bugün ofiste olduğuma göre, blog yazmaya hak kazandım.
serbest düşüş başlasın.
uzun yıllar, heralde üniversite 2. sınıfa kadar filan, her sabah bi bardak süt içtim. hâlâ ankaraya ne zaman gitsem, kahvaltı sütlü bi şidir. bi yandan da, ailemin bi yarısının boy ortalaması 1.85-1.90 filan. haliyle bu genetik miras ve süt takviyesiyle dalyan gibi olmam beklenebilirdi; olmadı. hatta, sağlam kemikler, sağlıklı dişler filan da olmadı. belki iki bardak içmeliydim? neyse, dün fark ettim ki ben süt içmeyi özlemişim. kakao olmadığı için az kahveli, mis gibi bi bardak sütle kahvaltı. iyi geldi.
"parayla saadet olmuyor" denebilecek alanlardan biri de ayakkabı zevki. daha doğrusu, para saadete yetmiyor. çiftine 300-500 TL ve hatta dünyaları harcayıp yine de pek bi çirkin şeyler alabilen kadınlar ve erkekler mevcut. üstelik gururla giyiyorlar: "çifti 300-500!". erkekleri bilemem; ama kadınlar en azından bi vogue alıp "şunu istiyorum" diyebilir, satış danışmanına danışabilir, böyle böyle zevkini geliştirebilir. bugüne bugün bu ülke, "vitrindekileri sarın, alıyorum!" diyen ne yeni zenginler gördü, yıllar içinde onlardan ne stil ikonları yarattı. maksat istek, çaba, niyet. erkekler için iş daha kolay nasılsa, bi kere öğrense bayaa bi götürür. özet: parasını harcayacak yer bulamayan bazı kadınların "çılgın zevklerim, çocuksu yanlarım var!" bahanesiyle aldıkları bazı ürünler benim için asla ayakkabı olmayacak. etiketinde hangi marka yazarsa yazsın. tahminen o markanın elindeki artan malzemelerden yaptığı bi ürün o zaten, ayakkabı değil.
etiket demişken: ayakkabı tabanındaki etiketleri çıkarın rica ederim. herkesin bi takıntısı var, benimki de bu. en son brnsaat bi reklamda mini eteğiyle saç savurup arkasını dönüp yürüdüğünde tabanında beyaz beyaz... daha fazla anlatamiycam. yüz kere yazdım, bu konu niye bu kadar uzadı bilmiyorum. "zevkler ve renkler tartışılmaz" diyen bi taze ergen de çıkabilir; ama hatırlatayım: zevksizlik her zaman tartışılması ve aşılması gereken bir konudur.
çarşamba günü köy kahvesinde oturan amcalar gibi bir iş günü geçirdiğim için, kendimi saçma şeylere adayabildim. bunlardan biri de saç örgüleri ve ense topuzlarıydı. denemelerim devam edecek, ama şimdiden iyi sonuçlar aldım. yaşasın sıtambıl.
bugünlerde yine bi sebzeye dönme mevsimindeyim, et-tavuk istemiyorum hiç. bi ara "haftaiçi vejeteryanı" olmuştum tam anlamıyla, o sisteme dönüyorum ufaktan. etten tamamen vazgeçemem sanki, o yüzden ara çözüm bu. böyle beslenmek dinç de hissettiriyor, hem CFC gazları konusunda da 5/7 hiç fena bi oran değil.
şimdi çiller'in halüsünü hasülünü ses kaydını dinlerken (ki sonundaki muhteşem "halüsineyşın!" kısmı eksik) aklıma geldi, vo.g.ue türkiye'de yılların ağa han ödülü "aga khan" olarak yazılmıştı. benzer şekilde hayyam için de "khayyam" yazıldığını da görmüştüm. o kh yazımı ingilizler için canlarım, türkçede "kh" yazınca da "gırtlaktan h" anlamına gelmiyor, ingilizce telaffuz kuralını ne bilelim? zaten o sesi de çıkarabiliyoruz, h ile yazın. "ama özel isim!"derseniz, orijinali latin alfabesinde yazılmıyor ki şeker. ağa han yani, aga khan değil. özenli saçmalamalar.
*
dün oturduğumuz balkonun az uzağındaki masada 3 sene önce oturduğumda, yemin ederim her yer ışıl ışıldı. parlıyordu masa, çatal, bardak. içeri peri tozu kaçmış gibiydi, gözümde flaş patlamış gibiydi. dün de yine, göz kırptı masa.
güvercin takla sezonumu açtım, gizliden gizliye. hayat hep fır fır takla. zaten saat kadranı hedefler koydum kendime, bi yerden başlamak lazım. takla makla, neyse artık. güzel olacak. oldurucam. olacak. sahiden. o kadar içten inanıyorum ki, aksi mümkün gibi gelmiyor. gerisi, saatleri ayarlama enstitüsü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder