şimdi ben yine çevre, balık, su filan diycem, sıkılacak olan kaçabilir.
sustaincity diye bir organizasyon var, ingilterede. hedefleri çok basit: londra'yı dünyanın ilk sürdürülebilir balık tüketimine sahip şehri yapmak. bu konu tabii ki ha deyince gündeme gelmiyor. balığın yakalanmasından tüketimine kadar olan bir süreçteki sorunlardan kaynaklanıyor. zaten yeterince gündemde olmayı hakeden bu konu, 23 mayısta BAFTA alan "fish fight" ile iyice ingiliz gündemine oturdu. özetlemek lazım olursa:
1) fish&chips tutkunu ingilizler, ada hallerine bakmadan, en fazla 2-3 çeşit balık yiyor imiş efendim. haliyle bazı balıklar için fazla talep varken, yenebilir (ve mesela tahminen bizim bayıla bayıla yuttuğumuz) bazı balık türleri içinse talep sıfır. bence aptalca ama böyle.
2) bu talep görmeyen balıklarla talep görenler neticede aynı denizde yüzüyor. haliyle ağınızı attığınızda "sen gel, sen git" diyemiyosunuz. gemiye çek, ayıkla filan derken, Kuzey Denizi'nde tutulan balıkların %40-60 arasında bir oranı (yani yenilebilir balıktan bahsediyoruz) ölü olarak denize geri atılıyor.
3) bu manyaklık balıkçıların cahilliğinden değil, kanunlardan ve piyasadan kaynaklanıyor. "karaya çekilebilir balık" gibi bir AB düzenlemesi var. kota sistemi var. kotayı aşınca karaya çıkaramayan balıkçı, balığı denize atmak zorunda kalıyor. balık stoğunu korumak için yapılmış ama balık öldükten sonra bir anlamı kalmıyor.
bu 3 madde ve devamı için, köyün delisi hugh amcanın kampanyasına ayrıca bakabilirsiniz.
enteresandır, "çevreci tip"ler bir yerlerde ciddiye alınıyor. bakınız yaşlı prens charles, lütfedip dinliyor asil asil. "e bu kanun saçma o zaman" demekte beis görmüyor. neyse, sinirlenmiycem.
neyse, benim içimin yağlarını eriten şey, bu tamamen sivil toplum örgütü işi olan kampanyanın özellikle internet "yüzü"nün ne kadar düzgün, tutarlı, dolu olduğunu görmek. iletişim, işi ciddiye almakla ilgili bir şey. "biz bu konuda ciddiyiz" demenin bir yolu da profesyonellik. bakıyorsunuz, restoranlardan şirketlere, üniversitelere kadar birçok kişiden destek görüyor. logosunu koyup geçmiyor, hepsinin ne yaptığını tek tek açıklıyor. destekçi kuruluşları, işbirliği içinde olduğu diğer kampanyaları vs, tek tek, bulandırmadan sayıyor, döküyor. tek bir şey için: varız, burdayız demek.
o da yetmiyor, bence çok temel bir şey olan "siz ne yapabilirsiniz?" bölümünü, dolu dolu tutuyor. daha önce bakanlık sayfasından, alakasız kampanyalara kadar o kadar çok ingiliz işi çevrecilik inceledim ki bu işi en iyi kotaran ülke diyebilirim. AB'deki diğer ülkelerde çok "yerel" kalıyor kullanılan dil. amerikanın kampanyaları da çok güçlü mesela; ama iletişim dili görsel ağırlıklı ve bana fazla "kalabalık" geliyor.
"keep it simple", ingiliz işi bir yaklaşım sanırım. lafı dolandırmıyor: charles göreceksen, fotoğrafı burda, metin ikincil. yok eğer derdimi merak ediyosan, 20 kelimede özetleyebiliyorum, buyur. böyle bir şey yani. neyi ne zaman öne çıkaracağını bilmek ve asla yanıtlanmamış bir alan bırakmamak. "bu balıkları yeme!" demekle olmuyor, "onun yerine şunları yiyebilirsin" demek de gerekiyor çünkü.
bence ingilizler şunu çok iyi anlamış: kimsenin hiçbir şeyi okumaya sabrı yok. websitesine girdikten sonra max 10 saniye içinde adamı yakalamalısın. dikkat sorunu olan ilkokul çocuğuna anlatır gibi, iri puntolar, koyu renklerle, basit bi dille hap yapıp yutturmalısın- zappingden kurtulmak için. ne bileyim, bizde siyasi partiler bile bunu beceremiyor (selim türkhan meselesi).
ay öyle işte. daha yazardım da sıkılmayın. bazen blogu bi kenara not almak için kullandığımı fark ettim. ama bu kampanya konusunda "aferin evladım"diye diye torununun müsameresini izleyen nineler gibiyim niyeyse, aferin evladım, hatta: good job mate.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder