14 Mayıs 2013 Salı

gündemlemeler

Ben eskiden hararetle, gündemle ilgili şeyler yazardım. Artık olmuyor bir şekilde, ben kurudum galiba. bir de gündem öyle bir halde ki sahiden beni aşıyor. Reyhanlı'daki bombalı saldırı mesela. Resmi sayı 50. 177 diyen de var, 300 de. Ben on defa sağlaması alınmamış kaynağı okumuyorum, insanlar paramparça olmuş cesetler eşliğinde spor toto oynar gibi bu sayıları paylaşıyor. Garip bir fetiş hali: sanki sayı yükseldikçe veya daha yüksek bir sayıyı ilk o paylaştıkça kendi puan kazanıyormuş gibi. Sanki ölüm yetmez, fotoğraf lazım; ölü insan fotoğrafı yetmez, kopuk uzuv lazım; kopuk uzuv yetmez, bir de çocuk lazım. böyle böyle giderek artan, vahşileşen bir hal. Evet, bunlar Reyhanlı'da zaten oluyor; ama işte bunlar Reyhanlı'da oluyor - televizyonda, bilgisayar oyununda değil. göre göre alışacak, "ayy ali veli çok daha bi fotoğraf koymuştu, gördün mü?" geyiği yapılacak şey değil. Ayrıca o kadar insan parçalanmadan, ne bileyim huzurlu bir uykuda öldürülmüş olsaydı da öldükleri gerçeği değişmeyecekti. Gaz odasında ölüm mesela, daha az korkunç değil.

Neyse, dağıldım. Basın yasağı malum. sağlamasız kaynak okumamaya çalışıyorum; ama hepsinden öte benim diyecek bir lafım yok. Uzman olmayışımı geçtim, takip edemiyorum. Sahiden: ben bu kadarını bilmiyorum, anlamıyorum. Fikir yürütebilecek durumda değilim. Tek bildiğim, öldüler. Ölüverdiler. Bir ihtimal barış derken, gidiverdiler. Reel politik falları tutuldukça dikkatim dağılıyor. Bu ülkenin yıllardır doğru düzgün bir mülteci politikası yok, UNHCR'ın sözleşmesini imzalamamakta inatla direniyor. Çaresizlikten kendini Ankara'daki UNHCR merkezinin önünde yakan mülteciler oldu bi 10 yıl önce, durum aynı. Sınırı açıyorsun, kucağında bebeğiyle kadınlar, aile geçindirme derdindeki adamlar kaçıp kurtulsun diye. Bundan açar bir ülke sınırını; bir iç savaşın içine çekilmek için, kendi politikalarına alet etmek için, ölenleri zaiyat saymak için değil. İnsan hayatına kıymet verdiği için mülteci kampı kurar bir ülke; insan hayatını kuru çöp gibi yakıp atmak için değil. Neyi niye yaptığımız belirsiz (veya o kadar belli ki insan bilmek istemiyor), insanların kanı yerde, ulusal yas bile ilan edilmeden bekliyoruz. Bana da en çok bu koyuyor. Şekilci deyin isterseniz, ama bu kadarı sahiden sinirime dokunuyor.

Londra'da yaşıyorum bir seneden fazladır. İnsan kıyaslıyor ister istemez. 2005'te burada değildim; o metro ve otobüs saldırısı olduğunda. 7/7 saldırıları. 30 numaralı otobüste patlamış bomba; benim arada bindiğim bir otobüs. Çift katlı otobüsün üst katı uçmuş gitmiş. 52 kişi ölmüştü. Bi tanesi de benim yaşımda, genç bir kadın mesela. Bu olayda İngiltere'nin ulusal yas ilan etmemesi ihtimalini düşünüyorum; ama yok, olmuyor. Öyle bir ihtimali geçtim, bu yas ilanı birkaç saat gecikse olay çıkar. Her bir savaşta ölen her bir kişi için memleketi olan köyde küçük veya büyük bir anıt dikecek kadar ölüsünü bilen, sahip çıkan bir ülke burası. Evet, sömürgeci, evet sömürücü; ama şu bir gerçek: öleni sayı değil, isim olarak hatırlıyor. Siz, rica ederim, Çankırı'nın X ilçesinde veya İstanbul'un Y mahallesinde "1. dünya savaşı'nda bizim için ölen şehitlerimiz" diye isim listeli bir anıt gördünüz mü? Savaşı, ölümü yüceltmek için değil bu sorum. Niye göremiyoruz? Kayıt yok genelde zaten. İsim yok, sayı var. Ben burda her bir mahallede, her bir köyde görüyorum. Kraliyet Botanik Bahçesi'nde bile "savaşta ölen çalışanlarımız" anıtı var, 6-7 isimlik. Belki klişe, belki öylesine, belki şekilci; ama var. Ölünün adı var en azından. Ölünün adı olunca, yanına yaşını yazınca, sıkıysa yasını tutma. Öyle kanlı görüntü paylaşmaya, açık artırmaya gerek yok. 18 yaşında ölen William'ı bir kere okuyorsun ve ona için yanıyor.  Ki bak ben burada asker ölümünden bahsediyorum, bir gündüz vakti bombalı saldırıyla ölüveren sivillerden değil.

Tüm o fotoğraflar  ve sayılar arasında, kimse de çıkıp da "ulusal yas bile ilan etmiyorsan in o koltuktan" demiyor; çünkü öyle şeyler oluyor ki bu kısmına takılamıyoruz. Zaten takılsan gazı yersin, onu da biliyoruz. Beni bu  akılamadığımız noktalar hasta ediyor. Birikip birikip ciğerime çöküyor. Sürekli beterin beteri var. Sürekli daha kötüsü geliyor. Acı, gam, keder yaşanır elbet; ama bunu böylesine adi, böylesine yüzsüz, böylesine ucuz bir şekilde yaşamak yakışmıyor. Üzülmeyi bile beceremeyişimiz herhalde dibe vuruşun işareti. Bilmiyorum. Fazla romantiğim belki de. Bütün hükümet üyeleri botoks yaptırmış gibi, suratlarında mimik yok, his yok. Ben onlara bakınca bir şey düşünemiyorum, beynim duruyor ve sadece midem bulanıyor. Tiksinti, nefretten çok farklı bir şey; nefret daha mantıklı, düşünce içeriyor filan. Tiksinti daha fiziksel. Bunca insan aynı anda bu kadar duyguyla boğuşurken, bu kadar hissiz, bu kadar ütülü olmaları asabımı bozuyor. Dağılsınlar istiyorum; sesleri çatallaşsın, dudaklarını ısırsınlar, dilleri tutulsun, utançla başlarını eğsinler bir an için, bir insanlık emaresi göstersinler de delirmeyelim. "Olan olmuştur, ölen ölmüştür, yapılması gerekenler yapılacaktır" misali, sanki kullanma talimatı okur gibi cümleler savurmasınlar. Politikacıdan duygusallık beklemek de değil tam, o "burnunu gömleğine silerek gizlice ağlarmış gibi yapan kravatlı adam" popülizm de midemi bulandırıyor.

Bari insanların öldüğünü kabul etsinler. Böylesine "kimse ölmemiş gibi yapma" hali hasta edici. Elime afiş alıp ÖLDÜLER diye bağırmak istiyorum. "50 canımız hakkın rahmetine kavuşurken sevenlerine sabır" filan falan değil, laf kalabalığı değil: öldüler ve ölünün yası tutulur. Yas tutarsın, yas evi olursun, yasını yaşarsın. ister tek hane, ister tüm ülke. yedisi çıkar, kırkı çıkar. bakarsın ki günler hala geçiyor, bir şekilde. yasını bile tutmuyorsan eğer, o iş baştan kokmuş.O yüzden galiba, daha işin bu ABC kısmı bile olamayınca, ben haber filan takip etmiyorum. Zaten haber de yok ortada ya neyse.

*

Bunun dışında: İstanbul Üniversitesi'ne bağlı bir botanik bahçesi var, Türkiye'de uluslararası standartlara sahip, kayıtlı iki botanik bahçesinden biri. Türkiye'deki endemik tür sayısının Avrupa toplamından fazla olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kadar az botani araştırması aslında utanç verici. Neyse, milli parklara HES yaptığımız için, kusurumuz bahçe olsun diyeceğim; ama konu yine "daha beteri olduğu için takılamadığımız şeyler"e dönüyor. Bahçeden devam: 1935 yılında, Alfred Heilbronn tarafından kurulmuş. Heilbronn  botani profesörü olarak Türkiye'ye davet edilen ve böylece Nazi Almanya'sından kaçan bir bilim adamı; hatta ordinaryüs profesör. İşte bu bahçe tehlike altında. Diyanet İşleri bahçenin olduğu arsaya talip olmuş, rektörlük de sıcak bakıyormuş. al takke ver külah, arazi tahsisi için bahçe taşınacakmış. bahçenin sökülmesiyle taşınması arasında fark yok; botanik bahçesi taşımak çok zor ve bol zaiyatlı bir iş. Umarım olmaz. Umarım her yıl binlerce öğrencinin araştırma yaptığı bir bahçe sırf "ama manzaralı" diye öldürülmez. Evet biliyorum, İstanbul'da 2,5 milyon ağaç taşımayı planlayanlar da var; ama daha beteri olduğu halde buna takılma hakkımı kullanıyorum izninizle.

Bir diğeri de yılan hikayesine dönen Yenikapı kazıları. İş makinesiyle girmişler kazı alanına. 8500 yıllık mezar var. Neolitik devre ait ayak izi filan var. mühim değil. Kazının sonlarına gelinmiş, en alt tabakaya, neolitik döneme ait tabakaya gelinmiş. Üstlenici firma bunca masraf ve vakit kaybından sıkılıp "yeter be" demiş, diyebiliyor, der. Çanak çömlek patlar. Arkeologlarsa "burası dünya bilim otoriteleri tarafından yüzyılın en önemli arkeolojik kazılarından biri sayılıyor" gibi cümlelerle, akılla, mantıkla dert anlatmaya çalışıyor. Daha önce de dedim: delirmeyeceğinizden emin olmanın verdiği bir cüret bu. O inşaat şirketi o kadar emin ki bir arkeologun kürekle kafalarını patlatmayacağına.

Efendim bunca gecikir miymiş bir metro inşaatı, kalkınmamızın önündeki, medeniyetin önündeki engel neymiş böyle? Bir şehre metro sistemini nüfusu 1 milyon ulaşınca yaparlar genelde, 10 milyon değil. onu da geçtim, Roma metrosuna baksınlar bakalım, kaç yılda tamamlanmış diye. Hoş, Roma'nın nüfusu bugün 2,7 milyon ve ilk metro hattı 1955'te tamamlandı (başlangıçtan 20 yıl sonra). Sadece İtalya değil, bizim gibi yerden tarih fışkıran ülkelerden Yunanistan, Meksika ve daha birçok ülke yaşıyor bunu. Ha tabii metro inşaatına "çanak çömlek" için ara vermeyenler de oluyor; mesela 1930larda Mussolini vermemiş, hatta Colesseum'a bile ucundan kepçe vurulmuş. Oluyor yani, olmuyor değil. Malum Mussolini de yeni bir imparatorluk yaratma, Roma'yı eski parlak günlerine kavuşturma derdindeydi ve bu uğurda tarihin yağmalanmasını sadece yan hasar görüyordu. Halet-i ruhiyesi tanıdık geldi di mi? Bugün Roma'da metro kazıları sürüyor, şehir planlamacılar ve arkeologlar her gün didişse de tarihin önceliği tartışılmıyor. Mevcut metro inşaatı Roma şehir merkezinde olduğu için, esas "çılgın proje" bu aslında. 2007'deki habere göre bir mil metro hattının toplam maliyeti 375 milyon dolarmış; elle yapılan arkeolojik kazılar ana sebep. 2015'te bitecekmiş. Özetle: söz konusu metro olduğunda "ne gerekiyorsa onu yapmak" ile "işine ne geliyorsa onu yapmak" arasındaki devasa farka Mussolini deniyor İtalya'da. Yerseniz, durum biraz bu.

*

çok uzun oldu. içim şişti. aslında tek derdim ay sonunda kardeşime nihayet kavuşmak ve bitmeyen yağmurlardan kaçıp güneşli - denizli tatil yapmak. haziran'da lyon, temmuz'da algarve & lizbon, ağustos'ta bodrum. daha n'olsun.

Hiç yorum yok:

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker