bu haftasonu için dersimiz: müze adabı.
evet, müze adabı diye bi şi var. sinemada tiyatroda da var ama bu başka. genel olarak, kamuya açık toplu alanlarda yazılı olmayan davranış kuralları diyebiliriz. bu sebeple, bu haftasonundan sonra müzelerin girişinde kibar bir dille yazılmış "müzemizde dikkat etmenizi rica ederiz" notu dağıtılmasının şart olduğuna karar verdim. evet ben karar merciiyim. gıcığım, takıyorum, bu konuda gestapoyum.
istanbul arkeoloji müzesinin vestiyerinde görevli amca, vestiyer bakınız, ses yapar diye erik yemiyo. eriğini alıp çayhaneye gidiyo. bu bir özen, adap ve işine saygıdır. koskoccaaa arkeoloji müzesini gezmeye gelenlerin anca birkaçında olan bir şey. geri kalanlar, beynini verip yerine facebook hesabı edinmiş. heykellere sarılarak fotoğraf çektiren mi ararsınız, kucağına yatan mı? arkeoloji ilmi eseri gün ışığına çıkarsın, müzecilik sergiye hazır hale getirsin ama facebook yüzünden heykelin üstü parmak izi dolu olsun!o cancağızım kadeş anlaşmasına bakıp "ay bu niye camekanda!" diyenler gördüm blog. anlattıkça sinir geliyor. çünkü kendileri çivi yazısı tabletleri teek teek elleyerek gerçekten çiviyle yazıldığını onayladılar defalarca. metrodaki sarı çizgiyi illa ki ve inatla geçmek gibi bir saplantı sanılabilir; ama bu daha fena. misal, eser bir kaide üstünde. yanından geçenlerin ayakkabısı kaideye sürtüyor. öyle bir dibine girmek. hani görülmeyecek bir şey de değil çünkü 2 metrelik bir heykel! niye niye niye, anlamıyorum. günlük hayatta komşusuna "nerden geldin, nereye gidiyosun" diyecek, otobüsteki yabancının dibine girecek bir kişi bu benim gözümde. özel alan ihlali. hani kol boyu mesafeyi bırakamamak. temel bi sorun bence. evet, takıntılıyım demiştim. sinir oluyorum.
merak deseniz o da değil. resmen eserleri bırakıp gezenleri inceledim. yok, ben anlamıyorum. "flaşlı fotoğraf çekmek yasaktır" yazıyo. yazıyo yani, yazmışlar. ama çekiyolar. güvenlik de bıkmış, bi uçtan "noo flaaaş" diyo. öyle bi hengame. izin olan bölümde bile çekilmemeli aslında. çünkü ayıp. ben oraya senin flaşından etkilenmeye gelmedim. bir değil, on değil, yaptığın da sanat değil. ellerindeki makinalara bakıyorum, çoğu "museum" ayarı olan modellerden. yani çekerken değil flaş, ses bile çıkarmayan bir ayar mevcut- sırf müzeler için. istersen yaparsın. tabii sen facebook profilinde saçının heykelin neresine denk gelmesi gerektiğine taktıysan, buna özenmemen doğal. çıkılak topuklu kızın koridorlarlarlar boyunca yürümesi, tek bir parçaya bile kafayı çevirip bakmaması, sakızlı çift... hepsi hepsi benim takıntım. yoksa orası güzel bi müze. hava sıcakken gitmeyin sadece, "müzeye girelim ya serin olur" diyen bi güruh mevcut.
sonra, bugün, sabancı. çünkü hava tam müzelikti. o sergiye bi 5-10 kere daha gidebilirim, bence gayet güzeldi. gerçi girişteki islambol saçmalığını atlıyorum. koca sergi yap, girişinde "islambol" yazsın istanbulun isimleri arasında. ayy ay. neyse. dedim ya, geçiyorum, girsem çıkamiycam.
burda da benim erken yaşta asabi, nevrotik bir tiroid hastası olmama yol açacak ikinci grupla tanıştık: entel teyzeler. onlar zaten biliyor. hatta bıraksak onlar bu sergiyi kendileri yapacaklar. ev sahibi havasında, biz ölümlülere bilgi vermek adına, bağıra çağıra her bir eseri tartışıyolar. çünkü sakıp bey evini onlar için köşke çevirmiş, bu kişiye özel bi sergi. ikimizin de bilete aynı parayı ödemiş olması onları bağlamaz. sankülot tayfayım ben. benim önümde duran binlerce yıllık tarihle arama, tüm sergi boyunca bu 3 kadının görüş, bilgi, değerlendirme, analiz ve uydurmasyonları giriyor. birinin elinde audio guide, dinleyip diğerlerine aktarıyor. ama dibimde. ah ama onlar nasıl da özenli! konuşmuyorlar, fısıldaşıyolar! bir fısıltı ki bıçak gibi keskin, tuhaf bir frekansta, tüm odayı kaplıyor. kahkahalarsa hep bilgiden, sırf bilgiden. biz anlamayız. ah silahtarağa camii mi? tabii ki eski evinin hemen arkasındaki sokaktaydı! ah bizantion mu, siz bilmezsiniz, ayasofya bıkbık!
resmen ellerinde değil, enteller. her adımda bilgi taşıyor, istanbul 2010 avrupa kültür başkenti gevezeleri olarak, benim dikkatimin içine ediyolar. takılınca da takılıyorum, ne yapsalar ifrit. yalnız ne kadar enteresandır ki, aynı ekip, "vaay suriyede incili arapçaya çevirmişler, vaoov ne enteresan! eh mardin gibi, oralarda da var böyle karışımlar" gibi dahiyane şaşkınlıklar yaşıyor. mardinliler kovalasın seni teyze. "bilmek ne zor di mi teyze?" demiyorum.
derken, rehberli tur başlıyor, genç bi kız. bildiğini anlatıyor, bilemediği sorularda gülümseyerek "tam bilmiyorum ama xxx olabilir" diyor. efendi bi kız işte. rehber rol çalıyor ya, "iyk sesi ne antipatik, bir sus ya" diyo teyze. hikayemizin zirve noktası. tüm sergi boyu iki adım ilerde veya gerideler. asabi bakışlarımı bir tanesi anlıyor; ama o çakma şalvarlı "ah bizim atlar! koş gel nesriiiin!" diye üst kata bağıran ukala teyze asla ve asla anlamıyor! elleri cebinde, caka satacak. o bunların hepsini zaten biliyordu, sidik yarıştırarak onay alması lazım. benim gibi ucubikler de şikayet etmek yerine dinleyerek bilgilenmeli. "ah british museum! biz buraya önümüzdeki ay gidicez, orijinallerini görürüz artık. ne fena çaldırmışız ya, gerçi iyi ki çalmışlar diyorum yoksa biz bakamazdık. böyle düşünüyorum ben bizzat kendim ve beynim" gibi, geyiğin geyiği her türlü demeci, her eserin önünde, itinayla, sektirmeden, dakikalarca veriyolar. tarihin arka bahçesi. derya deniz bilgilenmeler; ama kendisi henüz müze gezmek nedir öğrenememiş. british museum'dan atılacağı hayaliyle sergiyi bitiriyorum. ha diyeceksiniz ki sen hiç mi gık demiyosun... tabii ki diyorum. yanımdaki kişinin kulağına. en fazla 10 kere. 100 değil. gevezeyim ama müzede değil. otobüste sakız patlatmadığım gibi, sinemada da patlamış mısır filan da yemem zira. paket program.
*
defneye boncuklar aldım, mezuniyet elbisesine rötuş elimden öpermiş. tarif etti, yapması kaldı. cumartesi sabahım bununla geçti, renk renk ton ton. peşinden sergi. sonra okul üstünden kıyı şeridi, diplomasına 5 kalan kavalyemle kutlamaya yakın bi akşam yemeği. uyku sersemliği sonra, gün kaymaları. pazar günüyse yağmur ve müze. sonra roland garros, yine nadal ve roze şarap. nadal da hep kazanıyo ya. gerçi ağlaması filan, şaşırttı beni niyeyse. hırsı gözünden çıkıyo çünkü. soderling öyle monotondu ki son oyunda uyudum, itiraf ediyorum. yine de maç vuruşuna gözümü açacak kadar dakik biriyim, huyum kurusun. schiavone'yi izlemedim ama, o ne içten bir sevinmek, o ne tatlı bir konuşma heyecanıdır yahu, izlemek istedim. şimdi müze posterlerimi çerçeveletme planları. zaten bu mevsim genelde tadilat, kuru temizleme ve çerçeveciyle geçiyor niyeyse.
*
nerden çıktıysa, canım kabakçiçeği dolması istedi. kendisi bodrum bir şeydir, en güzel mezedir, en neşeli atıştırmalıktır. cadı kazanı hala küçük bi kafeydi o zamanlar ve biz henüz aynı yerde tatil yaptığını bilmeyen 2 teğet kişiydik. hayat ne kadar garipse, tesadüfler de o kadar şaşkın şeyler.
evim değişsin, işim değişsin. değişiklik isteğim %93 çıkmıştı lisedeki psikoloji testinde.
hahaha. ondan değil valla, sinirden güldüm. hepsi değişecek blog. yine bir ekim, yine bir takla.
onun dışında, bu ara sahiden, kelimeler zindanı. çıkmak lazım.
5 yorum:
nadal diince bi dikkat kesilir oldum artık. artiztik hareketleri için bile izlenir maçları. wiide de hep kendisini seçme huyum başladı bu hayranlık üzerinden.
toprak kortta uçanla kaçan kurtulmuyo nadaldan. ne bileyim, ben federerciyim galiba. yani nadal stilden çok kas gücü ve böyle hakikaten top kaçırmama hırsı/becerisi. daha seyirlik olduğu kesin; ama federer daha centilmen geliyor bana. soderling'in kazanmasını istiyodum finali ama rafa ağlayınca içim acıdı :)
federeri sevmek schumaeri sevmek gibi bi şi. evimizin tenisçisi. nadal ise alonso tadında daha çok, seyirlik işte. heyecan biraz =)
yok yahu, roland garrosun şumisi tartışmasız nadal, beşi bi yerde yaptı sonunda :)
yok valla benim için efsane federer, roland'ta diyosan o başka, büyülendim tek kelimeyle :) nadal dönerek vursun topa, aylarca izlerim :P
Yorum Gönder