiçek de denebilir ama ay suyu daha romantik. alamadığım şişelerce çayın kokusu burnumda kaldı. tamam biliyorum, pis sömürgeciler oldukları için böyle bi dükkan var. olsun. ay suyu dedim, dikkatinizi çekerim. ayrıca cherry blossom aromalı beyaz/yeşil çay da diyebilirim. böyle şeyleri arkamda bırakıp çıkabildim ben.

4) daa daa sonra: centre pompidou. sabit koleksiyonun ilk katının ortalarında ciddi bir bel-bacak ağrısıyla kitlenip bi banka oturdum, ondan sonrası tonton teyze temposuyla geçti: 2 resim, bi bank. 3 resim, bi sandalye. olsun, vakit boldu. otto dix'in sylvia'sı ve matisse'in la blouse roumaine'i güzel sürprizlerdi, ikisini de yanımda getirdim. sürpriz kısmı hindistan sergisiydi, döne döne gezdim, tüm videoları sabııırla izledim, doydum.

bu arada "is this art?" diyeceğimiz parçalar da elbet vardı, anca yanındaki metni okuyunca "vaouuv" çektiğimiz açıklamalı eserler. sanat değil, anlam. yani kağıda kırmızı bi çizgi çekip fal bakar gibi "burada bekaretten kaynaklı toplumsal sorunların yarattığı ruhsal parçalanmışlığı ele aldım, hayatımızı ikiye bölüyor, hem fırça izlerindeki kesiklikler de 'niye erkek değilim' diye ağladığım dakikaların toplamına eşit" filan desem, tutar belki? çok ukala ve düz kafalıyım, kabul; ama sahiden, açıklamalı sanatın da bi sınırı olmalı. çizgi örneğinden gidersek, malevich çizgisi diil mesela bu, başka. "buna bakınca bi şi anlamak için bu bilgileri de edinmiş olman lazım" reçetesi züppelik bence. is this art? ben açıklarsam yes. anlamaya çalışıyorum, cidden.


tabii, klein hariç. tüm bu ağrılı sergi turunun en çarpıcı yanı kelin köşesiydi. zamanın dehlizlerinden sizin için arayıp bulduğum bu güzel yazıda belirtilen, mavi-volare-kuğu dalışı meselesi  ilk okuduğumda beni çok heyecanlandırmıştı. resim-fotoğraf-müzik bağlantısı da olabilir.  klein işte, bi başka. bir anda, hop diye tüm haşmetiyle: mavi!

5) ay neyse, uzadı. bundan başka öğlenimi lübnan, akşamımı madrid mutfağıyla geçirdim. bacağım yüzünden habire otelciğime geri dönüp uzandım, dinlendim. taş çatlasa yarısını anlayabildiğim reality showlar izledim. metro çok güzel bi şi. harita daha da güzel bi şi. habire yağmur bastırdığı halde inatla şemsiye almadım, fularımla hızlı bi em.ine s.be.der stili yakaladım, hatta evet ben bu konuda ustalaştım. saçak altında yağmurun bitmesini bekledim, her fırsatta brioche yedim. ilaç yüzünden alkol alamasam da, iş kısmından mütevellit gittiğim akşam yemeğinde yağmur damlası tadında bi beyaz şarap içtim en azından.

ay suyu, yağmur şarabı, böyle bir ilimiz paris.

13 Haziran 2011 Pazartesi

ufuk

bavulumu yaptım, ucu ucuna kapandı. evrakları takıntılı bi şekilde 3-5 kere kontrol ettim. vizemi okşadım, vize güzel şey. dünden kalan yarım pizzayı ısıtıp yedim. avaaz.org'a haftalık ziyaretimi yapıp imzalarımı çaktım (merak edenler için: merak ediyosanız girip bakın. peh). şimdi saçımı başımı azıcık şekle sokup, bikaç gündür kenara not ettiğim adresleri de defterime yazıp, uyuyabilme umuduyla erkenden yatıcam. sabah kargalar gözünü açmadan yola çıkıp uçağa binicem, paris. uçaktan indiğim andan itibaren bi koşturmacayla, zaten geciktiğim toplantıya daha az gecikerek yetişmeye çalışıcam. 3 gün gün ışığı görmeden, toplantıyla filan geçecek. sonra 2 gün, şehir benim. ben de bulduğum ilk parktaki banka çöküp bulutlara bakıcam ve beynim durana kadar düşünücem. sadece bu anı bekliyorum.

12 Haziran 2011 Pazar

börülce, dicle ve diğer şeyler.

iki gündür, bal-kaymak seansı yapıyorum. çok tahıllı ekmeğin dilimini ısıtıyorum, azıcık kaymak. sürünce eriyor. üzerine azıcık bal. kıt kaynakların fazlasıyla tasarruflu kullanımı. resmen o bi dilim ekmeği hazırlarken bi porsiyon bal-kaymak yemişcesine doyuyorum.

dün ben 6 km yürüdüm. daha da yürürdüm ama, döndüm. hisardan baltalimanına geçiş hattı dün yine battı işte. sarıyer belediyesi meclis kararıyla tüm kaldırımları otopark olarak tahsis etmiş galiba. yürürken dibinizde korna çalıyor ve sağa çekilmeniz söyleniyor. yayaları örgütleyebilirsem, "kaldırım sizin olsun, biz yoldan yürürüz" hareketi başlatıcam.  ağır adımlarla volta atarak caddeyi trafiğe kapiycaz. . her korna çalındığında da park halindeki bi aracı çizip dikiz aynasını kırıcaz.


kuru börülce salatası lazımmış bana. yeni yaz öğünüm. basık ve sıcak havalarda öğün atlayıp sonraki öğünde anormal bir iştahla ne bulsam yiyorum. evet, sağlıklı değil, midem de aynı fikirde. ben yemeklerimi "bünye istiyo"ya göre şekillendiriyorum genelde: bkz. bal-kaymak. bünye azıcık bakliyat da istese fena olmaz.

bi de, bunca yıl "ay ben sadece yeşil çay lütfen!" diyenlere burun kıvırmış biriydim ben. kahve pek içmem; ama çay dediğin, tercihen tomurcuk atılmış demleme çay olacak. (bu arada ne zaman oldu da güzelim tomurcuk yerine önce earl grey sonra da "türkçesi buymuş" havasıyla "bergamot" der olduk bilmiyorum; tomurcuk o bi kere, selpak gibi bi marka-ürün.) neyse işte, gün oldu devran döndü, midem yüzünden "ay ben sadece yeşil çay!" oldum.  bu hazin hikayemin güzel sonucu: yeşil çay olacaksa da bence yaseminli olsun. uzun arayışlarımın sonucu, favorim yaseminli yeşil çay.

niye habire yemekten bahsettiğimi ben de bilmiyorum. başka bir şey yazacaktım.

*

hatırlar mısınız, 2009 yılının ekim ayında, 37 yaşında bir öğretim görevlisi, dicle koğacıoğlu "hayatta çok acı var, dayanamıyorum" yazılı bir not bırakıp köprüden atladı, aramızdan ayrıldı. hatırlarsınız. psikologlar buna akıl krizi dedi, pskiyatrlar böyle bir tıbbi terim olmadığını söyledi. basın bu olayın arkasında gizem dolu bir şeyler aradı, bulamadı. birçok insan anlamadı ya, bazılarımız anladık. anlıyor olmaktan da korktuk sanırım. onunki aşırı hassasiyet veya duygusallık değildi ki. akıl krizi ne demek hem? benim sık sık aklıma geliyor dicle hoca. tanımadan, görmeden, çok sık geliyor. söylediği şeyi, her gün tekrarlıyoruz biz. her gün "yeter" diyoruz bir şeylere; okuduğumuz habere, gösterilen muameleye, gidişata, gidemeyişlere. sonunu böyle getirmek cesaret midir, korkaklı mıdır, bunu tartışmak haddim değil. cesaretle ilgili bir konu olduğunu da düşünmüyorum. sadece söylediği şey, "çok fazla acı var, dayanamıyorum" sözleri, o kadar yalın bir özet ki aklımdan çıkmıyor.

tüm varlığını hayvanlara bağışlamış, bıraktığı notta. ne kadar varlığı vardı ki 37 yaşındaki öğretim görevlisinin? bağışlamış işte. ölümüyle ilgili gazete haberine bırakılan yorumlara bakıyorum. "hayvanlar kadar insanları, hayatı, ülkeni sevsen, bırakıp gitmezdin, aklına gelmezdi!" diyenler var. "insanları sevsen, kalıp savaşırdın onlar için! bizi niye seçmedin!" ne kadar iddialı, hatta resmen kızgın laflar değil mi? bir ölüm haberine yorum bırakmak için tıklayan klavye sahibinin, tuzu kuru birinin bu rahatlığı karnıma kramp sokuyor. bu da acı işte, acı değil de ne? elini taşın altına koymamışların, koyamayacak ve koymayacak olanların, bir insanın çektiği acıya dayanamayışına tahammülü yok. atıp tutuyorlar; çünkü dicle hoca bir an için aramıza dönüp "sen ne diyosun be, aklının alamayacağı kadar çok sevdim" diyemiyor. oysa dicle hoca tuzladaki işçi ölümleri üzerine çalışmış, onun emeğine saygıdan cenazesine otobüslerle gelmiş işçiler.

bu ekimde, dicle hoca gideli 2 yıl dolmuş olacak. akıl krizi dedi psikologlar, "akıl tutulması" gibi. oysa ben, biz, siz, on anlayabiliyor olmaktan gizlice korkanlar olarak, bu işin bu kadar basit bir açıklaması olmasına sinirleniyoruz işte.

sonra düşünüyorum, anlamaya çalışıyorum. hani bazen deriniz su toplar, soyarsınız. o derisi kalkan yer inadına hassaslaşır, sanki vücudunuzun en ulvi noktasıymış gibi her yere değer, değdikçe acır. işte dicle hoca su toplamış sanırım. o acılara dayanamayışı bundandı. soyulmuştu, açıktaydı. kötü bir şey değil bu. aksine, nasırlanmaktan çok daha iyidir, hâlâ su toplayabiliyor olmak.

*

işte bu yüzden sanırım, arada yemekten, ottan böcekten bahsediyorum, detoks niyetine.
bi de 7 çiçeği ve 8 goncasıyla odamın baharı olan mor menekşemle gurur duyuyorum.

9 Haziran 2011 Perşembe

mesela

politika, bi yerde "mış gibi yapma" sanatıdır, bunu çoktan öğrendik. demokratmış gibi, adilmiş gibi, üzülmüş gibi, dinliyomuş gibi. gibi gibi. yine de bazı durumlar var ki hâlâ şiddetle midemi bulandırıyor. bunların başında da "türkü, kürdü, çerkezi, lazı, tüm halklar kardeştir!" lafı geliyor. derdim kardeşlik kısmıyla değil (bunu zaten anlardınız ama tedbirli kadınım, yaziym dedim) aksine, bazı kardeşlerini reddeden bu aileyle.

türk, kürt, çerkez, laz... ülkede başka müslüman ağırlıklı etnik grup kaldıysa, onları da ekleyin listeye. arapları da katın, evet.  ümmetclub kurduk çünkü. bizimki karındaşlık değil, dindaşlık; ondan sevmeliyiz birbirimizi. "rumu, süryanisi, yahudisi, ermenisi" liste dışı. onlar üvey kardeş bile değil, onlar komşunun, hatta ev sahibinin sevimsiz çocukları. işte bu "mış gibi"cilikte bile seçici olma hali, hani "barıştan yanaymış gibi" yaparken bile ikiyüzlülük, sahiden mide bulandırıcı.

bunun devamında, ikinci madde olarak "yahudi dendi mi israil anlamak" geliyor. ermeniler de ermenistanda yaşayan kötü insanlar zaten. cahil bırakılmışlığımıza kızalım ama önce gönüllü vazgeçişimize ağlayalım. o güzel filmde, selanikli gencin anlattığı selanik, almanlar tarafından tamamı toplama kampına gönderilen yahudi aileler sonrasında kendi dilini unutan selanik, sırf bu yüzden bile bize çok yakın. kovduğumuz, değiş tokuş ettiğimiz insanların kültürlerini tü kaka ilan etmek, hayır canımın içi, bizi aklamıyor. reddediyormuş gibi yaptığın o kültür varlığı aslında yok, kalmadı. yok edildi. artık sen ne rumca isim sayabiliyorsun beşten fazla, ne de hamursuzun tarihini hatırlıyorsun. ne mahallelerin kaldı, ne de yediğin yemeği tanıyosun. önemli gün ve haftalarda sarı gelin söylemekle vicdan rahatlatılmıyor.

o yüzden işte, başbakan bi yandan yahudilere sövüp bi yandan "sizi engizisyondan kurtardığımızı ne çabuk unuttunuuuuz?" diye şükran bekliyor. çok bi demokrat kılıçdaroğlu çıkıp da "sen almadın mı yahudi ödülünü recep beeyy?" diye aklınca muhalefet yaptıyor. milyonlarca insan aşkla her ikisini de alkışladığında, ne bileyim işte bi martı mı ölüyo, kedi yavrusu mu, şairane bi yokoluş yaşanıyor buralarda. fark etmek gerekiyor. mış gibi yaparken bile eksik bir hal.

ben, sırf hem sağdan hem soldan böyyük türk siyasetçileri beni ümmetçiliğe doğru itekliyor diye, bir şeyleri unutmak zorunda değilim. zamanında, bozcaadanın rum doktoru, varlık vergisini ödeyemeyince taş kırmak için Aşkale yolu görünmüş, gemiye bindirilmiş diğerleriyle. onu oraya bindiren belediye başkanının oğluna bakmak için inmiş gemiden. önce inmeyecekmiş ama başkanın karısı yalvarmış, ellerine kapanmış, "doktorsun sen" demiş, ağlamış. doktormuş ya, ateşler içindeki çocuğa bakmış, iyileştirmiş ve geri binmiş gemiye. aşkale'ye, sürgüne, çocuk iyileştiren elleri taş kırsın diye. bir ufak adanın tek doktorunu bile sürgüne göndermek. bunu mu unutmam icap ediyor? 2. dünya savaşında sadece gayrimüslimleri yeniden askere çağırma gibi bir uygulamayı mı gözardı etmeliyiz? boyumuz mu uzuyor unuttukça? olmamış gibi yapmak, "biz bunu yaptık ama bi sor neden, onlar da ohoo neler yaptı!" tipi sidik yarışmaları, yakışmıyor yahu. dünkü çocuklar gibiyiz inatla.

bizi hiç etkilemedi di mi hitler, mussolini? biz hep iyi çocuklar kaldık. kötü avrupa anti-semitizmle çalkalanırken, biz tabii ki koruduk onları, kurtardık. yaptık bunu, evet. ama yapmadığımız zamanlar da oldu be canım, niye unutalım? terazinin bi kolunu niye topal bırakalım? 1934'te 15 bin trakya yahudisinin evini terk etmek zorunda kaldığını unutmak bizi iyi çocuklar mı yapar? ni.hal at.sız'ı unutmayı seçtiğimiz için mi balıkesirin bağımsız adayına bu kadar şaşıyoruz?

neyse işte. dedim ya, "mış gibi" yaparken bile bu ikiyüzlülük içimi sıkıyor.

8 Haziran 2011 Çarşamba

çünkü ben haklıyım.

“Bilirdim ki Ankara bizimdir. Bilirdim ki Konya, Artvin, Edirne bizimdir. Bilirdim ki, oy verip seçtiğimiz vekiller, bizim vekillerimizdir. Meğer ne çok yanılmışım, ne çok safmışım. 

Bu ülkeyi sevmek ne zaman suç oldu? Kurdun, kuşun, böceğin hakkını aramak suç mu? Biz ülkenin gelişmesini istemiyormuşuz. Nedir bu gelişmek? Koca koca barajlar mı? Bir dereye 20 tane, 30 tane HES yapıp dereleri borulara, tünellere hapsetmek mi gelişmek? Dağları, tepeleri yerli, yabancı yağmacılara satıp talan etmek mi? 


Anadolu’yu yok etmeye gücünüz yetiyor. Dünyayı yok etmeye gücünüz yetiyor. Yeni bir dünya yaratmaya gücünüz yetecek mi? Bir Anadolu daha yaratabilir misiniz? Bana yeni bir Senoz Vadisi verene kadar buradan gitmeyeceğim!” 


sinan akçal, senoz vadisindeki her şeyini kaybetti. 40 gün 40 gece ankara'ya yürüdü. onu başkentine sokmadılar. açlık grevine başladı meclis önünde, basın açıklaması yaptı. tam bu sözlerini bitirdiğinde de gözaltına alınmış.

*

bilmem ki denk geldiniz mi, "anadolunun isyanı" diye bir film var, nette dolaşan. yine bi ara koymuştum sanki. neyse, orada bir vatandaş şöyle diyor:
"biz burda toplasan 100 kişiyiz. bu koca devlet, bizi mi alıp götüremiyor? atsın, tıksın içeri, sustursun? ama yapmıyor; çünkü yapamıyor. neden? çünkü ben haklıyım."

bazen işte, her şey bu kadar basit.
sinan akçal'ı da bırakacaklar elbet. şimdiye kadar açılan davaların %99'unu kazanan çevrecilerin, "çevreci lobi" değil, "çevreci vatandaş" olduğu idrak edilene kadar da sürecek bu tepki. Senoz Vadisi'nde mahkeme kararıyla durdurulan bir baraja inatla ruhsat verenler anlayacak bunu. neticede, beyfendinin dediği gibi: bi şi yapamıyorlar; çünkü haksızlar.
işte bu durum, bazı yetkililerde sinir, bazılarında da gaz yapıyor.

7 Haziran 2011 Salı

fluctuat nec mergitur

yakında falımda paris var. yarısı iş, yarısı gezmece. ilk yarısı la défense denen, günahım kadar sevmediğim bölgede geçecek, kış uykusu gibi. ikinci yarısı ise bana kalmış. haliyle, tabii ki son dakikaya bırakıp, sonra da yerine filan bakmadan, "geç kaldııım!" paniğiyle bi otel rezervasyonu yaptım. "kulağa iyi geliyo" yöntemiyle isim seçtim diyebilirim. sonuç: gitmek istediğim yerlere yakın bi otel seçmişim, resmen yürüme mesafesi. allahtan şansım tembelliğimin önünde seyrediyor. bu ara buna iyice inanmış durumdayım.

kardeşim canım geldi, hop ankara. özleşmiştik, kavuştuk. şimdi akdeniz sahillerinde keyif halinde. büyümüş. ışıyor. cool kadın mıydı o ajda şarkısı, ondan olmuş iyice. o bi havalı. ama sonra,  mesela durup dururken, "hayat sevince güzel" filmindeki ayşecik coşkusuyla dönüp "keklik türküsünü bilir misin davulcu? çal öyleyse gardaşlık!!" dediğim zaman ve o montaj kaynaklı devamlılık hatasını tekrarladığım zaman, kahkahalarla gülüyor. ben de devamını "sus, farkındayım! akşamki kızlar şimdi görsün beni!"yle getiriyorum böyle durumlarda. özleşme kodu gibi bi şi.

neyse işte, annemle birlikte cep haritası, rehber seçkisi filan hazırlamışlar. törenlerle teslim ettiler. annem hızını alamayıp michelin'in karayolları haritasını da verdi. haliyle, bi kilisenin merdivenlerine deevvv haritamı serip "hımm, piyadeler kuzeyden saldırsın, atlıları güneye sürelim" bakışlarımla fotoğraf çektirmem farz oldu. sahi o "haritayla boğuşan ama şehri kaybolarak öğrenmekten zevk alan hınzır turist" fotoğrafları artık out mu, niye hiç görmüyoruz?

paris'e bu 4. gidişim. bu seferlerin hiçbirinde 2-3 günden uzun kalamadığım için, taksit taksit geziyorum. bu dar vakitte louvre'a filan girecek kadar delirmedim, ölene kadar yürüyorum genelde. uzuuun yaz günleri böyle işlere yarıyor. neyse, bu seferki ziyaret biraz "olamamış", eksik bi ziyaret olacak. o yüzden pek bir heyecan alameti hissetmiyorum kendimde. bi tek otel seçimime sevindim, o kadar. onun dışında, havasına suyuna bakıp, ufak ama derin bi nefes çekip, "keşke" diyeceğim sanırım. arada o da lazım.

2 Haziran 2011 Perşembe

blog elemeleri

şimdi size bi şi itiraf edicem. yok, hemen diil, birazdan.

5 yılı aşan blog maceramın başlangıcında, o zamanlar bile blog dedesi sayılabilecek divad bey yer alır. bi özge vardı, bi de divad. yani sahiden eskiyiz bu işte. özge iyice elini eteğini çekti (hi özge, how are you?), divadla devam ediyoruz. ayrıca tabii jelatin, sothyz, şarapçı  gibi, demirbaş listesine kayıtlı, camianın gözde simaları da mevcut. onlar elemeler üstü, süzgeç tortusu isimler.

yeni bloglar keşfetme işini hala divad bey şahsen kendisi yapıyor, ben tutucu, çemkiren blog teyzesine dönüştüm. yani o tarama- beğenme- takibe alma işlemini yapamıyorum. böyle ukala, böyle yaşlıyım. divad sağolsun biz yaşlılara bu hizmeti veriyor. "bak bi" diyor, bakıyorum. yargıçlık değil de işte, inceleme.

neyse itiraf şurada geliyor: size bu eleme sürecini anlatacağım.

bi kere biz yeni blogları aramıyoruz. yorum filan bırakıyolar veya en fazla yorum bırakan blogdan zapping yöntemiyle buluyoruz. yaşlıyız demiştim. onlar bize geliyor. ha onlar geliyo diye hiç havamız yok, sahiden feci heyecan yapıyoruz, gündem maddesi filan oluyor: "tanımadığım biri yorum bırakmış!!!!" eski günlerdeki gibi değil dükkanın trafiği tabii.

ilk aşamada eleyici unsur o yorumun içeriği. maalesef yeni nesil bi destur demeden, "vaay coni üç kere üç kıç dostum!" filan gibi düzeysiz, fazla samimi, fazla dangıl dungul yorumlar bırakabiliyor. hemen pıhhhhlıyoruz böylelerine, hiiiç tasvip etmiyoruz. bazı özel püskürtme yöntemleriyle yıldırıyoruz ama burada ifşa edecek değilim. sonuçta, tanımadıklarımızla çim saha maçı yapmak yerine, tanıdıklarla köy kahvesinde takılmayı seven tipleriz. kahveye ilk kez girerken de "vaay coni" denmez. öyle bi şi. bi üslup, bi destur, önemli şeyler.

bi de biz bazen kendi kendimize yazıyoruz. yani divadın bazı postlarına ben bile yorum bırakmam ki bu pek görülen bi şi diildir. o kendi kendine konuşma haline saygı bekliyoruz rica edicem, "aa ne demek bu, anlamadım, hadi daha çok anlat, hadi daha çok saçıl dökül"cülere BBG evi öneriyoruz. daha çok anlatacak olsam, elbet yazardım. etkileşim bu değil. burası talep üzerine post kurumu da değil. sınırlar konusunda hassasız. neticede biz twitter'lı, facebook'lu bi dünyaya doğmadık. bi blog bildik, blog sevdik. ce-e diye yeni çıkanlardan mıncık mıncık makarnalığı pek sevmiyoruz. o aşamaya geçiş daha da sıkı eleme gerektiriyor.

özellikle divad'ı entel görüp, ilgi çekmek için zeka testi gibi yorumlar bırakanlar oluyor. özetliym: anlamıyoruz. o kadar da değil, bu gri hücreler başka iş de yapıyor. divad anlıyodur tabii ama zaman alıyo yani. uğraştırmayın imalarla. manifestomuzda dediğimiz gibi: net ol, ciğerimi ye. yorum bırakın, laf atmayın.

bu uzuuun girişten sonra, yorumu gözümüz tuttuysa, bloggerın önce kimleri takip ettiğine bakıyoruz. ikimiz birden varsak, zaten büyük bir artı alıyor, e doğal. şüphesiz ki klasikler okunmadan best seller okunmaz. böyle iddialı ve havalıyız. tabii kimi takip ettiğini afişe etmiyorsa, yine artı puan - gizemi severiz.

takip listesinin üst sıralarına çıkmak için blog adının başına ***~~~$$$## filan koyup alengir yapan bloglar var. söz konusu bloggerın takip listesinde böyle fırfırlı bloglardan kaç tane var diye bakıyoruz, çok yoksa, artı puan. fırfırlılara zaten bakmadığımızdan o detaya girmedim. ben size eleyemem demedim, objektif olamam dedim. ha bi de ben şahsen, ordan müzik, burdan bilmem ne ekranı - eklentisi çıkan blogları da sevmiyorum, göz yoruyor; ama divad bence seviyodur, onun tasarımı da öyle alengirli, twitter vs filan.

sonra yaş belirleme tespiti geçiyoruz. en az bir lise mezuniyeti şartımız var, yaş haddinden. ben bile 26 oldum yani. tabii divad bu konuda daha bi sıkı olabilir, ben gençlerle de iyi anlaştığımdan kuşak çatışması olmuyor, o dede. türkçe imla hassasiyetimiz var. cümle alemin geçtiği yollardan büyük bir heyecanla, yeni kıta bulma sevinciyle geçenler de oluyor, "yüzüklerin efendisi üçlemesi süpeeer!!!" gibi: ellerimizi kavuşturup "canım ne sevimli, ne genç" filan diyerek izliyoruz. sevmek veya sevmemek değil, uzaktan bakıp geçiyoruz. pek iticiyiz evet.

genel olarak: bazı şeyleri yazmıyoruz diye, bilmiyoruz veya yaşamıyoruz anlamına gelmiyor. blog kadar olduğumuzu sananları, ağına takılan sineğe yaklaşan örümcek şefkatiyle kucaklıyoruz.

entelektüel birikimi seviyoruz pek tabii, ne de olsa enteliz. müzikten, filmden filan divad anlıyor. kitap konusunda fena değilim, ben bi de bloggerın politiğini severim. divad da sever de çaktırmaz. aramızda bölüşüp hızlıca bi içerik değerlendirmesi yapıyoruz. çakma bilgileri gerçeklerin acı yüzü gibi yazanları divad feci yakalıyor. özellikle "bunları biliyor muydunuz?" tadındaki tarihsel gerçekleri ifşa postlarında "gugıldaki ilk arama sonucundan alınmış yanlış bilgiler" bulunca, koccaamaaan bir eksi. ohyes, bundan sahiden çok zevk alıyoruz. sinsiyiz. pıtır pıtır eksileri basıyoruz. "google before you tweet"ten önce, "google before you post" vardı.

sanırım daha kısa, öz, çarpıcı şeyler yazanları seviyoruz. name-dropping  konusunda divad ekstra hassas, yarım saat arkanızdan gülüyo, öyle diym. kısa öz yazarken de bir gusto, yok efendim bir nükte arayışımız var tabii. benim böyle şeyleri sevmem saçma tabii, uzunları da seviyorum. çünkü bir zamanlar yine divadın saptadığı üzere, ben sıçar gibi yazıyorum. hah bi de, bu lafı "s*çar gibi yazıyorum" diye yazacak oto-bipçilere, şahsen sahiden çok sinir oluyorum: sıçgötbok. internet polisi yakalamaz, korkmayın.

ikimiz de zamanında siyah fonlu bloglardık, yaşlandık, ak düştü. ama neyse işte, siyah blogları ayrı bi seviyoruz galiba. ben cinsiyet belirleme sıkıntısı yaşıyorum. divad tabii kadın bloggerları daha çok seviyor. şaka şaka o yaş, din, ırk, cinsiyet filan gözetmez. dil gözetebiliyo: almanca konusunda biraz hassas.

ah öyleyken böyle. daha da vardır elbet ama, söz sende divad.
şüphesiz ki mikrofonu kapmanın coşkusuyla onu sahneden itecek değilim.

editlegelen: divad hemen mikrofonu kapmış. onun da dediği gibi:
 sanki ben kötü polismişim, o iyi polismiş gibi oldu. Yanıltmasın. İkimiz de kötü insanlarız.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker