Bazı bazı, kaldırımlarda bordo-mor lekeler olur. basınca biraz ayağın kayar. Bakarsın, dut veya vişne. "Mevsimi gelsin de meyvesini toplayalım" diye ağaç gözleyen de pek kalmadığı için ağaç kendi saçmış meyvelerini, yoldan geçenler ezmiş. Şehirde ve pek de doğru düzgün bahçesi olmadan büyüyen bir çocuk olduğum için herhalde, meyve ağaçları hep çok büyülü geldi bana. Ankara'da vali konağının dev vişne ağacı mesela. Ben o ağacın o kaldırımı bordo-mor yaptığını bildiğim sürece, dünya dönüyor. Öyle ulvi bir görevi var onun, annem her gördüğünde "aaa meyve vermiş yine!" diye sevinsin diye. O ağaç parmaklıkları aşıp da sarkar, sanki "bu adamlar çok sıkıcı, bari siz bilin kıymetimi" der hep. İstanbul'dan sonra Ankara'ya taşınınca, bana tanıdık gelen az şeyden biriydi o ağaç.
Bir de ben iyice küçükken, İstanbul'dayken, yan evin bahçesindeki bir beyaz bir de kara dut ağacı olduğunu, çoluk çocuk kocaman bir kumaşı gerip dut topladığımızı hatırlıyorum; artık biri mi salladı ağacı, yoksa tırmanıp mı kopardılar, orası yok. Başka bir ev, bu sefer de evin bahçesindeki erik ve elma ağaçlarını hatırlıyorum: Annem gayet sakin hepsini tek tek gösterip anlatıyor, ben de "benim annem büyücü! tüm ağaçları biliyo!" hayretiyle (ve gururuyla) izliyorum; ama asla onun kadar iyi öğrenemiyorum. Sonra Şarköy. annemin teyzesinin bahçesindeki kayısı ağaçları da harikaydı mesela. Rauf Enişte bize kayısıları gösterir de toplatmaz, birkaç gün seyrettirirdi. Onca ufak çocuk, o ağaçların kayısı dolup taşmasını izlerdik iştahla, sanki dünyada en sevdiğimiz yiyecek kayısıymış gibi. Sonra bir an gelir, kayısıların toplanmasına izin verilirdi. Enişte onları toplayıp birazını bize dağıtır, birazıyla reçel yapardı. Öylece, günlerce kayısı yerdik veya bana öyle gelirdi. Duvara dizilip biricik ganimetimiz kayısıyı yedikten sonra da özenle çekirdeğini kurutur, yine aynı özenle kırıp bademini yerdik. Anneannem yediği her meyvenin çekirdeğini illa ki bahçeye atar, "toprak tutmasa bile kuşa kurda gider" derdi. Sahiden de giderdi bence.
İstanbul'da işe giderken yürüdüğüm yolda da dut, vişne ağaçlarına denk geliyodum. pek severim aynı ağacın mevsimlerini izlemeyi; çiçeğini açar büyük bir gösterişle, sonra yaprağa keser ve tam sıcaklardan gözün ağaç filan görmez olunca "hişt!" der sana, "buraya bak bi, bak yukarda ne var!". kafayı kaldırıp dalların arasını gözetlersin, o dutların, vişnelerin, eriklerin devamını görmek için. Öyle ağaçlara tırmanan bir çocuk olmadığımdan hiç (ben daha ziyade "düşeceksiniz!" diyendim), kendime yakın dalları tararım hâlâ, bi el uzatmalık mesafede bir şeyler kapabilir miyim diye.
Neyse, şurdan geldi aklıma tüm bunlar: geçen gün parka giderken, yolda yine o lekelerden gördüm. eski bir tanıdığa rastlamak gibi her seferinde. kafamı kaldırdım, kiraz ağacı. Kocaman, dalları da dev kirazlarla dolu. uzanılacak gibi değil; ama içim gitti, pek de sevindim. Sokağın diğer kiraz ağaçlarında pek icraat yok çünkü. Sonra bugün şu yazıya denk geldim, "mecidiyeköy dutu"nu okurken, aklıma geldi o lekeler yine. sokaklar lekesiz olunca pek tatsız.
*
Hepsi bi kenara: tarihi yedikule bostanları'na dozerlerle girdiler. özel statü filan, takan yok. bostanların üçte birinden fazlası moloz altında. oradan geçimini sağlayan ailelerin ekinlerini toplamasına bile izin vermeden bastılar molozu. bu arada sur içinde özel, tapulu araziler de varmış, onların itirazlarını da duyan yok. bostancı teyzenin sözü kapanış olsun: "park iyi hoş da, bir bostan değil; ekilmiyor, karın doyurmuyor".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder