yazıp yazıp siliyorum. silmediklerim taslak olarak yığılıyor. 2 hafta oldu. uzaktayım. annemden yıllarca 80 olaylarını dinledim ve o zaman hep "inşallah siz görmezsiniz böyle şeyler" dedi bana. eksik söylemiş, olaylar yaşanıyor; ama ben görmüyorum. bu hal çok fena. o yüzden ben daha iyi tartarak ediyorum duamı: n'olur bu adamların cezalandırıldığını görecek ömrüm olsun ve o ömrün sonuna kadar zihnim yerinde olsun, bunamadan göreyim. bunu söylerken de aklımda hep berfo ana var, içim yanıyor.
Orada olamadan yaşamaya çalışıyorum, uzaktan. 2 haftadır ben twitter oldum, elim, parmaklarım, gözlerim. kardeşimin yanına gittim, evini haber merkezi yaptık. burada yerimden kıpırdamadan saatler geçiriyorum. ailem, arkadaşlarım, tanıdıklar. kaç fotoğraf gördüm, kaç video izledim, kaç yazı okudum, ne kadar küfür ettim, kaç kez beddua ederek uyudum, sinirden kaç talcid yuttum bilmiyorum. bildiğim tek şey, türkiye'ye iki haftadır reva görülen polis şiddetinin yanında solda sıfır olduğu. öyle sokaktan geçen adamın attığı adi dayak değil bu, güya canınızı emanet ettiğiniz kolluk kuvveti. ben zaten sevmem, o ayrı; ama koyuyor, çok koyuyor.
arkadaşlarım bana sordu başta, "neymiş bu gezi işi, sen bilirsin?" diye. çok da bildiğimden değil de işte, geçen yıl şubatta gittim ben gezi parkı protestosuna. yalan olmasın, 50-60 kişi filandık herhalde, taksim platformu'yla orada tanıştım. şimdi o günü düşünüyorum. biz o azıcık kişi nasıl umutsuz, nasıl tükenmiş; ama nasıl da haklıydık. orada olmak pek bir şey değiştirmeyebilirdi; ama olmak icap ederdi. "burası park kalmalı, bu yıkımın yasal zemini yok, proje yanlış" diyenlerdik ve uzaktan bakınca eminim, pek bir beyaz türk, pek bir ütülü, pek bir elitzadelerdik, aydıncılık oynuyorduk. o günü nasıl bu kadar detaylı hatırladığıma da şaşıyorum aslında. orada olan herkes, gezi'de dururken binlerce başka şey düşünüyordu: hasankeyf diyordu biri. artvin. sinop, mersin. dersim. kaz dağları. sulukule. tarlabaşı. karadeniz sahil yolu, toroslar, sarıkeçililer. büyük anadolu yürüyüşü'nü konuşuyordu insanlar ve vermeyoz hareketini. biz orada gülümseyerek ağaçlara bakıp, "bir şeyler olacak, bir gün elbet olacak" diyen saf "çevreciler"dik. ağaçlara sarıldık, ağaçlarla yazılar asıldı.
pek çok insan "ağaç olsa neyse ama bu ağaç değil artık, siyaset!!!" diyor. ikisini nasıl ayırdıklarını anlamaya çalışıyorum, olmuyor. iktisat der ki "kıt kaynakların etkin kullanımı". oradaki kıt "kaynak" genellikle doğal kaynaktır, doğadır. sudur, ağaçtır, tarım arazisidir, verimli topraktır. iktisat, çevreye göbeğinden bağlıdır (demişken, divad'dan gelen bilgiyi de meraklısına şuraya koyayım). siyaset de iktisada göbeğinden bağlıdır. bu durumda evet: siyaset çevreden ayrılamaz. artık klişe haline gelen, sakız ettiğim örnek: "bir şehrin çöplüğünü zengin doldurur; ama çöplüğün yakınında zenginler değil, fakirler oturur". o fakirler de sadece sınıfsal zulüm görmez, birçoğu zaten başka kimlikleri yüzünden yaşadığı dezavantajlarla fakir kalmış / bırakılmıştır. kürttür, alevidir, travestidir veya neyse. zenginin parası nasıl her türlü kimliğin üstüne geçip onu steril ve ütülü mekanlara taşıyorsa, fakirin de parasızlığı buluşturur onu.
ha çevre zengin-fakir işi midir, bu kadar mıdır, bunca insan odaklı bakış reva mıdır? hayır tabii ki. ben şimdilik sadece insana etkisi kısmındayım: her sınıfın farklı boyutlarda çevre derdi olur. misal, fakirin yaşam alanındaki olası bir çevresel yıkım, onun varlığını toptan etkileyebilir, zaten dar olan manevra alanını sıfırlayabilir. zenginin yaşam alanına dokunan çevresel zararların hayatına etkisi daha dolaylı olacaktır, eşyanın tabiatı gereği. gayet basitleştirerek geçiyorum tabii; ama bir örnek vereyim: geçen yıl gezi parkı'nda bizim sadece 60 kişi olmamız, ikinci gruba girer. ülke çapındaki HES protestolarında dövünen teyzelerin isyanıysa ilk gruba.
bütün bunları niye anlatıyorum? "ağaçlar güzeldi de ve fekat siyaset niçün?!" diye şaşan saflar varsa aramızda diye. polis müdahalesini geçtim, keşke çok daha önceden, çok daha güçlü bir şekilde birleşebilseydi tüm bu direnişler. sen gezi parkı diye üzülürsün, yanına "hıdır'ın evine baraj yapıyolar" diyen dersimli alevi de gelir. gelme diyecek cüretinin olmadığını umarım, keşke daha önce gelse. hayır, yanlış oldu: keşke sen daha önce onun yanına gitseydin! gelir, gelmelidir ve senden çok bağırma hakkı vardır. gelmişken, "3. köprünün adı yavuz sultan selim olamaz!" da der. der, çünkü ziyaretini yok etmekle, alevi kıyımı yapan bir padişahı yüceltmek paraleldir. buna isyan da siyasidir; ama aynı zamanda ziyadesiyle çevreyle ilişkilidir.
bu ülkede, tüm itirazlara ve hukuki kazanımlara rağmen kelaynakların tek üreme alanına havaalanı yapılıyorsa; ama sonra o havaalanı atıl vaziyette kalıyorsa, kelaynak siyasileşir; rantın karşısında çevrenin sembolü olur. bu ülkede koskoca bir nehir yine havaalanı yapılacak diye kurutuluyorsa ama her yıl doğa sellerle o dere yatağını geri alıyorsa, bu da rantın, açgözlülüğün yarattığı bir kıyım ve hasardır. Daha ileri gideyim mi? yıllarca "her yıl kıbrıs adası kadar toprağı erozyonla kaybediyoruz" diyen, çevre bilincine kendince çok da katkı yaptığını kabul ettiğim bir STK'ya "doğuda askerler orman yakıyor, sadece turistik yerlerden değil, kürt şehirlerindeki kıyımdan da bahsedin" dendiğinde başkanı "o başka! ona karışmayız!!!" diye azarlayabildi insanları. özetle, çevre politiktir. alışın. çevre politik olduğu için öldürüldü Metin Lokumcu. Çünkü muktedir çok iyi biliyor, yaşam alanını gasp ettiği insanlar birleşip "yeter!" derse, onu orada tutacak hiçbir şey kalmaz. siz hala şaşıyorsunuz, adamlar ilk günden beri farkında. uyanın.
*
ay neyse. Türkiye'de olmayan biri için yine fazla uzun yazıyodum /yazdım , ucunda durdum.
koşan insanların, kafeye sığınanların videolarında tanıdıklar, arkadaşlar gördüm. saniyelik görüntüleri başa sarıp sarıp izledim, iyiler mi anlamak için. bunca nefreti, düşmanlığı anlamaya çalışarak geçiyor günler. onlar herkese şunca düşman ya, biz yine barışmayı biliriz, bir tek barışmayı bilir, barışı bekleriz. insanlar hala yıkılanı, yakılanı değil, neyi inşa edebileceğini, neyi yeniden yaratabileceğini düşünüyor. bunca umut varken, umutsuzluk ayıp kaçar.
gerisi nazım'dan:
Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..
Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..
Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...
Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder