29 Mart 2012 Perşembe

geldim.

Hadi: upuzuuuun.

Ev. Bugünlerim hep ev. Şu an eve baktıkça, ev kiralanmadan önce gelen “ya ben diğer evi tutmuyorum, süper bi şi buldum!” telefonunu daha iyi anlıyorum. O kadar iki kişilik, o kadar güzel ve ışıklı ki! Sanırım herkese kendi evi bir küçük koza, bir küçük yuva. Dolayısıyla, ben anca ev anlatabilirim şu ara. Diğerleri, sonra.

Ben “evli hayaller” kuran biri olmadım hiç; ama 1) annem sürekli Maison Française alan bir kadın 2) ben 5,5 yıl yurtta kaldım. Haliyle, “ev hayalleri”m vardı bolca. İstanbul’daki evim mesela, büyük oranda tutturuyordu bu hayalleri; ama şimdi yeni, sıfır, uzun bir hayat ve hayal kurarken, insan biraz çekiniyor. Ne bileyim, hayal bu: kurması kolay, bulması zor. Onun için hiçbir beklentim yoktu, duyduklarım dışında. Şimdiyse ağzım kulaklarımda.

Güneş alan bir mutfak isterdim hep. Yemek pişirmeyi beceren;  ama mutfağa girmeye üşenen biri olduğum için, beni cezbetsin isterdim. Mutfak güneş alıyor, hem de pencere önünde tam 3 saksılık pervazıyla. Dolayısıyla, nihayet o düşünüp de yapamadım şey olacak: kekik, nane, ne bulursam yetiştireceğim; maydonoz yerini aldı bile. Dizdiğim cam şişeleri seyredip duruyorum, kırmızı ve mor ve ışık ışık. Açık mavi duvarları var, güneşin düştüğü her yer sapsarı. Havanın 17-20 derece aralığında parıl parıl gitmesi de benim hoşgeldinim olsun.

Mutfak bir anaokulunun bahçesine bakıyor, çocukların 7 saat aralıksız çığlık atıp koşma ve gülme kapasitesi inanılmaz. Camı kapadığım an ses gelmediği için rahatım; ama öğretmenlerden biri en son “HEPİNİZ KONUŞMAYI ÖĞRENDİNİZ! BAĞIRMAYIN, KONUŞUN!” diye bağırdı. Sonra çocuklar da “Miss bilmeeem kiiiim, siz de bağırdınıııııız!” diye neşeyle bağırıp, çığlık atmaya ve koşmaya devam ettiler. Ben de o sırada, inanmazsınız; ama yemek yapıyodum. Ya ben galiba sürekli mutfakta olacağım, hiçbi şi yapamasam çay içerim. Lady Grey aldım bir heves, yaşasın portakal, yaşasın bergamut. Kocaman sütlü kahve kupam da geldi. Bir de tabure ayarlarsam, tamam.

Ayrıca güneş alan banyo da isterdim ben abartıp, o da aynı şekilde: pencere önünde 3 saksılık pervazıyla güneş alıyor. Banyoya da artık, kaktüsmüş, mummuş, bir sürü bir şey. minik minik. Güneş alan pencere pervazı kadar hayatı güzelleştiren şey az bence. Pervazsız pencere, eksik bir şey.  

Neyse, Sabuş evi kocaman ve basamaklıdır. Basamağın bir tarafı herkese, diğer tarafı sadece en yakınlarına açıktır. Basamağın ucunda, Hindistan’dan, Çin’den gelmiş çay kutularına gizlenen boncuklar vardır, Sabuş’un şapkaları, elbiseleri vardır. Belki o yüzden, kocaman olmasa da basamaklı bir ev isterdim; onlar da hazır ve nazırlar. Öyle tuhaf bir şekilde her şey bir araya gelmiş ki! Katlanabilir kocaman bir ahşap masa mesela: genelde 2 kişilik, istedin mi 6 kişilik; çok sevdiğim, çok pratik bir şey ve şu an önümde duruyor!   Öyle kaplama filan değil, bildiğin, tüm ağırlığıyla ahşap masa. Yukarı doğru kaldırılan, ahşap çerçeveli pencereler var mesela ve çok zarif pencere kilitleri, kepenk kilitleri. Anneme pencere detaylarına düşkünlüğü dedemden geçmiş, onlardan da bana. Bir evde “akıllı çözüm”ün benim için karşılığı rüzgârda çarpmayacak, aşamalı açılabilecek pencere ve kepenk ayrıntılarını yapabilmek.  O yüzden işte pencereyi her açışım: Turşu Nejat.

En büyüğü ve en güzeli, bizim salonumuz bir adet sinema salonu. Yaklaşık 9 m2’lik, bembeyaz bir duvar ve tam karşısında projektör ve ses sistemi ( ki adı Tosuncuk. Adını hak ediyor). Annemle babam slayt makinesini kurup, çektikleri fotoğrafları gösterirlerdi. O makine hep ısınırdı, tar tar tar dönerdi. Fotoğraf gibi değil, slayt başka bir zevk; mesela koca bir duvar dolusu gökyüzü ve martılar. O yüzden işte, Tosuncuk benim için “çocukluk anıları reloaded”. 

İşte böyle bir sürü bir şey. Bir yandan da yerleşiyorum. “Buralar hep seni bekledi” diyen bir adam var üstelik; ama yine de elimden geldiğince işgal etmemeye çalışıyorum. Gerçi minik kuşlarım koridordaki rafımsı şeyi işgal etmiş olabilir; ama onlar çok eğlenceli şeylerdir, yol üstü müze rafı gibi bir şey. En büyük korkum, “kadın hancı, adam yolcu” gibi duran evler: hani tüm ortak alanları kadının zevkine göre ayrıntılarla dolu, adama da sadece elektronik alet seçimini bırakan ev tipi. Bu ev iki kişilik ve iki kişiye ait. Yolcu yok, hancı çok.

 Hemen sokağın sonunda, sevgili Victoria’nın daha sağlıklı olalım diye 19.yy’da yaptırdığı park var. Bu parka giden sokak şu an çiçek açmış kiraz ve elma ağaçlarıyla kaplı. Yürürken etrafa aval aval bakan, “sakuraaa” diye sevinen uzaylı da benim. Kiraz Ağacı Çıkmazı’na yakın yaşıyorum ben, daha n’olsun? Etrafta henüz yeterli güneş almadığı için tomurcukları patlamamış ağaçları saptıyorum, onların da sırası gelecek. Yağmur yağmadan açsalar keşke. Ayrıca, bu İngilizlerin manolya düşkünlüğü baş döndürücü! Yan yana, mor, beyaz, pembe: ma-nol-ya. Deeevvv manolyalarlarlar! Evin yakınında 2 park, 1 çiçek pazarı ve 1 “şehir çiftliği” var. Çıldıracağım.

Bizim binada 2 daire var: biz ve diğer evli çift. Bavullara yardım ederken “tüm dünya buraya sığmış” dedi adam. Çok güldüm bu lafa sonra; benim bavullara sığan dünyam. Neyse, en azından gülümseyen, selam veren, selam alan insanlar. Üstelik bunları öncesinde sizi baştan aşağı süzmeden yapıyorlar. ne bileyim, yol veriyosunuz ve teşekkür ediliyor.

Geri dönüşüm kutularımız bile sevimli görünüyor gözüme, o haldeyim. Bir de “d) hiçbiri” kutusu koyarlarsa tam olacak. Ne bileyim, mutfak çekmecesini açıyorum: “haftalık tüm sebzeleriniz, 10 pound karşılığında, organik tarlamızdan, sizin kapınıza” yazılı bir ilan var. Truman Show gibi resmen: aklımdan geçen karşıma çıkıyor.

Kocaman bir tabloyu göndermiştim PTT kargoyla, 11-14 gün demişlerdi. Benden önce, 6 günde gelmiş! Diğer koli de 10 günde geldi. Üzerinde şöyle bir not vardı: “Üzülerek bildiririz ki koliniz bize geldiğinde hasarlıydı. Çok üzgünüz. Maalesef koli bize geldiğinde çoktan hasarlıydı, yoksa biz ilgilenirdik; ama çıkış yapılan ülkeden tazminat talep edebilirsiniz . Önemli bir hasar olduysa, kaybınız için üzgünüz.” Evet biliyorum, bir Oscar Wilde mektubu değil, otomatik metin; ama orada işte. Orada ve sahiden, biri çok üzülmüş gibi. Biri bir zahmet bu metni hazırlamış, kurum olarak onaylamışlar, her hasarlı koli için çıktısını alıp üstüne yapıştırmışlar. Hasar dedikleri şey de bir tane kırık cam vazo, hiç dert değil. Öyle bir not yazmışlar ki ben onları teselli edeceğim nerdeyse. Daha sağlam paketlesem o da ulaşırdı. Kolinin Türkiye çıkışında ağırlık sebebiyle parçalandığı düşünülecek olursa, aslında her şey sağlam geldi – on günde! PTT’yi seviyorum. 

Neyse işte, bu civardaki 4. günüm. Semtimiz resmen Cihangir, aynı mutenalaştırma ve aynı bohem burjuvazi. Gayet renkli ve güzel ve bobo. Dükkanlar iki tip: a) göçmen bakkalı/ manavı b) organikçi.  A grubu genelde Türk, baldo pirinç deposu. B grubuna her şey giriyor, annenizin bile daha organiğini bulmanız mümkün. Semttekilerin çoğu öğrenci veya sancılı yaratım süreçlerinde toplumsal baskılara isyan eden gençler – ki biz onlara yeni mezun olduğu için istese de istemese de “freelance” çalışmak zorunda olan; ama şu an onu da bulamadığı halde, bu işsizlik tamamen kendi tercihiymiş gibi gösteren yetenekli sanat insanları diyoruz. Mesela “yan sokaktaki yoksul evde küften çürümüş perde vardı oh my god!” filan diyolar, çok uzaylı ama bi yandan da şirin. Yani en azından yan sokakta yoksul bir ev var, biliyor. Sonra bir anda enseyi karartıyolar: fak dı sistım filan. Kraliçenin tacını satıp yan sokaktaki eve atlas kumaştan perde dikmek istiyolar sanki. Aklıma hep John Lennon'ın kraliyet ahalisine verdiği konser geliyor: “Bir sonraki şarkı için sizden bir ricam var. Ucuz koltuklarda oturanlar lütfen ellerinizi çırpın. Ve diğerleri, siz mücevherlerinizi şıkırdatsanız yeter!”. 

Neyse işte, hepsi özünde iyi insanlar, zaten tazecikler. Mesela kahve siparişleri geldiğinde öyle bir teşekkür ediyorlar ki vahiy inse de bu kadar müteşekkir olabilirlerdi zaten. Gözler kocaman açılıyor, 32 dişlik kocaman bir gülümseme, iki elimiz kalbimizde fısıldıyoruz: “thank you…” ve fade out. Bir de Fransız, İspanyol, Hollandalı filan çok; “cici” göçmen de var yani bölgede. Henüz dördüncü günüm tabii, yeterince yan masa dinlemiş değilim, ilk izlenim bunlar. tosaran insan yok, o güzel. herkes kıpır kıpır, pek bi genç. gerçi galiba bölgede hipster olmayan tek kişiyim, bir de bakkal amcalar tabii.

 Bazı şeyler çok İngiliz. Mesela “göçmen bürosu” demiyoruz, “deniz aşırı ziyaretçiler kayıt bürosu” diyoruz. “Politically correct” versiyon olduğu için öyleymiş gibi geliyor; ama aslında derdimiz başka: göç etmiyoruz, ziyaret ediyoruz. O kadar kalıcı değil yani. Sonra “resmi tatil” demiyoruz efendim, “banka tatili” diyoruz; yaşasın Adam Smith ve Isaac Newton. Neyse işte, böyle şeylerle uğraşıyorum bi yandan da. Geriye, internet bağlantısı, banka hesabı gibi diğer ölümlü ayrıntılar kalıyor. Olsun, onlar da olur. Bir de mesela 1 aylık ödeme yaptıktan sonra aynı gün içinde Oyster’ımı kaybetmeseydim, o da fena olmazdı sanırım. 

Göçmen bürosundaki kadın “işe girerseniz 1 hafta içinde bildirmeniz gerekir” dedi bana. “İşe girersem zaten sokakta dans edicem, oradan anlarsınız” demedim tabii, “evet, hı hı bi hafta” dedim. Henüz bir işimin olmadığı gerçeği bile daha az can sıkıcı şu an. Her şey olur; çünkü mutfak bir bahar sabahı lodosla yumuşamış, güneşle parlayan Boğaz renginde ve ışıl ışıl. 

Tüm bunlar olurken, internet bağlantım olmadığı için, etraftan ve özellikle Türkiye’deki haberlerden kopuktum. Merak etmedim; çünkü bir Brezilya dizisinde on bölüm kaçırsanız bile ilk açtığınız an, kaldığı yerden takip edebilirsiniz. Öyle bir eminim, merak ettiğim an yakalayabileceğimden.

Kapanış: Decameron’u okumadıysanız, alın ve okuyun. 
Shakespeare’miş, La Fontaine’miş, aslında hepsi on günde, Decameron’dan doğdu.
gözlerimi kocaman açmış seyrediyorum. keyfim o kadar yerinde ki tahtaya tık tık.

20 Mart 2012 Salı

artı kırkdört

eveeeet.
tek yaptığım bu: uzun bi eveeeeeet çekmek.
bir de sanırım son 6 gündür falan bu postu yazıp yazıp, sonra düzeltip düzeltip bi türlü bitirememek. içim şişti.
içim şişti; çünkü haberleri okuyorum. okuyorum ama yazmiycam. çünkü siz de okuyosunuz ve şu son haliyle, bence anca BMC. evet, buna erdim artık, son noktayı gördüm. ayrıca taklalarlarlarlar atmaktayım.

*
geçen hafta anne kuvvetleri eşliğinde koli yapmıyosam bavul, bavul yapmıyosam koli yaparak geçti. minik minik zerzevatımla kendi içinde bir küçük müze olan odacığımı toplarken yaptığım ayıklama çok sancılıydı. gönül dostları, bahar temizliği denen nane, sadece etrafı derinlemesine temizlemek değilmiş. atılacaklar, küçülenler, tamire gidecekler, falan filan - bir sürü iş varmış. 1,5 yıl kaldığım ev kendinden geçmiş haldeydi; ama hallettik. bolca ofladım pofladım, ama bitti. böyle zamanlarda ben sahiden çok oflarım poflarım.

annemle oraya buraya her yere gittik. sünnet çocuğu turu gibi bi şi yaptım yani. arada ben karaköy lokantasında minik bir veda yaptım. sonra yine koli, bavul, koli. bu işler sırasında nasıl becerdiğimi bilmiyorum ama tırnak dibime karton sapladım, dolama oldu galiba, yavaş yavaş geçiyor. sonra saçımı kestirdim bi ara, hafifledim. son gecemde de biricik ev arkadaşım, canım jellam bize tabii ki en klas şişelerden birini açtı, veda akşamı içkisi oldu.

dün sabah da efendim, attık tuttuk o bavulları - şimdi ankara. ankarada son hafta. keşke sıkıştırıp hap yapabilsek eşyalarımızı. vakumlu poşet filan değil yani, cebimize atabilmeliyiz bence. neyse, gitmeden önce yapılacaklar listesi var işte, höt zöt işler. resmen höt zöt.

bugün 2 tane ben aldırdım, şu an bandajlarım eşliğinde put gibi duruyorum. bi tanesi efendim, resmen fasulye kadar filanmış. biçok insanın midesi kaldırmıyor niyeyse, onun için kısa kesiyorum. aslında tırnaklarınızın uzaması gibi bi şi et beni. neyse, sustum. yarın sabah da dişçiye gidicem. ben ve minik morfin iğneleri pek bi ley leöy löyüz bu ara.

bu arada, rakı bardağı bir, türk kahvesi fincanı iki, şu diyarlardan londralara taşıyacağım kesin olan şeylerdi. memlekette ne ara ikisi de az bulunan şeyler haline geldi bilmiyorum, sahiden bi garip ülke olmuşuz. porselen türk kahvesi fincanı arıyosun, seramik espresso fincanı gösteriyolar. porselenle seramik arasındaki farkı bilmeyen "alanında uzman" satıcılar var. aynı satıcılar klasik türk kahvesi fincanı formlarını da bilmiyor. onların sattığı fincanda Sabuş'a kahve yapsam, içmez bile; çünkü kendisi "dudak fincanı hissetmemeli, köpüğü durmalı, kahve soğumamalı" vs on bin kural sayar. kahve delisi değilim; ama içeceksem de incecik, adabıyla ışığı geçiren bir porselende içeceğim.

aynı şekilde: rakı bardakları. ben dedemden bildiğim, kristal veya cam, dikine kesme bardak arıyorum; ama anca "bodur kalmış votka bardağı" buluyorum. dümdüz, kişiliksiz ve kaba. tamam, meyhane bardağı dediğin elbette öyle olur ama ev için öyle olmaz sanki, bence olmamalı. su bardağı gibi altı kalın cam yapılanlar bile vardı. bu kadar yenilikçi ve bu kadar modern tasarım arasında bir tane klasiğe yakın vardı, onu kaptım. anneannemin kahvesiyle dedemin rakısı.

*
neyse işte, bu aralar böyle eften püften, pek bi "şeerli beyaz türk" dertlerim var. beynimi durdurdum, haberleri okumaya başlasam da almıyor zaten. fena değil. bir süre böyle olucam ben, başka türlü olamıyor.

ay tutamıyorum, bir tek not:
21 mart her yıl bu tarihe en yakın pazar günü kutlandı; çünkü o kadar büyük bir kutlama hafta içi zaten olamaz. 2 yıl ayın 21'inin pazara denk gelmesi dışında kalan kutlama tarihleri: 20 mart, 23 mart falan ve hatta: okuyunuz bir, okunuz iki. bazal konuların kavgası, anca biber gazı alımlarını meşrulaştırıyor. neyse sustum. fincan, bardak vesaire.

13 Mart 2012 Salı

bez

sivas davasında zamanaşımı kararı çıktı. bugün. az önce.
bugün 13 mart. bugün, 1993 yılında 35 kişinin, şairlerin, çocukların, emekçilerin yakıldığı bir koca insanlık suçu için "hayat devam ediyor" dendi. madımak'ı kebapçı yapmak isteyenler, hazırlanan anıta saldırganların adını da ekleyenler ve tüm eli kanlı caniler bugünü unutacak. görün bakın, biz hatırlayacağız. metin altıok'un eline geçirdiği yer süpürgesiyle merdivenlere çökmüş, kendini savunabileceğini umar halde sonunu beklediği o fotoğraf sebebiyle, beni kesseler unutamam zaten.

ben 9 yaşımdaydım be o insanlar televizyonda canlı yayında, diri diri yakılırken. dokuz! hangi zamanaşımından bahsediyoruz, ben bunasam bile her ayrıntısını hatırlayacağım o görüntülerin! benim çocukluk anım oldu o duman, o çığlık, o acılar. o lanet 1993 senesi uğur mumcu'yla başlayıp madımak'la devam ederken, el kadardık biz be! kim neyi, nasıl unutsun? hangi soğuk suları içelim? biz 19 yıldır ağladık da sönmedi, bitmedi acısı. hangi zaman, nasıl bir zaman bu sizinki? al, yine ağlıyorum. ağlıyorum da n'oluyor sanki, bir bok değişmiyor.

ben bu kararı okurken kapım çaldı. kargo elemanı pasaportumu teslim etti. pasaportumda oturma izni var. o an öyle hafifledim ki blog, utandım kendimden. sevdiğim adama kavuşacağım için hafiflemek değil bu,  başka. en güzelinden bir "buradan kurtulma" hissi. bitecek, gidecek. çekmek zorunda değilim. arkamda bırakabileceğim. insanca yaşamak, en azından bazal bir insanlık seviyesini tutturmak mümkün.

oysa en sevdiğim şiirlerdendir, kavafis'in şehir şiiri , durumu güzel özetler: "Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın/ Bu şehir arkandan gelecektir." ben bilmez miyim, elbette öyle olacak. elimi cebime her atışımda, cebimdeki her bir diken ayrı kanatacak işte.


mahkemeden çıkanlara gaz ve panzerlerle saldırdılar. metin altıok'un kızına, babasının "dumandan boğularak ölme" hissini yaşatmak istediler heralde. zeynep hanım twitterda "kaçacak yer yok, imdat" yazıyor şu an. gazeteler, televizyonlarsa sonsuz bir güzellik uykusunda. durup dururken basın açıklaması okuyan insanlara saldıran bir polis, onları adliye binasına tıkıp yakmak da isteyebilir, şüphem yok.

12 Mart 2012 Pazartesi

uç uç uç

dublaj türkçesiyle: ayyy ne gün ama!

vizem çıktı. vize diyorsam, haşmetli bir oturma izni; elizabeth de beni seviyor. vedalar zor şeyler. ahmetle nedim çıkmış. bi mesaj aldım, şaşırdım, şaşkınlıktan gözlerim doldu. 375 günü düşündüm, en çok da ailelerini. evet daha 101 gazeteci daha içerde ve evet, anaakım medya ahmet-nedim ikilisini bile zar zor yazarken "öteki kürt"leri hiç yazmayacak. olsun. enseyi karartmamanın doğru olduğunu görmek, inadın sonucunu görmek iyi geliyor. 375 gün nefesini tutup beklemişlerin kocaman bir oh çekmesi bile yeter bence.

bi de işte oturma iznim var benim ve bir de uçak biletim. ben gidiyorum. yeni gözlük aldım londra, "seni daha iyi görebilmek içiiiiin". bir tur bavul ankaraya, bir tur bavul londraya. ankaraya olan kısım kolay, parça pinçiklerim yer değiştirecek. zor olan, parça pinçiklerimi ayıklamak ve azaltmak. elbet yapılacak. neyse işte. derdim bu olsun. kalbim midemde çarpıyor.

7 dükkan süprüntüm var benim. bana bunu verecek kadar beni bilen can bir arkadaşım var. veda zor.

bu aralar günlerim vapur, motor güvertelerinde geçiyor. hava ayaz, bense oturduğum yerden poyrazı hissediyorum. lodos ve poyraz bence ikiz kardeş. deniz gri, deniz mavi, deniz turkuaz. dün mesela, iki insan ve dokuz karga vapur güvertesinde poyrazı içimize çektik, kargalar ayrıca ekmek kırıntılarını yedi. ben de martıların aslında ne kadar salak olduğunu düşündüm: bakınız karga öyle dakikalarca çığlıklar atarak bir simit elde etmek yerine güvertede dolanıp parsayı toplayacak kadar mantıklı bi hayvan.

bugün 11 işçi, bir inşaatta, işverenleri bir prefabrik kulübeyi çok gördüğü  için ve buradan kıstığı masrafla "verimlilik" sağladığı için alkışlanan bir aklıevvel personel olduğu için, çadırda yanarak öldü. 70 kişi çadırda kalıyormuş. depremden sonra veya mesaiden önce çadırda yanmak normalleşmemeli. tabii bir koca devlet depremzedesine bunu reva görürken, bir şirketin işçisine bunu yapmasına şaşırmıyorum. devlet "baba" böyle evlatlar yetiştiriyorsa utanmamalı. en az 7-8 yıldır (belki daha çok?) bir türlü çıkmak bilmeyen "iş güvenliği ve işçi sağlığı" yasası mı, yönetmeliği mi neyse artık, ben o yasayı istiyorum. hani 3. dönemdir tek parti hükümeti olarak yaşayan memleketimde uzlaşı bu kadar zor olmamalıydı, tek parti hükümetinin avantajı hızlı mevzuat hazırlamaydı filan? ondan istiyorum. adil bir şekilde istiyorum ama; hani her yıl mayıs ayı ILO tarafından bize çekilen ayarları gizliyorlar ya, tam da o ayarlardaki gibi istiyorum.

bi de işte vizem var benim, biletim var. pırr pırr pırrr.

10 Mart 2012 Cumartesi

kapılar

Merhaba cumartesi!
Dünkü vedalar sonrasında, evet ben bir adet işsizim artık. 3 yıllık çalışmamı bir harici diske aktarmak 18 dakika kadar sürdü. buymuş yani. zaten 12 yıllık eğitim hayatım da 3 saatlik bi sınav etmişti, bünye alışık. yine de işte, lisans üstü yükseklisans, tezi teslim edip ertesi gün başlayan iş, sonra istanbulda devam eden iş filan derken - ben galiba uzun bir aradan sonra ilk defa okul/ iş düşünmeyeceğim. değişik.

Bir hafta içinde istanbulla vedalaşmam gerekiyor. Vedalaşmak istediğim o kadar çok insan ve yer varken ayrıca bir de koli, bavul vs ile uğraşmam bence abes bi zorunluluk. şimdilik koli ve bavullarla ilgili bi şi yapmadım. bi de bu arada, ertelenmekten yorulmuş kontroller silsilesi için doktora gidiyorum filan, çok tatlı. koli- bavul  işleri gözümü korkutmuyor. yani taşınmak her daim çok sevimsiz bir iş oldu evet; ama elbet yapılacak bir şekilde. neyse ne. en kötü ihtimal tıkıştırırım. insanlarla vedalaşmak ve hatta şehirle vedalaşmak zorlu olacak. buna zaman yetmez zaten, bi yerden sonra yarabandını hızlıca çekmek lazım. 1 hafta. kafamı seveyim, kendime 4 gün ayırmıştım aslında, "son ana kadar çalışmazsa ölecek hastalığı" sebebiyle. sonra toparlandım da 1 haftaya uzattım. illa ki koşturucam.

sonra ankara. sonra bir hafta daha ve yollar ve kavuşmalar! hedefim bu. bu arada umarım vizeymiş cart curtmuş, tüm işlerim yolunda gidecek. kraliçeye güveniyorum, o da beni seviyor. bavullar, bavul kombinasyonları, hava durumları, yollar, beli incitmeden yollar ve sevgili arkadaşım simge'nin en bir güzel vurguyla söylediği gibi: kafamda deli sorular. sonra ama, bir ufak sesle, bir gülümseyişle her şey pek bir aydınlık, pek bir parlak. işte o zaman tek konum yeni, yepyeni, iki kişilik güzellikler. pırpır.

öyle bir heyecanım var ki dışardan bakınca anlaşılmaması benim şansım heralde. çizgi film efektleri taşıyor içimden. sadece "çok güzel olacak" diyebiliyorum. durumumu genel olarak şöyle de açıklayabiliriz:

"merhaba, böyle bakınca yer mavi, gök sarı."

6 Mart 2012 Salı

dedi ki normal, her şey normal

blog yazmak istiyorum. yok yani, sahiden istiyorum. taslaklar filan birikiyor. yine daldan dala bi post olacak bu yüzden. yazmak istiyorum da bi türlü post'a basamıyorum. anlatacak çok şey var ama olmuyor.

Bugün okuduğum haberleri bir bir listelesem anlayacaksınız. sadece 3 tanesini seçtim:

1) Egemen Bağış, AB Bakanı olarak BBC'de 23 dakikalık bir programa katılıyor. Dinlediğimden beri ciddi bir mide bulantısıyla boğuşuyorum, bünye kaldırmıyor resmen. üstelik bozkırda aynı yeşil yuvanın, bilgi yuvasının çocuklarıyız. neyse, kendisi burada diyor ki: "tutuklu gazeteciler tecavüz ve banka soygunu sırasında yakalandılar." icraat halinde basılmışlar yani. ve soruyor: "şimdi bu adamın basın kartı var diye, yanına mı kalsın?" ah robin hood, biz seni anlamamışız! neyse, BBC de anlamadı, birlikte güldük geçti.

işte ne oluyorsa o gülmenin sonunda başlayan bulantıyla oluyor. çünkü sevgili Egemen Bey, akıcı ingilizcenizin sizi bu noktalara getirmesine çok şey borçlu olabilirsiniz; ama yalan her dilde yalan. gazetecilerin neden tutuklu olduğu ortada, buyrun listesi.

bu vesileyle az önce denk geldiğim ve beni çok heyecanlandıran bir  kurum da tanıtayım: TÜMİKOM. Milletvekillerini ve seçilmişleri takip komiteleri derneği. düzenli olarak parti ve cinsiyet bazında milletvekili performanslarını raporluyor. Bu raporun bir kısmı da dokunulmazlık kalkması halinde yargılanacak milletvekilleri, parti dağılımları ve suçları. En yüksek davaya sahip parti %36 ile AKP. ana sayfadaki "23. dönem sunumu"nu inceleyebilirsiniz.  Üstelik, bunları ben öylesine söylemiyorum ve Egemen Bey'in aksine hukuken kanıtlanabiliyor. anladınız siz onu "for god's sake", voltaire filan. "atma Egemen din kardeşiyiz" diyerek de özetlenebilir.

2) devam ediyorum: pozantı cezaevinde insanlık öldü. üstelik pozantı, buzdağının görünen ucu. onlarca çocuk, taciz, tecavüz ve işkence yaşadı. onlar çocuk; ama taş atan çocuklar. şimdi "korumak için" onları "tek kişilik koğuş"lara, yani hücrelere kapattılar. bu arada bu suça karışan müdürler ve ikinci müdürler tayin ve terfi etti.  bir tanesi mesela van erciş cezaevine gönderildi. bu önemli haberi yapan 3 muhabir, bugün gözaltına alındı. tabii ki teröristler!

3) Hopa davasının ne olduğu malum. Hopa protestosunda gözaltına alınan öğrenci Ozan Gündoğdu, protesto için saçlarını kesmişti. bu olaydan sonra ona destek için birçok aydın saçlarını kesti. pek tabii arkadaşları da. öyle hoptirinam bir memleketiz ki saçlarını kesen bu öğrencilere, osmangazi belediyesi tarafından "çevreyi kirletmek" suçundan 26 TL para cezası kesilmiş. onlar da saçlarını bi daha kesmişler. halkayı geriye doğru izleyin rica ederim, saç, ozan, hopa. hopa, metin hoca, su, çevre, hayat. kesilen cezada bile psikolojik şiddet var yemin ederim, gerekçesiyle canınızı yakıyor. psikopatça geliyor insana ama resmen baskı kurma sanatının şahikası.

midem bulanıyor. okudukça, yazdıkça. üç haber ya, sadece üç tanesi!

*

oysa ben bugün onur yaser can'ı yazacaktım. bir hiç uğruna ölüme itilen yaşıtımı yazacaktım. davası vardı bugün. ailesi acısından avukat olmuş, hak hukuk adalet ne varsa bilenmiş de öğrenmiş. bunca boktan olayın içinde onur yaser can, unutulacağı bariz bir acının hüznünü taşıyor. ne bileyim, ben unutmayayım istedim. ben bu kadar içimi şişiren iğrençliğin ortasında, onur'a üzülebileyim istedim. acısını hissedebilmek istedim, hani uyuşan parmağınıza iğne batırmak gibi. bir iğne gibi batırdım ben bu gencecik vedayı, canım acıyor mu diye kendimi denedim.

verdiğim linke girerseniz olayı okuyacaksınız. ayrıca bir sürü fotoğraf, video filan var. benim arkadaşım olabilirdi onur yaser can. o kadar tanıdık ki hali, tavrı, yaşantısı, hobileri. yani gülüşü bile sanki tanıdık. tanımadığıma eminim oysa. mesela şu yazdığım satırlara denk gelse, şu üç haberi okusa, onun da midesi bulanırdı sanki. sinirlenirdi, adalet isterdi sanki. anlatabildim mi ki? yıldırmanın, baskı kurma sanatının şahikasını ermiş olanlar tabii ki onu nasıl acıtacaklarını, yumuşak karnını hemen bildiler.

hep söylüyorum: hatırlamak çok büyük bir güç. belki kendi kendinize, oturduğunuz yerden sahip olabileceğiniz en büyük güç. bu münferitleştirilen davanın "normalleşmesi"ni kabul etmiyorum. ben, onur'a yapılanı hep hatırlayacağım ve onun için üzüleceğim. bunu yapabiliyorsam, yapabileceksem, yapmayı seçiyorum.

*

bugünkü olayları yazdım ya, onları da hatırlayacağım. huy bu, birikiyor. birçok yakınım, hayati taklalar atmak üzere olduğum şu günlerde "bırak artık, düşünme, başka şeylere ayır enerjini, kafanı" diyor. devreleri yakmıyorum elbet; ama annem, sevdiğim, arkadaşlarım - fazlasıyla haklılar. midem bulanıyor zaten, mide bulantısıyla yaşanmaz. hem zaten azalacak gibi geliyor bana; ama işte, ben yine de hatırlayacağım. bir cümle, bir haber yine her şeyi capcanlı dikecek karşıma. üstelik bir şey diyeyim mi, ben bundan şikayetçi değilim aslında. hatta galiba, inceden bununla gurur duyuyorum.
çünkü hatırlamak, hatırlayabilmek, vicdanın yarısı.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker