Bazı sesler, görüntüler var aklımda, küçükken izlediğim haberlerden kalma. o zaman yok tabii "dikkat bilmemkaç yaş altı burayı görmesin" filtreleri. zaten olsa bile gafil avlıyordu o sahneler genelde. annem mi bana "bakma" diyecek babam mı, ikisi de dehşetle izlerken? neyse, hepsini yazmiym tabii de seçmece olanlar şunlar:
biri, ben ilkokul 4'te mi neyim, kızılay meydanındaki o kameraman. feci dövdüler, öyle böyle değil. kaldırımda, yüzü gözü kan içinde. kamerasının üstüne kapanmıştı; çocuğunu korur gibi. "kamerama vurmayın" diyordu sadece, ağzı kanla dolu, mırıltı halinde. öyle dedikçe kamerasına vurdular, o da vurdurtmadı. bi de ben kızılay koluydum o zaman, oksijenli su ve tentürdiyotlu pamuğun kendimi sınır tanımayan doktor gibi hissetmeye yettiği zamanlar. onu oradan çekip alsınlar, yaralarına pansuman yapsınlar, kamerası da hep yanında olsun istedim. "kamerama vurmayın, kameram kameram". ben öyle ekrana baktım, kaldım.
bir diğeri manisa davası. belli ki liselilere çok kötü şeyler olmuş ve ben ortaokuldayım. dava bitmiş, yine o ufak pencereli nakil arabasına binmiş götürülüyorlar. arkadan incecik, solmuş bir ses, "o daha çocuk, götürmeyin, o daha çok küçük" diye ağlıyor. annelerden biri, yere yığılmak üzere. ben yine ekrana baktım, kaldım. nasıl bir yere götürdüklerini, ne yaşadıklarını hayal dahi edemeyeceğimi, öyle bir kötülüğü hiç bilmediğimi anladım.
bir de işte, en çok da belki "Arkadaşlar! ben bir anayım benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız" sesi. Berfo Ana. çığlık değil, bir gerçek. Öyle çıplak, olduğu gibi, olduğu kadar net bir gerçek.
*
Bu yılki Hrant Dink ödüllerini Cumartesi Anneleri almış. Benim için ilk yıldan, ilk günden beri onlar alıyor sadece. Berfo Ana göremedi. Biz onları duymak zorundayız, duymadık. Yürüyüş yaparken, parkta koşarken "benim annem cumartesi" çalıveriyor kulağımda. o şarkı listesinde olması bile ayıp belki, öyle rastgele çalabilmesi... neyse, politeknik direnişinin melodisi. bi bankta soluklanıp dinliyorum. havaya, suya bakıyorum, gözlerim yaşarmasın diye. sonra işte "beni dinlemek zorundasınız" diyor ya sonunda, işte o an cemil, manisalı çocuklar, o kameraman, diğerleri... hepsi birden diziliyor bankta yanıma. ben katıla katıla ağlıyorum. nasıl iyi geliyor.
ben şarkıya ağlasam ne ki zaten. kimse de "n'oluyo" demiyo bu arada, demezler. birey birey. kimse "nen var kuzum" demez. iyi aslında. sorsalar ne diyeceğim? sanki anlayacaklar, sanki cümlemi sonuna kadar dinleyecekler. biri demişti bana, "o zamanlar çocuktun. kürt bile değilsin. e yani, neyin acısı bu?". di mi ya. "dehşetin acısı" demiştim. öyle çünkü. yaşadığımdan, bildiğimden değil; tam tersi. yaşamadığım, bilmediğim için hissettiğim dehşet.
*
2007'ydi. eylül mü ne. canım perulum, biricik Marisol gecenin bi körü kapımı çaldı. o öyleydi zaten, gece kuşu. benim 5. uykumda olmamın hiç önemi yok. sabahın 3'ünde uyandırıp kahve falı baktırır, "yahu bu ülkede niye hiç taş yok?" dedim diye benim için tüm şehri dolaşıp taş toplar, berbat günlerim bitsin diye uğurlu leprechaunlarını bana ödünç verir filan. bu alemden değil marisol ve onun alemi çok güzel.
neyse, kapımı çaldı. gözleri ağlamaktan şiş; ama gülüyor, zıplıyor, fujimori diyor, yarısını da ispanyolca söylüyor, ben tabii ki bi halt anlamıyorum. tane tane "Fujimori'yi yargılayacağız! Şili iade ediyor!" diyor bana. Fujimori'nin baskı ve insan kaybetmelerle dolu yönetimi çok eski değil; onun çocukluk, gençlik yılları. Oooo büyük haber! çığlık çığlığa zıplıyoruz. Bana ne oluyor, bilmiyorum. Bir diktatörün daha yargılanması, yargıdan kaçan bütün insan müsveddelerinin sonunun geleceğine dair yeni bir umut. Bu güzel haberin şerefine kahve yapıyoruz, tabii ki. O aralıksız anlatıyor, nefessiz. Sonra, biz ayrı ülkelerde ayrı yollara gitmişken, 2009'da kararı okuyorum: 25 yıl. Bir oh çekiyorum. o gece yıllar sonra tamama eriyor.
*
Şimdi gördüm Seyhan Doğan haberini. 1995'te, 14 yaşındayken kaybedildi Seyhan. Anne babası acıyla, onun izini, kemiklerini arayarak, daha doğru düzgün yaşlanamadan öldü. Bu yıl bulundu Seyhan, bir kazıda kemikleri çıktı ortaya. Ailesinin yanına gömülecekmiş. Çığlık çığlığa koşmak istiyorum, başka şey gelmiyor içimden.
Hollanda'dayken şu iyiydi bak: etrafımdaki herkes böyleydi. herkesin toprağından kemikler çıkıyordu, bi anormal olan hollandalılardı. marisol'ün fujimori'si vardı, tanya miloseviç'i anlatırdı. Noira'dan suharto'yu dinledik hep. acı yarıştırmak değil, birbirinin yarasını yalamak resmen. delirmemek için anlatırdık. değiş tokuş yapardık acıları, bildiğimiz, bilmediğimiz, niye bilmediğimize yandığımız acıları. sonra bir sürü içkiler, bir sürü şarkılar. hissetmeye vaktimiz olurdu doya doya, daha iyi bir işimiz yoktu yapacak. olmuşu, bitmişi, gördüğümüzü, duyduğumuzu her şeyi tane tane hissederdik. acıysa acırdı. komikse kahkaha atardık. bol vakitler işte.
*
Bu ay DVDsi çıkmış diyarbakır cezaevi belgeselinin. tam adı "5 No'lu Cezaevi: 1980-1984", Çayan Demirel'in işi. Belgesel aslında 2009 yapımı, festival gösterimleri, ödülleri var. Ben birkaç gün önce, internetten izledim. Daha önce de izlerdim de işte çok erteledim, çok kaçtım. "Tarihin şen çocukları"ndan kaçtım. Sonra tanıştık. Dişlerimi kenetlemişim izlerken, tırnaklarımı da avcuma batırmışım, bitince fark ettim. "burası cezaevi değil, bir okul" - bu lafın varacağı işkencesiyi tahmin edebilir misiniz? hiç sanmam. düşünebilirsiniz; ama asla o kadar karanlık olamazsınız.
Siz de tanışmak isterseniz, belgesel için link burda. DVD de olur tabii. Bir de bi zaman bi televizyon programı olmuş belgesel ve cezaevi hakkında, o da burda. Dehşet bazen insana iyi geliyor. Ertelemeyin.
1 yorum:
e hadi yeni yazıı?
Yorum Gönder